Peygamberimizin İslam’a Davet Ettiği Hükümdarlar
Peygamberimizin (s.a.v.) İslam’a davet mektupları kimlere gönderildi? Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in İslam’a davet ettiği hükümdarlar...
Hudeybiye Sulhü, dâvetin sınırlarını genişletme fırsatı verdi. Zîrâ Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyordu:
“Biz Sen’i bütün insanlar için bir müjdeci ve Allâh’ın azâbıyla korkutucu olmak üzere gönderdik. Lâkin insanların pek çoğu bunu bilmezler.” (Sebe’, 28)
“(Rasûlüm!) De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sâhibi olan Allâh’ın elçisiyim...” (el-A’râf, 158)
Bu ve Mekke’de nâzil olan diğer âyet-i kerimeler, İslâmî dâvetin baştan beri âlemşümul olduğunu gösterir. “İslâmî risâlet önceleri sadece Araplara mahsustu, daha sonra Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in siyâsî nüfûzunun genişlemesiyle tedricen büyüyerek bütün âleme şâmil hâle geldi” şeklindeki görüşlerin itibar edilecek bir yeri yoktur. Müslümanlar daha Mekke’de zayıf bir vaziyetteyken ve insanların kendilerini çarpıvermesinden korkarken İslâm’ın âlemşümûl vasfı kesin bir şekilde îlân edilmiş, haber verilmişti.
PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN İSLAM’A DAVET ETTİĞİ HÜKÜMDARLAR
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v);
Dıhye bin Halîfe el-Kelbî’yi (r.a) Kayser’e,
Abdullah ibn-i Huzâfe es-Sehmî’yi (r.a) Kisrâ’ya,
Amr ibn-i Ümeyye ed-Damrî’yi (r.a) Habeş Necâşîsi’ne,
Hâtıb ibn-i Ebî Beltaa el-Lahmî’yi (r.a) Mısır Hâkimi Mukavkıs’a,
Selît ibn-i Amr el-Âmirî’yi (r.a) Yemâme’deki Hevze bin Ali el-Hanefî’ye birer dâvet mektubu ile gönderdiler. (Taberî, Târîh, II, 282)
Hz. Enes (r.a) şöyle buyurur:
“«Nebiyyullâh Efendimiz Kisrâ’ya, Kayser’e, Necâşî’ye ve diğer bütün cebbâr (zorba) hükümdarlara mektup yazarak onları Allah Teâlâ’ya dâvet ettiler.» Ancak burada bahsedilen Necâşî, Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in, üzerine gıyâbî cenâze namazı kıldığı Necâşî değildir.” (Müslim, Cihâd, 75)
Peygamberimizin Yüzüğünde Ne Yazıyor?
Allâh Rasûlü’nün (s.a.v) dünyâ devletlerini İslâm’a dâveti, yazılı mektuplar vâsıtasıyla oldu. Bu mektupların en meşhurları, altı veya sekiz tânedir. Rasûlullâh (s.a.v) her bir mektubu, güzîde sahâbîlerinden birine vererek yollamışlardır. Fahr-i Kâinât Efendimiz hükümdarlara mektup yazdırmak istediklerinde, ashâb-ı kirâm:
“–Yâ Rasûlallâh! Onlar bir mektubu mühürlü olmadıkça okumazlar” dediler. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.v), gümüşten bir yüzük yaptırdılar. Üzerine üç satır hâlinde “Allâh-Rasûl-Muhammed” kelimelerini nakşettirdiler ve bu yüzüğü mektuplarında mühür olarak kullandılar.[1]
Yüzüğün üzerine “Muhammedün Rasûlullâh” terkibi nakşedilmiş oluyordu, ancak tâzîmen “Allâh” ism-i celâli en üstte, “Rasûl” arada ve “Muhammed” ismi de alt satırda yer alıyordu.
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in kendilerine mühür yaptırmaları, İslâmî siyasetin esnekliğini gösterir. Şer’i hükümlere ve İslâm’ın rûhuna zıt olmadığı müddetçe asrın getirdiği yeni tatbîkât, merâsim ve protokollerden istifade edilebilir.
Hadîs ilmi kâidelerine göre sahih bir şekilde tespit edilen yegâne mektup metni, Hirakl’e gönderilendir. Zayıf senetlerle gelen diğer mektuplara, târihî açıdan îtimâd edilebilirse de onlar akîde, teşrî ve siyâset-i şer’iyye alanlarında istidlâl edilebilecek seviyeye çıkamazlar.
Ancak Fransız müsteşrik Barthelemy, 1850 senesinde Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in Mukavkıs’a gönderdikleri mektubu Mısır’da bulmuştur. 1854 tarihinde Asyaviyye dergisinde bu mektubu neşretmiştir. Belin ve Nöldeke de onu tasdik etmişlerdir. Şu anda bu mektup İstanbul Topkapı Sarayı Müzesi’nde Mukaddes Emânetler bölümünde sergilenmektedir.
Alman Dr. Busch, 1864’de Alman Müsteşrikler Dergisi’nde Nebî (s.a.v) Efendimiz’in Münzir bin Sâvâ’ya gönderdikleri mektubu bulduğunu îlân etmiş, ama bu tam olarak tevsik edilememiştir.
İngiliz müsteşrik Dunlop, 1940’da el-Cem’iyyetü’l-Asyaviyye Dergisi’nde Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz’in Necâşî’ye gönderdikleri mektubu elde ettiğini neşretmiş, ama sıhhatinden şüphe etmiştir.
Peygamberimizin Heraklius’a Gönderdiği Mektup
İbn-i Abbâs (r.a) şöyle buyurmuştur:
“Ebû Süfyân bin Harb bana şöyle haber verdi: O, Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’in (Hudeybiye’de) kendisiyle ve Kureyş kâfirleriyle akdeylediği sulh esnâsında, ticâreti için Şam’a giden bir Kureyş kâfilesi içinde bulunuyormuş. O günlerde (Rûm Kayseri) Hirakl tarafından dâvet edilmişler. Ebû Süfyân ile arkadaşları Hirakl’in yanına gelmişler. (O zaman) Hirakl ile adamları İlyâ (yâni Beytü’l-Makdis)’te imiş. Rûm ileri gelenleri yanında iken Kayser bunları meclisine çağırmış. Huzûruna getirtip tercümânın gelmesini emretmiş. Tercümân:
«‒Rasûl olduğunu söyleyen bu zâta neseben en yakın olan hanginizdir?» diye sormuş.”
Ebû Süfyân der ki:
“‒Neseben en yakınları benim” dedim. Bunun üzerine Hirakl:
“‒Onu benim yakınıma getiriniz. Arkadaşlarını da yakına getiriniz. Lâkin onlar bunun arkasında dursunlar” dedi. Ondan sonra tercümânına dönüp:
“‒Bunlara söyle, ben O zât hakkında bu adama bazı şeyler soracağım. Bana yalan söylerse onu tekzîb etsinler.” dedi.
Vallâhi arkadaşlarım yalanımı ötede beride söylerler diye utanmasaydım O’nun (yâni Rasûlullâh s.a.v) hakkında yalan uydururdum.
Ondan sonra bana ilk sorduğu şu oldu:
“‒Sizin içinizde nesebi nasıldır?”
“‒O’nun içimizde nesebi pek büyüktür” dedim.
“‒Sizden bu sözü, ondan evvel söylemiş (yâni ondan evvel nübüvvet iddiasında bulunmuş) biri var mıydı?” dedi.
“‒Yoktu.” dedim.
“‒Ataları ve ecdâdı içinde hiç melik gelmiş midir?” dedi.
“‒Hayır.” dedim.
“‒O’na tâbi olanlar halkın eşrâfı mı, yoksa zayıfları mıdır?” dedi.
“‒Halkın (eşrâfı değil) zayıflarıdır.” dedim. (Diğer rivâyete göre: “İçimizden zayıf, yoksul ve genç olanlar O’na tâbi oldular. Neseb ve şeref sahiplerine gelince onlardan hiçbiri O’na tâbî olmadılar.” dedim.)
“‒O’na tâbi olanlar artıyor mu, yoksa eksiliyor mu?” dedi.
“‒Artıyorlar, (eksilmiyorlar)” dedim.
“‒İçlerinde O’nun dînine girdikten sonra beğenmeyip irtidâd eden (dinden dönen) var mı?” dedi.
“‒Yok.” dedim.
“‒Kendisine risâlet verildiğini söylemeden evvel hiç O’nu yalan ile ithâm ettiğiniz oldu mu?” dedi.
“‒Hayır.” dedim.
“‒Hiç gadreder mi, yâni ahdini bozar mı?” dedi.
“‒Hayır, gadretmez, ancak biz şimdi O’nunla bir müddete kadar mütâreke hâlindeyiz. Bu müddet içinde ne yapacağını bilmiyoruz” dedim. (Muhammed’i kötülemek için) bu sözden başka bir şey söylemeye imkân bulamadım.
“‒O’nunla hiç muhârebe ettiniz mi?” dedi.
“‒Evet, ettik.” dedim.
“‒O’nunla yaptığınız muhârebelerin neticeleri ne oldu?” dedi.
“‒Aramızda harb tâlihi nöbet iledir. Kâh O bize zarar verir, kâh biz O’na zarar veririz.” dedim.
“‒Peki, size ne emrediyor?” dedi.
“‒Bize «Yalnız Allâh’a ibâdet ediniz, hiçbir şeyi O’na ortak koşmayınız, dedelerinizin ibâdet ettiği putları terk ediniz!» diyor. Bize namazı, (sadakayı, yâni zekâtı), sıdk ve iffeti, sıla-i rahmi emrediyor” dedim.
Bunun üzerine tercümâna dedi ki:
“‒Ona söyle: Nesebini sordum. İçinizde nesebinin yüksek olduğunu beyân ettin. Nebîler de zâten böyle kavimlerinin nesebi yüksek olanları içinden gönderilirler.
«İçinizden bu sözü O’ndan evvel söylemiş biri var mıydı?» diye sordum. «Hayır» dedin. O’ndan evvel bu sözü söylemiş bir kimse olaydı «Bu da kendisinden evvel söylenmiş bir söze uyup onu taklit etmek isteyen bir kişidir» diyebilirdim diye düşünüyorum.
«Ataları ve ecdâdı içinde hiç melik gelmiş midir?» diye sordum. «Hayır» dedin. Ataları ve ecdâdından bir melik olaydı «Bu da babasının mülkünü geri almaya çalışan bir kimsedir» diye hükmederdim diyorum.
«Bu dâvâsına kıyâm etmeden evvel O’nun bir yalanını yakalamış mıydınız?» diye sordum. «Hayır» dedin. Ben bilirim ki önceden insanlara yalan söylemediyse sonradan Allah’a karşı yalan söylemesi mümkün değildir.
«O’na tâbi olanlar halkın eşrâfı mı yoksa zayıfları mı?» diye sordum. O’na tâbi olanların zayıflar olduğunu söyledin. Târih boyunca rasullerin tâbîleri de zâten hep bu zayıf insanlar olmuştur.
«O’na tâbî olanlar artıyor mu yoksa eksiliyor mu?» diye sordum. «Artıyorlar» dedin. Îmânın durumu da böyledir zâten, tamam oluncaya kadar hep bu minvâl üzere gider.
«İçlerinde O’nun dinine girdikten sonra beğenmeyip irtidâd eden (dinden dönen) var mı?» dedim. «Hayır» dedin. Îmânın getirdiği inşirâh ve ferahlık hâli kalbe girip kökleşince böyle olur.
«Hiç gadreder mi?» diye sordum. «Hayır» dedin. Nebîler de böyledir, aslâ gadretmez, sözlerinden dönmezler.
«Size ne emrediyor?» diye sordum. Yalnız Allah’a ibadet edip O’na hiçbir şeyi şirk koşmamayı emrettiğini, putlara ibadetten nehyettiğini, aynı şekilde namazı, sadakayı, zekâtı, sıdkı, iffeti emrettiğini söyledin. Eğer bu dediklerin doğru ise şu ayaklarımın bastığı yerlere yakında O Zât-ı Kerîm mâlik olacaktır. Zâten bu Nebiyy-i Zî-şân’ın zuhûr edeceğini biliyordum. Lâkin sizden olacağını tahmin etmezdim. O’nun huzûruna varabileceğimi bilsem Zât-ı Şerîfi’ni görmek için her türlü zahmete katlanırdım. Yanında olaydım kendisine hizmet ederek ayaklarını yıkardım!”
Ondan sonra Hirakl, Dıhye (r.a)[2] ile Busrâ emiri (Hâris bin Ebî Şemr el-Gassânî)’ye gönderilen ve onun tarafından da Kayser’e ulaştırılan Nebî (s.a.v) Efendimiz’in Mektub-i Şerîf’ini istedi. Getiren kişi[3] onu Hirakl’e verdi. O da okudu. Mektûb-i Şerif şöyle idi:
“Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm.
Allah’ın kulu ve Rasûlü Muhammed’den (s.a.v) Rûm’un büyüğü Hirakl’e…
Hidâyete tâbî olanlara selâm olsun!
Bundan sonra: Seni İslâm’a dâvet ediyorum. İslâm’a gir ki selâmette kalasın! Allah Teâlâ da sana ecrini iki kat versin. Eğer kabul etmezsen fakir çiftçilerin günahı senin boynunadır.
«Ey Rasûl-i Muazzamım! Yahûdi ve Hristiyanlara de ki: “Ey ehl-i kitâb! Gelin hem bizce, hem sizce aynı seviyede makbul olan bir hak söz üzerinde ittifak edelim. Gelin Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da birbirimizi rab edinmeyelim!” Buna aldırmazlarsa onlara; “Öyle ise şâhid olun biz Müslümanız!” deyin!» (Âl-i İmrân, 64)”
Hirakl diyeceğini dedikten ve Mektûb-i Şerîf’in kıraatini bitirdikten sonra yanında gürültüler çoğaldı, sesler yükseldi, biz de yanından çıkarıldık. Arkadaşlarımla yalnız kalınca onlara:
“‒İbn-i Ebî Kebşe’nin[4] (yani Rasûlullah [s.a.v]’in) işi hakikaten azamet peydâ ediyor, iyice büyüyor. Baksanıza Benî Asfar Melik’i[5] bile O’ndan korkuyor!” dedim.
O günden tâ Cenâb-ı Hak İslâm ve inkıyâdı kalbime koyuncaya kadar hep, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in gâlip geleceğine inandım durdum.” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 6)
İmâm Zührî şöyle der:
İlyâ yani Beytü’l-Makdis sâhibi ve Hirakl’in dostu olup Şam hristiyanlarına piskopos tayin edilen İbnü’n-Nâtûr da Hirakl’den bahisle der ki:
“Hirakl Beytü’l-Makdis’e geldiği zaman günün birinde pek ziyâde gamlı göründü. Patriklerinden[6] yani emirlerinden bazıları ona:
«‒Bugün seni pek iyi görmedik, hâlini hiç beğenmedik!» dediler.
Hirakl yıldızlara bakardı. Kehânete âşina biriydi. Hâlini sorunca onlara dedi ki:
«‒Bu gece yıldızlara baktığımda Hıtân Melik’inin (sünnet olanların Sultânı’nın) zuhur etmiş olduğunu gördüm. Bu ümmet içinde sünnet olanlar kimlerdir?» diye sordu.
«‒Yahûdilerden başka sünnet olan yoktur. Onlardan da sakın endişe etme! İdâren altındaki şehirlere mektup yaz, oralardaki yahudileri katletsinler» dediler.
Derken Hirakl’in huzûruna, Gassân Melik’i tarafından gönderilen ve Rasûlullah (s.a.v) hakkında haberler getiren bir adam çıkardılar. Hirakl o adamdan havâdis alınca:
«‒Gidip şu adam sünnetli midir, değil midir bakın!» dedi. Baktılar ve sünnetli olduğunu bildirdiler. Daha sonra, gelen adama:
«‒Arap kavmi sünnetli midir?» diye sordu. «Sünnet olurlar» cevabını aldı. Bunun üzerine Hirakl:
«‒Bu ümmetin Melik’i işte zuhur etmiştir!» dedi.
Ondan sonra Hirakl, Roma’da ilimce kendi dengi olan bir dostuna mektup yazıp Hıms’a gitti. Hıms’tan ayrılmadan o dostundan Nebî (s.a.v) Efendimiz’in zuhûr ettiği ve Zât-ı Şerifi’nin Nebî olduğu hakkındaki görüşüne muvafık bir mektup geldi. Bunu müteakip Hirakl Hıms’da bulunan bir köşküne Rum ileri gelenlerini dâvet ederek kapılarının kapatılmasını emretti. Sonra yüksek bir yere çıkıp:
«‒Ey Rum cemaati! Bu zâta bey’at edip de felâh ve rüşde nâil olmayı ve mülkünüzün pâyidâr olmasını istemez misiniz?» diye hitap etti.
Cemaat yaban eşekleri gibi süratle kapılara doğru kaçıştılarsa da kapıların kapalı olduğunu gördüler. Hirakl bu derece nefretlerini görüp îmanlarından ümid kesince:
«‒Bunları geri çeviriniz!» diye emretti. Ve onlara dönüp:
«‒Deminki sözlerimi dininize olan bağlılığınızı öğrenmek için söyledim. Ve ne kadar bağlı olduğunuzu gözlerimle gördüm» dedi.
Bu söz üzerine oradakiler rızâlarını ve memnuniyetlerini beyan ederek kendisine tâzim secdesinde bulundular. Hirakl’in son durumu bu oldu.” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 6)
Herakliyus’a gönderilen mektuba baktığımızda İslâm’ın rûhunu, damgasını ve boyasını üzerinde görürüz. Besmeleyle başlar, açıkça îmâna, İslâm’a ve Efendimiz’in nübüvvetine dâvet eder. Aynı zamanda hikmet, güzel öğüt ve muhataba hürmeti de ihtivâ etmektedir. Hirakl’i İslâm’a teşvik için, kavmi arasındaki mevkiine riâyetle “Rûm’un Büyüğü” diye hitap edilmiştir. Kabul ettiğinde nâil olacağı ecir müjdelenirken, kavminin İslâm’a girmesine mânî olduğunda yükleneceği günâh ve vebâl hatırlatılarak inzâr edilmiş, korkutulmuştur.
Dipnotlar:
[1] Bkz. Buhârî, İlim, 7; Müslim, Libâs, 57, 58; İbn-i Sa’d, I, 258. [2] Dıhye bin Halîfe el-Kelbî (r.a) ashâb-ı kiramın büyüklerinden pek ziyâde yakışıklı ve güzel yüzlü kıymetli bir kişiydi. Çok kereler Cibrîl (a.s) onun sûretine temessül edip vahiy getirirdi. [3] Nâme-i Şerîf’i Busrâ emirinden alıp Hirakl’e götüren şahıs, meşhur Hâtem-i Tâî’nin oğlu Adiyy idi. Dıhye (r.a) ile birlikte Kayser’in nezdine gitmişlerdi. Müsned-i Bezzâr’da mervî olduğu üzere Nâme-i Şerîf’i Kayser’in eline sunan Dıhye’dir. [4] Müşrikler Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i “Ebû Kebşe” nâmındaki kimseye nisbet ederlerdi. Bu adam putlara tapma husûsunda Kureyş’e muhâlefet ederek “Şiʻra’l-Abûr” isimli yıldıza tapmış bir Huzâa’lı idi. Allah Rasûlü (s.a.v) de putlara ibadet hususunda Kureyş’e muhâlefet edince ona benzeterek “İbnü Ebî Kebşe: Ebû Kebşe’nin oğlu” dediler. Bir rivâyete göre de Ebû Kebşe, Peygamber Efendimiz’in anne tarafından olan büyük dedelerinden biridir. Efendimiz (s.a.v)’i ona nisbet ederek gûyâ ona çekmiş olduğunu kastetmek isterlerdi. [5] Araplar Romalılara “Benü’l-Asfar” derlerdi. [6] Patriklik, Roma ile Bizans devletlerinin yüksek idârî makamlarından idi. Bu makam, en yüksek rûhânî makam olan Patriklik’ten farklıdır.
Kaynak: Dr. Murat Kaya, Siyer-i Nebi.
YORUMLAR