Peygamberimizin İsimleri ve Bu İsimlerin Fazileti

SORULARLA İSLAM

Peygamberimizin (sav.) isimleri nelerdir? Abdullah Sert Hocaefendi, Şifa-i Şerif eserinden Peygamber (sav.) Efendimiz’in isimleri ve bu isimlerin faziletini okuyor.

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN İSİMLERİ VE BU İSİMLERİN FAZİLETİ

Ashâb-ı kirâmdan Cübeyr ibni Mut’im radıyallahu anhın rivâyet ettiğine göre Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Sadece bana ait olan beş (ünlü) ismim vardır: Ben Muhammed’im; ben Ahmed’im. Bir adım da Mâhî’dir; Allah Teâlâ inkârcılığı benim elimle mahvedecektir. Bir diğer adım Hâşir’dir; ben peygamber olduktan sonra insanlar benim ardımda toplanacaktır.

 Bir başka adım da Âkıb’dır; yani ben son peygamberim.” (Buhârî, Menâkıb 17, nr. 3532, Tefsîr 61, nr. 4898; Müslim, Fezâil 124, 125, 126, nr. 2354-55. Ayrıca bk. Tecrid Tercemesi, IX, 250-252.)

Ahmed ve Muhammed İsimleri

Allah Teâlâ, Muhammed ve Ahmed adlarını Kur’ân-ı Kerîm’de zikretmiştir.

Muhammed adının geçtiği âyetler şunlardır: “Muhammed yalnızca bir peygamberdir.” (Âl-i İmrân 3/144.) “Muhammed içinizden hiçbir erkeğin babası değildir.” (Ahzâb 33/40.) “Rablerinden Muhammed’e hakkın tâ kendisi olarak indirilene inanan kimselere gelince: Allah onların günahlarını örtmüş, durumlarını düzeltmiştir.” (Muhammed 47/2.)  “Muhammed Allah’ın Resûlüdür.” (Fetih 48/29.)

Ahmed adı da Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle geçmektedir:

“Meryem oğlu Îsâ da: ‘Ey İsrâiloğulları! Ben de size, daha önce indirilen Tevrât’ı doğrulamak ve benden sonra gelecek Ahmed adındaki bir peygamberi müjdelemek üzere Allah tarafından gönderilmiş peygamberim.’ demişti. Fakat kendilerine apaçık deliller getirdiğinde: ‘Bu düpedüz büyü’ dediler.” (Saf 61/6.)

Allah Teâlâ’nın Resûlullah Efendimiz’e verdiği özelliklerden biri de onun isimlerinin, kendisine övgüyü kapsamasıdır. Peygamber aleyhisselâmın adı anılınca, onun Rabbine çok şükrettiği de ifâde edilmiş olmaktadır.

Ahmed ismi, “hamd” kökünden ism-i tafdîl olarak kullanılmakta, “Allah’ı herkesten daha iyi ve daha çok öven (hamdeden), herkesten daha çok övülen” anlamlarına gelmektedir.

Muhammed ismi de ism-i mef’ûl kalıbında olup “çok öğülen” anlamındadır. Buna göre Allah’ın Sevgili Elçisi hamdedenlerin en büyüğüdür; övülenlerin en üstünüdür; en çok hamdeden kimsedir; medhedilenlerin en değerlisi olduğu gibi; hamd edenlerin de en değerlisidir. Resûl-i Ekrem’in, övgünün en üst derecesine vardığını göstermek, âhiret âleminin her yerinde övgüyle anılmasını sağlamak üzere o gün ona “Livâülhamd” (Hamd Sancağı) verilecek, Rabbi onu, kendisine va’dettiği üzere Makãm-ı Mahmûd’a çıkaracak, dünyaya gelmiş ve gelecek bütün insanlara şefâat edeceği için de herkes onu övecektir. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin buyurduğu gibi, Allah Teâlâ o makamda, daha önce hiçbir peygambere öğretmediği en güzel hamdü senâyı ona ilhâm edecektir.

Allah Teâlâ peygamberlerine gönderdiği kitaplarda, onun ümmetini “her durumda Allah’a hamdedenler” diye adlandırmıştır. (Dârimî, Mukaddime 2, nr. 5, 7, 8. Ayrıca bk. İbni Sa’d, et-Tabakãtü’l-kübrâ, I, 360.)

 Cenâb-ı Hakk’ın kendisine üstün meziyetler verdiği böyle bir peygamberin Muhammed ve Ahmed adlarını alması ise son derece yerindedir.

Ahmed ve Muhammed Adları Kimseye Verilmedi

Muhammed ve Ahmed isimlerinin, daha önce zikretmediğimiz pek ilgi çekici özelliklerinden biri de Allah Teâlâ’nın Peygamber aleyhisselâmdan önce hiç kimsenin bu adları almasına müsâade etmemesidir.

İlâhî kitaplarda geçen ve peygamberler tarafından müjdelenen Ahmed adına gelince, Allah Teâlâ ilâhî hikmetiyle, Resûl-i Ekrem’den önce bu adı bir daha başkalarının almasını önlemiş; böylece sağlam bir akla ve isâbetli bir görüşe sahip olmayanların, bir başkasının kullandığı Ahmed adını duyunca zihninin karışmasına meydan vermemiştir.

Muhammed adı da böyledir; ne Araplardan ne başka bir milletten hiç kimse bu adı kullanmamıştır. Resûl-i Ekrem doğmadan bir süre önce, Muhammed adında bir peygamberin geleceği haberi duyulmaya başlayınca, Araplardan birkaç kişi, beklenen o peygamberin kendi evlâdı olması ümidiyle çocuğuna Muhammed adını koymuştur. Hâlbuki Allah, peygamberliği kime vereceğini herkesten iyi bilir.

Araplardan Muhammed adını alanlar şu altı kişi olup yedincisi yoktur: Muhammed ibni Uhayha ibni Cülâh el-Evsî, Muhammed ibni Mesleme el-Ensârî, Muhammed ibni Berâ el-Bekrî, Muhammed ibni Süfyân ibni Mücâşi’, Muhammed ibni Humrân el-Cu’fî ve Muhammed ibni Huzâî es-Sülemî. Bunlardan kendisine Muhammed adı ilk verilenin Muhammed ibni Süfyân olduğu söylenmektedir.

 Yemenliler ise, Muhammed adını ilk alanın Ezd kabilesinden Muhammed ibni Yahmüd olduğunu söylerler.

Cenâb-ı Hak kendilerine Muhammed adı verilen kimselerin peygamberlik iddiasında bulunmasına veya bir başkasının o kimselerin peygamber olduğunu ileri sürmesine yahut o devirde yaşayan birinde olağanüstü bir hâl görünüp de “Acaba beklenen peygamber bu mudur?” diye hakkında şüpheye düşülmesine meydan vermemiş ve sonunda Ahmediyyet ve Muhammediyet sıfat ve alâmetleri hiç kimsenin tartışmayacağı şekilde Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemde gerçekleşmiş, bu konuda kimse onu rahatsız etmemiştir.

Yukarıda geçen “Bir adım da Mâhî’dir; Allah Teâlâ küfrü (inkârcılığı) benim elimle mahvedecektir.” hadîs-i şerîfinde Mâhî’nin ne demek olduğu da açıklanmıştır. Buna göre, ya küfür Resûlullah henüz hayattayken Mekke’den, Arap diyarından ve Peygamber aleyhisselâma gösterilen yerlerden  büsbütün silinip yok edilecektir; çünkü ona (vefâtından sonra) üm[1]metinin mülkünün oralara kadar ulaşacağı va’dedilmiştir veya hadisteki mahvın mânası daha genel olup, İslâmiyetin her yerde ve zamanda bütün dinlere ve milletlere hâkim olacağını ifâde etmektedir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Resûlünü bütün dinlere üstün kılmak için, hidâyet ve hak din ile gönderen O’dur. Müşrikler isterse hoşlanmasın.” (Tevbe 9/33; Saf 61/9.)

“Mâhî” kelimesi, hadîs-i şerîfte, “Resûlullah’a îmân edip izinde gi[1]denlerin günahları yok edilecektir” diye tefsir edilmiştir.

Bir adam Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve selleme: “Ey Allah’ın Elçisi! Câhiliye devrinde yaptığımız günahlardan dolayı cezâ görecek miyiz?” diye sordu. Peygamber Efendimiz ona şu cevabı verdi: “Bir kimse iyi Müslüman olursa, Câhiliye devrinde yaptığı günahlardan sorumlu tutulmaz. Bir kimse de İslâmiyet’i bütün gönlüyle benimsemezse, hem İslâmiyet’e girmeden önce hem sonra yaptığı günahlardan sorumlu tutulur.” (Buhârî, İstitâbe 1, nr. 6923; Müslim, Îmân 189, nr. 120.)

Amr ibni Âs Müslüman olmaya karar verince Peygamber Efendimiz’in huzûruna çıkarak: “Eski günahlarım bağışlanmak şartıyla sana biat edip Müslüman olacağım.” deyince, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:

“Müslüman olmanın daha önceki günahları silip süpürdüğünü; hicret etmenin daha önce işlenen günahları yok ettiğini; haccetmenin, daha önce yapılan günahları ortadan kaldırdığını” söyledi. (Müslim, Îmân 192, nr. 121. Ayrıca bk. Ahmed ibni Hanbel, Müsned, IV, 198, 204, 205.)

Zâten şu âyet de bunu göstermektedir: “Kâfirlere söyle: yaptıklarından vazgeçerlerse, geçmiş günahları bağışlanacaktır. Ama tekrar inkâra dönecek olurlarsa, ilâhî yasa gereği öncekilerin başına gelenler gözlerinin önündedir.” (Enfâl 8/38)

Peygamber Efendimiz’in: “Benim bir adım da Hâşir’dir; ben peygamber olduktan sonra insanlar benim ardımda toplanacaktır” hadisinin anlamı, benden sonra peygamber gelmeyeceği için, insanlar bana tâbi olacak demektir. Zâten Allah Teâlâ da Allah’ın Elçisi’dir ve bütün peygamberlerin sonuncusudur.” (Ahzâb 33/40.) âyetiyle bunu ifâde buyurmuştur.

Resûlullah Efendimiz diğer peygamberlerin ardından geldiği ve son peygamber olduğu için kendisine “Âkıb” adı verilmiştir. (Ebû Dâvûd, Fiten 20, nr. 4252; Tirmizî, Fiten 43, nr. 2219)

 Nitekim Sahîh-i Müslim’deki bir rivâyete göre “Ben kendisinden sonra peygamber gelmeyen Âkıb’ım” buyurmuştur.

Bu gerçeği Resûl-i Ekrem Efendimiz bir başka hadisinde: “Ben peygamberlerin sonuncusuyum; benden sonra peygamber yoktur.” diye ifâde buyurmuştur. (Müslim, Fezâil 125, nr. 2354.)

Konumuzla ilgili olup yukarıda geçen hadisteki “Ben peygamber olduktan sonra insanlar benim ardımda toplanacaktır” ifâdesinin “insanlar kıyâmet gününde benim gözümün önünde toplanacaktır” demek olduğu da söylenmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de de:

“Böylece, siz bütün insanlara şâhit olasınız, Peygamber de size şâhit olsun.” buyurulmuştur. (Bakara 2/143.)

Kur’ân-ı Kerîm’deki bu ifâdenin tamamı şöyledir: “Böylece, siz bütün insanlara şâhit olasınız, Peygamber de size şâhit olsun diye sizi ölçülü, dengeli ve adâletli bir ümmet yaptık.”

Bu ifâdeyi şöyle anlayanlar da olmuştur: “İnsanlar, Ben kabrimden kalktıktan ve mahşerde yerimi aldıktan sonra toplanacaktır. Allah Teâlâ, biraz önce zikredilen hadîs-i şerîfin metninde geçen “kadem” kelimesini

Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle kullanmıştır:

”İman edenlere de, dürüst olmaları ve iyi işler yapmaları sebebiyle Rableri katında herkesten daha ileride bulunduklarını müjdele.” (Yûnus 10/2.)

“Ben peygamber olduktan sonra insanlar benim ardımda toplanacak[1]tır” ifâdesini “insanlar kıyâmet gününde (şefâat etmemi isteyerek) benim önümde ve etrafımda toplanacaklardır” şeklinde anlayanlar olduğu gibi, “Kıyâmet gününde Müslümanlar, dünyada sünnetime bağlılıkları ve bana itâatleri ölçüsünde yakınımda olacaklardır” diye anlayanlar da vardır.

Hadîs-i şerîfteki: “Sadece bana ait olan beş (ünlü) ismim vardır” cümlesini şöyle anlayanlar da olmuştur: Bu beş isim, benden önce gönderilen (Tevrât ve İncîl gibi) ilâhî kitaplarda da mevcuttur; bunları geçmiş milletlerin âlimleri de bilir. Daha doğrusunu Allah bilir.

Peygamber Efendimiz’in Diğer İsimleri

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin bir hadisinde: “Benim on ismim vardır” buyurduğu ve bunlardan “Tâ Hâ” ve “Yâ Sîn” isimlerini zikrettiği de rivâyet edilmiştir. Bunu Ebû Muhammed Mekkî bin Ebî Tâlib (v. 437/1045) nakletmiştir.

 “Tâ Hâ” hakkında yapılan tefsirlerden birinde şöyle denmiştir: “Tâ Hâ: Yâ Tâhir, yâ Hâdî demektir. Yâ Sîn de yâ Seyyid demektir.” Bu görüşü sûfî müfessir Ebû Abdurrahman es-Sülemî (v. 412/1021); sûfî âlim Ebû Bekir el-Vâsıtî (v. 312/924) ile Hz. Hüseyin’in torunlarından Ca’fer-i Sâdık’tan (v. 148/765) nakletmiştir.

Ebû Muhammed Mekkî bin Ebî Tâlib’den bir başkası da: “Benim on ismim vardır.” şeklindeki rivâyeti naklederek önce yukarıdaki hadiste geçen beş ismi zikretmiş, ardından da “Ben rahmet peygamberiyim (Resûlü’r-rahme); ben külfeti kaldırıp rahata erdiren peygamberim (Resûlü’r-râha); ben cihâd peygamberiyim (Resûlü’l-melâhim, Resûlü’l-melhame); ben Mukaffî’yim, diğer peygamberlerin ardından gelenim; bir adım da Kayyim’dir” buyurmuştur.

“Ben rahmet peygamberiyim” hadisindeki “Resûlü’rrahme” ifâdesi; rahatâ erdiren, bu ümmetten zorluğu kaldıran demektir.

“O Peygamber, daha önce üzerlerinde bulunan ağır yükleri indirir, sırtlarındaki zincirleri çözer” (A’râf 7/157.) âyeti işte bunu dile getirmektedir.

Âyet-i kerîmedeki bu mecâzî anlatımla, Kitâb-ı Mukaddes’te insanların sorumlu tutulduğu bazı ağır yükümlülükleri Resûlullah’ın kaldıracağı haber verilmektedir. Nitekim Resûl-i Ekrem: “Ben Yahudilik ve Hıristiyanlıkla değil, müsamahakâr Hanîf diniyle gönderildim.” buyurmuştur. (Ahmed ibni Hanbel, Müsned, V, 266)

“Ben rahmet peygamberiyim” hadisini “Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ 21/107) âyet-i kerîmesi de ifâde etmektedir:

Şu hadis de aynı anlamdadır: “Ey insanlar! Ben âlemlere hediye edilmiş rahmet peygamberiyim.” (Dârimî, Mukaddime 3, nr. 15; Taberânî, el-Mu‘cemü’l-evsat (İvezullah), III, 223, nr. 2981…)

Kayyim

“Kayyim”, bütün hayırları, faziletleri toplayan demektir. Bazı eserlerde böyle kaydedildiğini gördüm; fakat bunu bir hadis âliminden rivâyet etmedim. Kayyim kelimesinin doğrusunun “Kusem” olduğunu düşünüyorum. Nitekim bunu daha sonra Ebû İshâk el-Harbî’den (v. 285/899) naklen zikredeceğiz. Kayyim’in, Kusem’in tefsiri olması daha uygundur.

Kayyim ismi, ilâhî kitaplarda da geçmektedir. Dâvûd aleyhisselâm: “Allahım! Uzun bir aradan sonra dini yeniden canlandıracak olan Muhammed’i insanlara gönder.” diye duâ etmiştir. Buna göre “Kayyim”, canlandıran anlamına gelmektedir.

Tefsir ve kırâat âlimi Ebû Bekir en-Nakkãş (v. 351/962), Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir:

“Benim Kur’ân-ı Kerîm’de geçen yedi ismim şunlardır: Muhammed, Ahmed, Yâ Sîn, Tâ Hâ, Müddessir, Müzzemmil ve Abdullah.”

Ashâb-ı kirâmdan Cübeyr ibni Mut’im radıyallahu anhın rivâyet ettiği hadise göre ise Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Benim altı ismim vardır: Muhammed, Ahmed, Hâtim, Âkıb, Hâşir, Mâhî.”

Ebû Mûsâ el-Eş’arî3 radıyallahu anh şöyle demiştir:

“Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bize isimlerini sayar ve şöyle buyururdu: “Ben Muhammed’im, Ahmed’im, Mukaffî’yim, Hâşir’im, Nebiyyü’t-tevbe, Nebiyyü’l-melhame ve Nebiyyü’r-rahme’yim.” (Müslim, Fezâil 126, nr. 2355) Nebiyyü’r-rahme yerine Nebiyyü’l-merhame ve Nebiyyü’r-râha ifâdelerini rivâyet edenler de olmuştur. Bu rivâyetlerin hepsi de inşallah sahîhtir.

Mukaffî ismi de Âkıb mânasındadır.

Ümmet-i Merhûme

Nebiyyü’r-rahme, Nebiyyü’t-tevbe, Nebiyyü’l-merhame isimlerine gelince; Allah Teâlâ Resûl-i Ekrem hakkında “Biz seni âlemlere yalnız rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ 21/107) buyurmuş, onları günahlarından temizleyen, onlara Kitabı ve hikmeti öğreten”, (Âl-i İmrân 3/164; Cuma 62/2 ve Bakara 2/129’a işaret edilmektedir.) dosdoğru bir yola ileten (Nisâ 4/175 ve Mâide 5/16’ya işaret edilmektedir. ) ve “müminlere karşı çok şefkatli ve çok merhametli” (Tevbe 9/128.) bir peygamber olduğunu belirtmiştir.

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem ümmetinin özelliklerini anlatırken “Benim ümmetim, ümmet-i merhûmedir.” Buyurmuştur.

Hadîs-i şerîfin tamamı şöyledir: “Benim bu ümmetim, merhamet edilmiş bir ümmettir; âhirette onlara azap yoktur; onların azâbı fitneler, depremler, birbirini öldürmeler ve sıkıntılar şeklinde dünyada olacaktır.” (Ebû Dâvûd, Fiten 7, nr. 4278.)

Bir başka rivâyete göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Bu ümmet merhamet edilmiş ümmettir; onların cezâsı kendi elleriyle olacaktır.

Kıyâmet gününde her Müslümana bir müşrik verilir ve ona ‘Bu senin Cehennem’den fidyendir.’ denir.” (İbni Mâce, Zühd 34, nr. 4292)

 “Cehennem’deki fidyendir” demek, Allah Teâlâ senin Cehennem’deki yerini buna, bunun Cennet’teki yerini de sana vermiştir’ demektir. Sahîh bir rivâyette belirtildiğine göre: “Bu ümmetin cezâsının kendi elleriyle olacağı” ifâdesinin ne anlama geldiği Ebû Hüreyre radıyallahu anha sorulmuş, o da Cemel ve Sıffîn vak’aları gibi olayların bu tür cezâlara örnek teşkil ettiğini söylemiştir. (Ebû Ya‘lâ, Müsned (Esed), XI, 67, nr. 6204.)

Hadîs-i şerîfteki fidye konusunda Sahîh-i Müslim’de şöyle bir rivâyet vardır: “Kıyâmet günü geldiğinde Allah Teâlâ her Müslümana bir Yahudi veya Hıristiyan verecek ve ona ‘Bu senin Cehennem’deki fidyendir’ buyuracaktır.” (Tevbe 49, nr. 2767.)

Allah Teâlâ “ümmet-i merhûme” hakkında şöyle buyurmuştur:

“Onlar birbirlerine sabrı tavsiye ederler, birbirlerine merhameti tavsiye ederler.” (Beled 90/17)

 Yani Muhammed ümmeti birbirine merhamet eder. Bu sebeple Allah Teâlâ Muhammed aleyhisselâmı özellikle ümmetine bir rahmet ve ikrâm, diğer yandan âlemlere rahmet olarak göndermiş, onu ümmetine merhametli kılmış, onlara olan şefkati dolayısıyla kendilerine Allah’ın merhametini ve bağışlamasını niyâz etmesini sağlamış, o rahmet peygamberinin ümmetini “ümmet-i merhûme” diye nitelemiş ve onların merhametli olduğunu ifâde buyurmuştur.”

Âyet-i kerîme şöyledir: “Muhammed Allah’ın Resûlüdür. Onun yanında olanlar kâfirlere karşı sert ve tâvizsiz, kendi aralarında merhametlidirler.” (Fetih 48/29.)

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de ümmetine birbirine karşı merhametli olmayı tavsiye etmiş, merhametli olmanın güzelliğinden söz etmiş ve: “Cenâb-ı Hak merhametli kullarını sever” buyurmuştur.

Hadîs-i şerîf şöyledir: Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem vefât etmek üzere olan ve nefes almakta zor[1]luk çeken torununu kucağına aldığı zaman gözlerinden yaşlar boşandı. Onun böyle ağlamasına hayret eden Sa‘d ibni Ubâde: “Ey Allah’ın Resûlü, bu ne hâldir?” deyince, Peygamber Efendimiz şunları söyledi: “Bu, Allah’ın, kullarının kalbine koyduğu merhamet duygusudur. Allah şefkatli kullarına merhamet eder.” (Buhârî, Cenâiz 32, nr. 1284, Merdâ 9, nr. 5655, Tevhîd 2, 25, nr. 7377, 7448; Müslim, Cenâiz 11, nr. 923.)

Fahr-i Âlem Efendimiz bir başka hadisinde de şöyle buyurmuştur:

“Merhamet edenlere, Cenâb-ı Hak merhamet eder. Siz yeryüzündekilere merhamet ediniz ki, göktekiler de size merhamet etsin.” (Ebû Dâvûd, Edeb 58, nr. 4941; Tirmizî, Birr 16, nr. 1924)

“Göktekiler” ifâdesiyle ya melekler veya Arş’ı ile mülk ve saltanatı göklerde olan Allah Teâlâ kastedilmiştir.

“Nebiyyü’l-melhame” rivâyetine gelince, Resûl-i Ekrem’in cihâdla görevli olduğuna işaret eden bu rivâyet sahîhtir.

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Ey Peygamber! Kâfirler ve münâfıklarla savaş; onlara karşı sert davran.” (Tevbe 9/73; Tahrîm 66/9.)

 “Ey iman edenler! Size yakın mesafede bulunan kâfirlerle savaşın ki, sizin ne kadar sert ve güçlü olduğunuzu görsünler.” (Tevbe 9/123.)

Ebû Mûsâ el-Eş’arî’nin rivâyet ettiği hadisin bir benzerini Huzeyfe İbnü’l-Yemân rivâyet etmiş olup orada Resûlullah’ın şu isimleri vardır:

“Nebiyyü’r-rahme, Nebiyyü’t-tevbe ve Nebiyyü’l-melâhim.” Huzeyfe İbnü’l-Yemân şöyle demiştir: “Medine sokaklarından birinde Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu işittim: Ben Muhammed’im, Ahmed’im, Hâşir’im, Mukaffî’yim ve Nebiyyü’r-rahme’yim” (Ahmed ibni Hanbel, Müsned, V, 405…)

Ebû İshâk el-Harbî’nin (v. 285/899) Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden rivâyet ettiği hadise göre Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Bana bir melek geldi ve ‘Sen Kusem’sin’ dedi”; yani her türlü bağış ve ihsânı şahsında toplayansın. Ebû İshâk el-Harbî şöyle demiştir:

Kusem, “hayırları kendinde toplayan” demektir. Kusem, Ehl-i beyt’in yakından bildiği bir isimdir.

Kusem, Peygamber Efendimiz’in amcası Hz. Abbâs’ın oğludur. Annesi Ümmü’l-Fazl Lübâbe, Hz. Hatice’den sonra Müslüman olan ilk kadındır ve Resûlullah Efendimiz’in hanımı Hz. Meymûne’nin kız kardeşidir. Kusem, Resûlullah Efendimiz’in cenâzesi yıkanırken yardım etmiş, onu kabrine yerleştirmiş ve kabrinden en son o çıkmıştır. Resûlullah’a en son dokunan kişi diye bilinir. Hz. Hüseyin’in de süt kardeşidir. Hz. Ali’nin hilâfeti döneminde Mekke vâliliği yapan Kusem, Semertkand Seferi’ne katılmış ve orada şehid olmuştur.

Kaynak: Kadı İyaz, Şifa-i Şerif