Peygamberimizin Kabir Ziyareti İle İlgili Hadisleri
Kabirde nasıl bir hayat vardır? Kabir ziyareti ne sıklıkla yapılmalı? Kabir ziyareti nasıl yapılmalı? Ölülerin ardından Kur’an okunur mu? Ölünün arkasından yapılacak hayırlar nelerdir? Kabir ziyareti ile ilgili hadis-i şerifler ve açıklaması.
İnsan, hayatın akışı içinde yaşama sevinci ile ölümden ürperiş gibi iki müthiş zıtlığın arasında çalkalanır durur. Dâimî bir akış hâlinde olan hayat ve ölümün hakikî mânâları idrâk edilmeden, insanın gerçek mâhiyeti, yaratılışındaki hakîkî sır ve hikmeti ile kavranamaz.
“Dünyaya geliş ve dünyadan gidiş” gibi iki muazzam meçhûlün arasına sıkışan idrâk, dünyaya âit gerçek bir değer hükmüne ulaşıp, hâl ve hareketler buna göre tanzim edilmedikçe geçici dünyanın aldatıcı gölgeler âleminden kurtulup, gerçekler yurduna doğru mânevî bir yolculuğa çıkılamaz.
Mü’mine ölüm, Allah’tan gelen bir vuslat selâmı, neş’eler, letâfetler, iltifatlar içinde bir hâlden diğer bir hâle intikaldir. Kâfir ve fâsıklar için ise ölüm, horluk ve ıztırap içinde bir can veriş ve cehennemin ateş deryasından kopup gelen bir azap fırtınasıdır.
Beşeriyetin en mühim irfânı, toprağın altındaki muammâyı çözmekle başlar. Fikirler, çalışmalar, araştırmalar, kalbî derinlikler ve derûnî duyuşlar, ölüm gerçeği etrafında pervâneleşmedikçe, bu “mezar” denilen esrarlı ülkenin hakikati ayân olmaz.
Gerçekten hayatta insan için en mühim iki nasihatçı vardır. Bunlardan biri konuşur, diğeri susar. Konuşan nasihatçı Kur’ân-ı Kerîm, derin sükûtuyla nasihat eden ise ölümdür.
Bu gerçeğe istinâden ecdâdımız, kabristanları şehir ortalarına ve câmi giriş çıkışlarına yapmışlardır ki, bu nasihatçılardan birisi olan ölümden yeteri kadar ibret alınabilsin. Yine kabirlerde, ağaç olarak da uzun ömürlü selvi ağacını tercih etmişlerdir ki, yaz-kış solmadan rengini devam ettirsin ve dünya ötesi âlemin sonsuzluğunun sembolü olsun.
Ölümün bilinen bir dili yoktur. Lâkin o, derin bir sükûta ne muazzam mânâlar gömmüştür! Kabristanlar, fânî hayatını tüketen anne-baba, çoluk-çocuk, sevgili, hısım, akraba ve dost adresleriyle doludur.
KABİRDE NASIL BİR HAYAT VARDIR?
Allâh’ın emirlerine uygun bir hayat yaşayıp yaşamadığımıza göre şekillenecek kabir âlemi hakkında, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Kabir, ya Cennet bahçelerinden bir bahçe ya da Cehennem çukurlarından bir çukurdur.” (Tirmizî, Kıyâmet, 26) tâbirini kullanmakla, ölümle hayat arasındaki sıkı râbıta ve alâkaya işaret buyurmuşlardır.
Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- bir kabrin yanında durunca sakalı ıslanıncaya kadar ağlardı. Kendisine:
“–Cenneti ve Cehennem’i hatırladığın vakit ağlamıyorsun, fakat kabri hatırlayınca ağlıyorsun!” dediler.
Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- şu karşılığı verdi:
“–Çünkü Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle buyurduğunu işittim:
«Kabir, âhiret menzillerinin ilkidir. Kişi ondan kurtulabilirse, sonrakiler daha kolaydır. Ondan kurtulamazsa sonraki menziller kabirden daha zor ve daha şiddetlidir… Gördüğüm manzaraların hiçbiri kabir kadar korkutucu ve dehşet verici değildi!»” (Tirmizî, Zühd, 5/2308; Ahmed, I, 63-64)
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın anlattığına göre; bir yahudî kadın, birgün yanına geldi ve kabir azâbından bahsederek:
“–Allah seni kabir azâbından korusun!” dedi.
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- da Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e kabir azâbından sordu. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:
“–Evet, kabir azâbı haktır.” buyurdu.
Hazret-i Âişe vâlidemiz der ki:
“Bundan sonra Rasûlullâh’ın namaz kılıp da, namazında kabir azâbından istiâze etmediğini hiç görmedim.” (Buhârî; Cenâiz, 87; Müslim, Mesâcid, 123)
Berâ -radıyallâhu anh- anlatıyor:
“Biz Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte bir cenâzede beraberdik. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- kabrin kenarına oturup ağladılar, öyle ki (gözyaşlarıyla) toprak ıslandı. Sonra da:
«–Ey kardeşlerim! İşte (hepimizin başına gelecek olan) şu ölüme iyi hazırlanın!» buyurdular.” (İbn-i Mâce, Zühd, 19)
Hakîkaten kabristanlar bir hikmet ve ibret dershânesi, kabir ziyaretleri ise, en tesirli tefekkür-i mevt eğitimidir.
KABİR ZİYARETİ NE SIKLIKLA YAPILMALI?
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kendisinden evvel âhirete intikâl etmiş ashâbının kabirlerini bir vefâ örneği olarak sık sık ziyâret etmiş ve onlara hayır duâda bulunmuşlardır.
Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Uhud’daki şehidlerin kabirlerini ziyâret eder ve şöyle derdi:
“Sabrettiğiniz şeylere mukâbil sizlere selâm olsun! Sizler için ahiret yurdu ne kadar güzeldir!” (Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIII, 186; İbn-i Kesir, Tefsir, II, 529)
Yine O, zaman zaman Bakî Mezarlığı’na gider, onlara selâm verir ve şöyle duâ ederdi:
“Ey mü’minler yurdunun sâkinleri! Selâm size. Bizler de inşâallah sizlere kavuşacağız. Allah Teâlâ’dan bizim ve sizin için âfiyet ve selâmet dilerim.” (Müslim, Cenâiz, 104)
Hattâ bir gece yarısı Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazret-i Âişe’nin odasında uyurken Cebrâil -aleyhisselâm- O’nu uyandırdı ve getirdiği emri tebliğ etti: Allah Teâlâ onun Bakî Mezarlığı’na gidip orada medfun bulunanlara duâ etmesini istiyordu.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’yı uyandırmamaya çalışarak yavaşça kalktı. Onun bu hâli, henüz uyumamış olan Âişe annemizin merâkını celbetti. Sonra da Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in peşine takılarak Cennetü’l-Bakî Kabristanı’na kadar O’nu tâkip etti.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in iki gözü iki çeşme ağlayarak ümmetine duâ ettiğini görünce, yaptığından utandı. Orada biraz durup Peygamber-i Zîşân’ın bu duygulu hâlini seyretti. Sonra da koşarak eve döndü ve yorganını başına çekerek uyuyormuş gibi yaptı. Onun arkasından hemen eve dönen Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Âişe’yi nefes nefese görünce durumu anladı ve ona:
“Allah ve Rasûlü’nün sana haksızlık edeceğinden mi korktun?” (Müslim, Cenâiz, 103) diye sitem etti ve böylece kendi davranışlarının Allah Teâlâ tarafından murâkabe edildiğini de belirtmiş oldu.
Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh- anlatıyor:
“Peygamber Efendimiz beni Yemen’e vâli olarak gönderdiği zaman Medîne’nin dışına kadar uğurladı. Ben binek üzerindeydim, O ise yürüyordu. Bana bazı tavsiyelerde bulunduktan sonra:
«–Ey Muâz! Belki bu senemden sonra beni bir daha göremezsin! İhtimal ki şu mescidimle kabrime uğrarsın!» dedi.
Bu sözleri duyunca, Allah Rasûlü’nden ayrılmanın verdiği hüzünle ağlamaya başladım.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Ağlama ey Muâz!» buyurdu ve sonra yüzünü Medîne’ye doğru çevirerek:
«–İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olursa olsun Allâh’a karşı takvâ sâhibi olan müttakîlerdir.» buyurdu.” (Ahmed, V, 235; Heysemî, IX, 22)
Dâvûd bin Ebî Sâlih şöyle anlatır:
Birgün Mervan; yüzünü Rasûlullâh’ın kabr-i şerîfinin taşına koymuş bir kişiyi gördü ve yakasından tutarak:
“–Ne yaptığını sanıyorsun?” dedi.
Adam başını çevirince bir de baktı ki, bu kimse Ebû Eyyûb el-Ensârî -radıyallâhu anh- imiş. O Peygamber âşığı sahâbî şöyle dedi:
“–Evet, ne yaptığımı biliyorum. Ben Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e geldim, taşa gelmedim. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle dediğini işittim:
«Dîni ehil olanlar üstlendi mi, dîn için kaygılanma; ancak ehil olmayanlar dîni tedvîre başladılar mı, dîn için ne kadar endişelensen ve ağlasan yeridir.»” (Ahmed bin Hanbel, V, 422)
Bu hâdisede bir sahâbînin Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kabr-i şerîfine yüz sürerek O’nu ziyaret ettiğini görmekteyiz.
Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendileri sık sık kabir ziyaretlerinde bulundukları gibi, ashâbını ve ümmetini de bu konuda şu sözleriyle teşvik etmişlerdir:
“Ben size kabir ziyâretini yasaklamıştım. Şimdi ise ziyaret edin. Çünkü kabir ziyareti size âhireti hatırlatır.” (Tirmizî, Cenâiz, 60; Müslim, Cenâiz, 106)[1]
Kabir ziyâreti, ziyâret eden için bir ibret vesîlesi olduğu gibi, ziyâret edilenler için de bir rahmet vesîlesidir. Zîrâ kabre giren kişi, bataklığa düşen insan gibi imdat bekler.
İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- şöyle rivâyet eder:
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, iki kabrin yanından geçerken onlar hakkında:
“İkisi de azâb görüyorlar, ancak büyük bir günahtan dolayı değil. Birisi söz götürüp getirdiğinden, diğeri de küçük abdest bozarken îcâb ettiği sûrette korunmadığından dolayı muazzeb oluyor.” buyurdu.
Akabinde yaş bir hurma dalı istedi. Onu ikiye ayırdı ve daha sonra bunları kabirlerin başına birer birer dikti. Sonra da sözlerine şöyle devâm etti:
“Kurumadıkları müddetçe onların azâbını hafifletmeleri umulur.” (Müslim, Tahâret, 111)
Müfessir Kurtubî bu hadîs-i şerîfi şöyle îzâh eder:
“Kurumadıkları müddetçe” kısmı o dalların yaş kaldıkları müddetçe tesbih ettiklerine işâret etmektedir. Nitekim âlimlerimiz şöyle demişlerdir: Kabirlere ağaç dikmekten ve orada Kur’ân-ı Kerîm okumaktan, oradakiler istifâde ederler. Bir ağaç dikmek bile ölülerin azâbını hafifletirse, bir mü’minin Kur’ân okumasından kim bilir ne kadar istifâde ederler? Ölüye hediye edilen şeyin sevâbı da kendisine ulaşır.” (Kurtubî, Tefsîr, X, 267)
ÖLÜLERİN ARDINDAN NEDEN YASİN SURESİ OKUNUR?
Kur’ân tilâveti sebebiyle ulaşılacak ilâhî rahmetten ölülerin de istifâdesi için bilhassa Yâsîn-i Şerîf okunması, herkesin bildiği ve tatbîk ettiği bir usûldür.
Nitekim hadîs-i şerîflerde buyrulur:
“…Yâsin, Kur’ân’ın kalbidir. Bir kimse onu Allâh’ın rızâsını ve âhiret yurdunu talep ederek okursa, muhakkak günahları bağışlanır. Ölülerinize de Yâsin Sûresi’ni okuyunuz.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 26)
“Sizden biri vefat ettiğinde onu fazla bekletmeden kabre götürünüz. Defnettiğiniz zaman da biriniz, başucunda Fâtiha Sûresi’ni, ayak ucunda da Bakara Sûresi’nin son kısmını (Âmenerrasûlü) okusun.” (Taberânî, el-Mu‘cemü’l-Kebîr, XII, 340; Deylemî, Müsned, I, 284; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, III, 44)
Alâ bin el-Leclâc, sâhâbe-i kirâmdan olan babası Leclâc’ın, vefâtı esnâsında kendilerine şu vasiyette bulunduğunu rivâyet etmiştir:
“Beni kabre koyduğunuz zaman:
« بِسْمِ اللّٰهِ وَعَلٰى سُنَّةِ رَسُولِ اللّٰهِِ » (Bismillâh ve alâ sünneti Rasûlillâh)[2] deyiniz ve üzerime toprak atınız. Başımın ucunda Bakara Sûresi’nin evvelini ve son kısmını okuyunuz. Şüphesiz ben, Abdullâh bin Ömer’in bu uygulamayı güzel gördüğüne şâhid olmuştum.” (Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, IV, 56)
Sahâbe-i kirâmdan Amr bin Âs -radıyallâhu anh-’ın vefâtı esnâsında vasiyet olarak etrâfındakilere söylediği şu sözler de câlib-i dikkattir:
“Beni kabrime defnettiğiniz zaman, bir deve kesip etini parçalayacak kadar mezarımın başında bekleyin ki, sizin varlığınızla yeni hayatıma alışma imkânı bulayım ve Rabbimin elçilerine vereceğim cevapları hazırlayayım.” (Müslim, Îmân, 192)
KABİR BAŞINDA KUR’AN OKUNUR MU?
Bu hadîsi kitabında zikreden Nevevî, İmâm Şâfiî -rahmetullâhi aleyh-’in şu sözlerini nakletmiştir:
“Mezarın başında Kur’ân’dan âyet ve sûreler okum
ak müstehabdır. Kur’ân’ın tamamının okunması (hatim edilmesi) ise, daha güzeldir.” (Nevevî, Riyâzu’s-Sâlihîn, 293)
İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-’dan rivâyet edildiğine göre Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Kabirdeki ölü, denizde boğulmak üzere olan ve dehşet içerisinde yardım isteyen kimse gibidir. Babasından, anasından, kardeşinden, samîmî ve sâdık arkadaşından gelecek bir duâ bekler. Şâyet bir duâ gelecek olsa, bu onun için dünyâ ve içindekilerden daha kıymetli ve sevimli olur. Şüphesiz Allah, kabir ehline, dünyâdakilerin duâsı bereketiyle dağlar misâli ecir verir. Dirilerin ölülere gönderebileceği en iyi hediye, onlar için istiğfâr etmek ve onlar adına sadaka vermektir.” (Deylemî, Müsned, IV, 103/6323; Ali el-Müttakî, XV, 694/42783; XV, 749/42971)
Osman bin Affân -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edildiğine göre Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir ölü defnedildikten sonra kabri başında durur ve şöyle buyururdu:
“Kardeşiniz için istiğfâr ediniz ve Allâh’ın onu kabir suâlleri karşısında doğru cevap vermeye muvaffak kılması için niyazda bulununuz. Çünkü o şu anda sorgulanmaktadır.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 67-69/3221)
Câbir bin Abdullâh -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Sa’d bin Muâz -radıyallâhu anh- vefât ettiğinde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile beraber gittik. Peygamber Efendimiz, Sa’d’ın cenâze namazını kılıp onu kabrine koyduktan ve üzerini toprakla örttükten sonra uzun müddet tesbihatta bulundu. Biz de tesbîh ettik. Sonra tekbir getirdi. Biz de tekbir getirdik. Daha sonra:
“–Yâ Rasûlallâh! Niçin tesbîh ettiniz ve tekbir getirdiniz?” diye soruldu. Şöyle cevap verdiler:
“–Allâh ona genişlik verinceye kadar kabir şu sâlih kulu sıktı da sıktı.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, III, 360)
İbn-i Abbas -radıyallâhu anh- şöyle demektedir:
“Sa’d bin Muâz defnedildiği gün Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun kabri başında ayakta dururken şöyle buyurdular:
“Şâyet bir kimse kabrin fitnesinden kurtulacak olsaydı, şüphesiz ki, Sa’d bin Muâz kurtulurdu. Ancak onu kabir önce sıktı, sonra da Allâh ona genişlik verdi.” (Taberânî, Mu’cemu’l-Kebir, X, 334)
Bu rivâyetlerden de anlaşılacağı üzere kabirleri ziyâret etmek, orada bulunanlara selâm verip duâ ve istiğfarda bulunmak, onlar adına hayır ve hasenât yapıp Kur’ân-ı Kerîm tilâvet etmek, mevtâlar için bir rahmet vesîlesidir. Kur’ân-ı Kerîm’de Rabbimiz, bizden önce âhirete intikâl etmiş mü’min kardeşlerimiz için şöyle duâ etmemizi beyân buyurur:
“Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş îmanlı kardeşlerimizi bağışla; kalblerimizde, îman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen çok şefkatli ve çok merhametlisin.” (el-Haşr, 10)
Ancak kabir ziyâretlerinde dikkat edilecek diğer bir husus da, bâzı yanlış uygulama ve bid‘at davranışlardan ictinâb etmektir.
Ehl-i sünnet ulemâsı, mü’minlerin kabir ziyaretleriyle ilgili ifrat ve tefritten korunması için pek çok şey yazıp söylemişler ise de bu husustaki yanlış tatbikâtın her iki vechesi de yâni ifratı da tefriti de, bugüne kadar -maalesef- lâyıkıyla önlenememiştir.
Dînî bilgisi sığ olan insanların zihnini bir hayli karıştıran kabir ziyareti ve onunla ilgili hissiyat ve davranışların ifrat ve tefritten arındırılabilmesi pek müşkil bir iştir. Zîrâ insanoğlunun mücerred gerçekleri kavramaktaki kifâyetsizliği, kabir ziyaretini -bazıları için- âdetâ şirk sayılacak bir muhtevâya büründürmüştür. Kabirlerin başında mum yakmak, çaput bağlamak ve doğrudan doğruya o kabirde yatan zâttan istimdâd etmek gibi... Bu, tıpkı hristiyanların mücerred bir Allâh mefhumunu kavramaktaki kifâyetsizlikleri sebebiyle, mâsum bir nebî olan Hazret-i Îsâ’ya ulûhiyyet izâfe etmeleri gibi bir zaaf ve acziyetin tezâhürüdür. Diğer taraftan bu ifratlara (aşırılıklara) bir aksülamel olarak ortaya konulmuş tefrit mâhiyetindeki diğer bir telâkkî ile kabir ziyaretini “şirk” sayacak kadar ileri giden görüşler de aynı hatayı tersinden ortaya koymaktadırlar.
ÖLÜNÜN ARKASINDAN YAPILAN HAYIRLAR
İslâm, her meselede olduğu gibi kabir ziyâreti hususunda da îtidâl prensibini esas almaktadır. Yukarıda da anlatıldığı gibi Hazret-i Peygamber ve ashâb-ı kirâmın kabir ziyâretiyle ilgili söz ve tatbikâtları, bu hususta ifrat ve tefrite düşmeden nasıl davranılması gerektiğini bizlere sergilemektedir.
İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ- anlatır:
Sa’d bin Ubâde -radıyallâhu anh-’ın annesi vefat etmişti. O, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Yanında bulunmadığım bir sırada annem vefat etti. Onun adına sadaka versem kendisine bir faydası dokunur mu?” diye sordu.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Evet.” buyurunca, Sa’d -radıyallâhu anh-:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Siz de şâhid olun ki meyve bahçemi annem adına tasadduk ediyorum.” dedi. (Buhârî, Vesâyâ, 15)
Abdurrahmân bin Ebî Amra’nın anlattığına göre annesi, bir köle âzâd etmek istemiş ve bunu sabaha tehir etmişti. Ancak sabaha çıkamadan vefât etmişti. Abdurrahmân, Kâsım bin Muhammed’e:
“–Ben annem adına bir köle âzâd etsem, anneme faydası olur mu (sevâbı ona ulaşır mı)?” diye sorunca, Kâsım şu cevâbı vermiş:
“–Sa’d bin Ubâde, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelip:
«–Annem vefât etti, ben onun adına bir köle âzâd etsem ona faydası olur mu?» diye sormuştu. Allah Rasûlü: «Evet!» buyurdular.” (Muvatta’, Itk, 13)
Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın oğlu Abdurrahmân, uyuduğu bir esnâda âniden vefât edivermişti. Âişe vâlidemiz bu kardeşinin hayrına pek çok köle âzâd etti. (Muvatta’, Itk, 14)
İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- anlatıyor:
Bir kimse Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek:
“–Yâ Rasûlallâh! Annem vefât etti, üzerinde de bir aylık oruç borcu var, onun adına bu borcu ödeyeyim mi?” dedi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Annenin üzerinde mal borcu olsaydı onun adına ödeyivermez miydin?” diye sordu.
“–Evet, öderdim!” deyince, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:
“–Allâh’ın borcu ödenmeye daha lâyıktır!” buyurdu. (Müslim, Sıyâm, 155)
Diğer bir rivâyette de Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Annenin üzerinde borç olsaydı da sen ödeyiverseydin, bu borç onun yerine ödenmiş olur muydu?” diye sordu.
Muhâtabı, “evet” deyince de:
“–Öyleyse annene bedel oruç tut!” buyurdu. (Müslim, Sıyâm, 156)
Hidâyet rehberimiz Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“İnsan öldüğü zaman bütün amelleri kesilir. Ancak şu üç şey bundan müstesnâdır: Sadaka-i câriye, istifâde edilen ilim ve kendisine duâ eden hayırlı evlâd.” buyurmuştur. (Müslim, Vasıyyet, 14)
Bu hadîs-i şerîfler, vefat etmiş mü’minlerin, sağlıklarında yaptıkları ve vefatlarından sonra da devâm etmekte olan hayrâtlarından fayda göreceklerini, ayrıca hayatta olan yakınlarının ve mü’min kardeşlerinin duâ ve infaklarından istifâde edebileceklerini beyân buyurmakta ve onları bu hayırları işlemeye teşvik etmektedir.
Gerçekten, âhirete intikâl etmiş bir mü’minin ardından, sevâbı ona âit olmak niyetiyle birçok hayırlar yapılmalıdır. Yukarıdaki hadîs-i şerîf muktezâsınca, vefat eden bir mü’minin hayrâtı devâm ettiği müddetçe ecri de devâm eder ve amel defteri kapanmaz. Vefat ettiğinde yalnız başına kabir âlemine girip dünyâya vedâ eden bir mü’min için, vârislerinin ve gerçek dostlarının bir vefâ borcu olarak muhtelif hayırlar yapmaları, en fazîletli ameller cümlesindendir.
Bilhassa mevtânın borçlarını ödemek, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından teşvik edilmiş bir amel-i sâlihtir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir cenâze geldiği zaman borcu olup olmadığını sorar, borcu ödettirildikten sonra cenâze namazını kılardı. Bu hâl, mevtâlarımız için bizlere ne ince bir merhamet tâlimidir.
Bu hususta İmam Muhammed’in, zarûretler sebebiyle tutulamayan ve kazâ etmeye de güç yetirilemeyen oruçların yerine fidye verilmesine kıyas ederek, kılınamamış namazların da affedilmesi ümîdiyle, “iskât-ı salât” tâbir olunan bir ictihâdı mevcuttur. Buna göre, kılınamamış her vakit namaz için, bir fakirin bir günlük yiyecek ihtiyâcının karşılanması veya buna tekâbül eden belli bir meblağın infak edilmesi gerekmektedir. Ancak yapılacak olan bu infak, miktar bakımından hiçbir değişikliğe uğramadan, aynen muhtaca intikâl ettirilmelidir. İmam Muhammed Hazretleri’nin bu ictihâdından üç mühim fayda mülâhaza edilmektedir:
a) İnfâka teşvik ve infâk edenin ecre nâil olması,
b) Muhtaçların sevinip mevtâ için duâ etmesi,
c) Mevtâ için Cenâb-ı Hakk’ın af ve rahmetinin ümid edilmesi.
Mevtânın hayrına yapılmakta olan “iskat”[3] muâmelesi, maalesef günümüzde “devir”[4] yapılmak sûretiyle asıl gâyesinden uzaklaştırılarak İslâm’ın rûhuna zıt bir mâhiyete büründürülmüştür.
“Devir” adı verilen bu uygulama, bir nevî hîleye dönüştürülmüştür. Bu tür yanlış bir uygulama ile, îfâ edilmemiş bir ibâdet, hakîkatte infâk edilmemiş sadaka görünümlü bir davranışla telâfî edilmeye çalışılmaktadır. Şöyle ki; âhirete intikâl etmiş bir kimsenin, üzerinde bulunabilecek muhtemel namaz borçlarından[5] temizlenmesi maksadıyla, ortaya bir miktar para konulmakta ve bunun hâlis bir niyetle ihtiyaç sahiplerine intikâl ettirilmesi gerekirken, maalesef çoğu kere birkaç kişi arasında « قَبِلْتُ aldım, kabul ettim; وَهَبْتُ hîbe ettim » ifâdeleriyle elden ele devredilmekte, bununla da gûyâ infak edilen meblağın miktarı çoğaltılmaktadır. Az bir parayı birçok insana -niyet unsuru baştan belli olan bir hareketle- önce verip, sonra geri almak, daha sonra bir başkasına verip tekrar geri almak ve bu sûretle hazır bulunanlar sayısınca bu meblağın çoğalmış olduğuna ve hayrın arttığına inanmak, bunu yapanların ancak kendilerini kandırabildikleri çirkin bir bid’attır. Bilhassa varlıklı kişilerin böyle bir yola tevessül etmeleri ve bundan bir netîce ummaları çok daha hayret vericidir. Üstelik bu durum, hâriçten bakanların, büyük bir mantıksızlık olarak telâkkî ettiği ve -hâşâ- Allâh’ı aldatmaya çalışmak gibi gördüğü, abesle iştigâlden başka bir şey değildir.
Dipnotlar:
[1] Câhiliye zamanında insanlar, ecdatlarına âit rûhların bir kudsiyet kazandığını düşünerek bununla iftihâr ederler ve kabir ziyâretinde bulunurlardı. Cenâb-ı Peygamber, bu bâtıl câhiliye âdetinden bir eser kalmaması için ilk zamanlar kabir ziyâretini men etmişti. Bu tehlike zâil olunca bilhassa tefekkür-i mevt gâyesiyle kabirlerin ziyâretine izin verdi.
[2] Allâh’ın adıyla ve Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sünneti üzere (seni Hakk’a emânet ediyoruz).
[3] İskat: Namaz, oruç, kurban, adak, kefâret gibi ibâdet ve borçları îfâ etmeden vefat etmiş bir kimseyi bu borçlardan kurtarmak için fukaraya nakdî bedellerini vermeye denir. (Hayrettin Karaman, Ebediyet Yolcusunu Uğurlarken, s. 81-85)
[4] Devir: Nakdî bedeli vermek yerine muayyen bir miktarı bir bez parçasının içine koyup fukaraya hibe etmek, sonra onu hibe yoluyla tekrar geri almak ve borç bitinceye kadar bu işe devâm etmeye denir. Böyle bir tatbikat Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn devirlerinde yoktur. Lâkin iskâta hicrî ikinci asrın sonlarında, devir sûretiyle iskâta ise hicrî beşinci asırda cevaz verilmiştir. Zamânımızda âdet hâline gelmiş olan ve İslâm’ın kaynaklarına dayandığı sanılan devir âdeti, infakta cimriliğe ve ibâdetlerde tenbelliğe sebep teşkil eden bir bid’at mâhiyetindedir. Bu bakımdan, devir âdetinin terk edilmesi ve mevtâ nâmına doğrudan doğruya sadaka verilmesi, hayırlar yapılması, kusurlarının affı için de Allah Teâlâ’ya yalvarılması gerekir. Böylece hem sünnete uygun hareket edilmiş, hem de yapılan mâlî ibâdetler, hayırlar ve sadakalar, gerçek sâhiplerini yâni ona muhtaç olan şahısları bulmuş olacaktır. (Hayrettin Karaman, Ebediyet Yolcusunu Uğurlarken, s. 81-85)
[5] Bu namaz borçlarından kastedilen şudur: Vefat eden bir kimsenin hayattayken kılamadığı veya ihlâs ve huşû gibi bâtınî şartlarına lâyıkıyla riâyet edemeden kılmış olduğu namazlardır. Yoksa burada, böyle bir telâfî yoluna güvenerek gevşeklik ve tembellik sebebiyle edâ edilmemiş namazlar kastedilmemektedir.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf, Erkam Yayınları