Peygamberimizin Sütanneye Verilmesi

Doğumu

Fahr-i Kâinât Efendimiz’i, ilk birkaç gün annesi Hazret-i Âmine emzirdi. Daha sonra Süveybe Hâtun, oğlu Mesrûh ile birlikte Allâh Resûlü’nü de emzirerek Âlemlerin Efendisi’ne süt annelik yaptı.

Varlık Nûru, dünyâya yetim olarak gözlerini açmıştı. Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak bunu şöyle ifâde buyurur:

أَلَمْ يَجِدْكَ يَتِيمًا فَآوَى

“O, Sen’i bir yetim bulup da barındırmadı mı?” (ed-Duhâ, 6)

PEYGAMBERİMİZİN İLK SÜT ANNESİ

Fahr-i Kâinât Efendimiz’i, ilk birkaç gün annesi Hazret-i Âmine emzirdi. Daha sonra Süveybe Hâtun, oğlu Mesrûh ile birlikte Allâh Resûlü’nü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de emzirerek Âlemlerin Efendisi’ne süt annelik yaptı.[1] (İbn-i Sa’d, I, 108)

Bir vefâ timsâli olan Resûlullâh de, hayâtının daha sonraki devrelerinde süt annesi Süveybe Hâtun’a dâimâ ilgi ve alâka gösterirdi. Mekke’de iken gerek Allâh Resûlü gerekse Hatîce vâlidemiz, ona iyilik ve ikramda bulunurlardı. Varlık Nûru, Medîne’ye hicret edince Süveybe Hâtun’a dâimâ yiyecek ve giyecek göndermiş, ihtiyaçlarını karşılamıştır. Hicretin yedinci yılında Hayber seferinden dönerken onun vefât etmiş olduğunu haber alan Allâh Resûlü:

“−Oğlu Mesrûh ne yapıyor?” diye sordu.

“−O annesinden önce vefât etti!” dediler.

Bunun üzerine Resûlullâh, onun akrabâlarından sağ kalan kimse olup olmadığını sordu ve kimsenin kalmadığını öğrendi. (İbn-i Sa’d, I, 108, 109)

Peygamber Efendimiz’in Süveybe Hâtun’a gösterdiği bu hürmet ve alâka, kâbına varılmaz bir kadir-şinaslık ve vefâkârlık numûnesidir.

Âlemlerin Efendisi’ne süt annelik yapma şerefi Süveybe Hâtun’dan sonra Halîme Hâtun’a nasîb oldu.

O devirde Arapların bir âdeti vardı. Yeni doğan çocukları süt emmeleri için çölde yaşayan kabîlelere verirlerdi. Çöl iklîmi insanları daha sağlıklı ve daha cesur hâle getirdiği gibi oradaki insanların konuşmaları da daha düzgün ve fasîh idi. Böylece çocuklar sağlıklı ve fasîh konuşan bir kimse olarak yetişirlerdi.

EN FASİH VE BELÎĞ KONUŞAN PEYGAMBER

Bu mübârek yavru da, Arap örfü sebebi ile süt annesi tâlihli kadın Halîme Hâtun’a verilmişti. Çünkü Benî Sa’d kabîlesi, Arap kabîleleri içinde dili en fasîh olanı idi. İnsanların en fasîh ve belîğ konuşanı olan Resûlullâh, bu vesîleyle belâgatın zirvesi olan Kelâmullâh’ı teblîğ ve beyan vazîfesi için çocukluğundan itibâren hazırlanmıştır.

Nitekim Hazret-i Ebûbekir:

“−Yâ Resûlallâh! Sen’den daha fasîh konuşan bir kimse görmedim.” dediğinde, Allâh Resûlü:

“−Bunda şaşılacak ne var! Ben Kureyş kabîlesine mensûbum ve Sa’doğullarına sütanneye verildim.” buyurmuştur. (Ali el-Muttakî, VI, 174/15247)

PEYGAMBERİMİZİN SÜT ANNESİ HZ. HALİME

Halîme bint-i Hâris (r.a.), Âlemlerin Sultânı’na sütanne olması hâdisesini şöyle anlatmaktadır:

“Kıtlığın hüküm sürdüğü bir seneydi. Beyaz bir merkebe binerek Sa’doğullarından bâzı kadınlarla, süt emzirecek çocuklar bul­mak için Mekke’ye doğru yola çıktık. Yi­yecek bir şeyimiz kalmamıştı, berâberimizde dişi ve yaşlı bir deve vardı. Ancak onun bir damla bile sü­tü yoktu. Bir de çocuğumuz vardı. Nebende ne de devede ona yetecek süt olmadı­ğı için çocuğun ağlama sesinden uyuyamaz hâle geldik. Nihâyet Mekke’ye vâsıl olduk. Muhammed’in (s.a.v.) takdîm edilmediği hiçbir kadın kalmadı. Fakat kimse O’nu kabûl etmedi. Çünkü herkes babası hayatta olan bir ço­cuk arıyordu. Oysa O, bir yetim idi. Derken benden başka herkes emzirecek bir çocuk buldu ve alıp gitti. Ben de bir çocuk almadan geri dönmek istemedim. Kocama dedim ki:

«−Mutlakâ gidip şu yetim çocuğu alaca­ğım!»

Nitekim gittim, O’nu aldım ve çadırıma dön­düm. Kocam:

«−O’nu almakla iyi ettin. Kim bilir belki Allâh bu çocuk sâyesinde bize hayır ve be­reket ihsân eder.» dedi.

Vallâhi çocuğu kucağıma alır almaz sütlerim dolup taştı. O’nu emzirdim, doydu; süt kardeşini de emzirdim, o da kana kana içip doydu. Gece olunca kocam yaşlı devemizin yanına vardı, bir de ne görsün, memeleri sütle dolup taşmış! İstediğimiz kadar sağdık, kana kana içtik ve doyduk. O gece ne açlığımız ne de susuzluğumuz kaldı. Çocuklarımız da rahat bir şekilde uyudular. Kocam:

«−Vallâhi be­nim kanaatime göre sen çok mübârek bir çocuk almışsın!» demekten kendini alamadı.

Merkebime binip yola çıktık. Önceden en geride kalan merkebim, kâfiledeki bütün hayvanları geçiyordu, onu zor zaptediyordum. Herkes şaşkına dönmüş bir hâlde:

«−Bu gelirken bindiğin merkep değil mi?» diye soruyordu. Ben de:

«−Evet.» diyordum. Nihâyet beldemize vardık. Orası oldukça çorak bir yerdi. Fakat bizim koyunlar yayıldıkları yerlerden memeleri sütle dolmuş ola­rak dönüyorlardı. Di­ğer insanların koyunları ise yorgun, bitkin, aç ve susuz olarak geri geliyorlardı. Herkesin koyunları sütsüz iken biz koyunlarımızı sa­ğıp bol bol süt içiyorduk. Mal sâhipleri ço­banlarına çıkışarak:

«−Yazık size! Hayvanlarımızı Halîme’nin çobanının ot­lattığı yerlerde otlatmıyor musunuz?» diyorlardı.

Evet, bu serzenişlerinde haklı idiler. Çünkü çobanlar aynı yerlerde otlatıyorlardı, fa­kat onların koyunları aç ve sütsüz dönerken bizimkilerin memeleri sütle dolup ta­şıyordu.

Muhammed (a.s.) bir günde, diğer çocukların bir ayda büyüdükleri kadar gelişiyordu. Bir ayda bir senelik çocuk kadar büyüyordu. Bir yaşına girdiğinde epeyce gösterişli olmuştu.

Yanımızda birkaç sene kaldıktan sonra nihâyet onu annesine götür­dük. Süt babası, Âmine Hâtun’a:

«−Oğlu­mu bana geri ver. Mek­ke’deki vebâ salgınından korku­yoruz.» diye ısrâr etti. Aynı zamanda O’nun bereketinden mahrum kalmak da istemiyorduk. O kadar ısrâr ettik ki nihâyet annesi:

«−Haydi onu tekrar götü­rün!» demek zorunda kaldı.” (Heysemî, VIII, 221; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 278-279)

Varlık Nûru, sütannesinin yanındayken, birgün süt kardeşi Şeymâ ile öğle sıcağında kuzuların yanına gitmiş­lerdi. Dönüşlerinde Halîme Hâtun, kızı Şeymâ’ya:

“–Böyle şiddetli sıcakta niçin dışarı çıktınız?” dedi.

Şeymâ ise yaşamış oldukları ilâhî lutfu şöyle dile getirdi:

“–Anneciğim! Biz güneşin yakıcı harâretini hiç hissetmedik. Kardeşimin başı üze­rinde devamlı bir bulut dolaşıyor ve bizi gölgeliyordu...” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 279; İbn-i Sa’d, I, 112)

Halîme Hâtun anlatmaya devâm ediyor:

“Bizde bir müddet daha kaldı. Karşılaştığımız bâzı hârikulâde hâller sebebiyle başına bir şey gelmesinden endişe ediyorduk. Bu yüzden O’nu alıp hemen yola çıktık. Mekke’nin yukarı tarafında kalabalık arasında O’nu kaybettik.” (İbn-i Hişâm, I, 179; İbn-i Sa’d, I, 112)

Mekkelileri büyük bir telâş sardı, herkes O mâsum yavruyu aramaya çıktı. Ancak bulamadılar. Abdülmuttalib Kâbe’de duâ ediyordu. O esnâda semâdan bir sesin:

«−Ey cemaat, feryâd etmeyiniz! Hiç şüphesiz Muhammed’in Rabbi vardır. O’nu yardımsız bırakmaz ve zâyi etmez!» dediğini işittik. Abdülmuttalib:

«−Ey bize seslenen! O’nun nerede olduğunu da haber ver!» dedi. O ses:

«−O, Tihâme Vâdisi’nde sağdaki ağacın yanındadır.» diye haber verdi. Bunun üzerine Abdülmuttalib hemen o tarafa doğru gitti ve torununu buldu. (Diyarbekrî, I, 228)

«−Canım sana fedâ olsun! Ben Sen’in deden Abdülmuttalib’im!» dedi. Onu öptü, kucakladı ve bağrına bastı.” (Halebî, I, 154)

Duhâ Sûresi’ndeki:

وَوَجَدَكَ ضَالاًّ فَهَدَى

“Seni (çocukluğunda) şaşırmış bulup doğru yola eriştirmedi mi?” (ed-Duhâ, 7) âyet-i kerîmesinin bu hâdiseye işâret ettiği rivâyet edilir.[2]

Halîme Hâtun hâdisenin devâmını şöyle anlatır:

“Annesi Âmine’nin yanına vardığımızda:

«−Çocuğumu ısrarla alıp götürdünüz, şimdi neden geri ge­tirdiniz?» diye sordu. Ben:

«−Vallâhi biz vazîfemizi yaptık, üzerimize düşeni eksiksiz yerine getir­dik. Sonra başına gelen hâdiselerden korktuk da götürüp âilesine teslîm edelim dedik.» karşılığını verdim. Annesi:

«−Ne olur bana O’nun başına gelenleri anlatın?» dedi. O kadar ısrâr etti ki anlatmak zorunda kaldık. Anlattıklarımız karşısında hiç de hayret etmedi. Bize:

«−Zâten benim bu oğlu­mun insanı hayrete düşürecek pek çok hâlleri olmuştur. Onun için hiç endişelenmeyin. Ben de size O’nunla alâkalı gördüklerimi anlatayım.» dedi ve doğumu esnâsında meydana gelen hârikulâde hâlleri anlattı. Sonra da:

«−Haydi O’nu bırakın ve gönül huzuruyla yurdunuza dönün!» dedi.” (Heysemî, VIII, 221; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 278-279)

Halîme Hâtun der ki:

“Abdülmuttalib, beni en güzel hediyelerle uğurladı. Ben yurduma târif edemeyeceğim kadar çok ve kıymetli mallarla döndüm. Muhammed, dedesinin yanında kaldı. Abdülmuttalib’e O’nun başından geçen her şeyi anlattım. Abdülmuttalib O’nu bağrına basıp ağladı ve:

«−Ey Halîme! Hiç şüphesiz oğlumun şânı çok yüce olacaktır. Ben o zamâna erişmeyi ne kadar arzu ederdim!» dedi.” (Beyhakî, Delâil, I, 145)

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN SÜTANNESİ VE KARDEŞLERİNE VEFASI

Hazret-i Peygamber, süt akrabâlarına karşı ömür boyu vefâkâr davranmıştır. Halîme Hâtun’u her gördüğünde: “Anneciğim! Anneciğim!” der, kendisine candan muhabbet ve hürmet gösterir, ridâsını (üst elbisesini) yere serip üzerine oturtur, bir isteği varsa hemen yerine getirirdi. (İbn-i Sa’d, I, 113, 114)

Halîme Hâtun, bir gün Peygamber Efendimiz’i görmek için Mekke’ye gelmişti. Efendimiz o vakit Hazret-i Hatîce ile evli idi. Halîme Hâtun’u misâfir ettiler ve güzelce ağırladılar. Hazret-i Halîme, yurtlarında hüküm süren kuraklık ve kıtlıktan, hayvanlarının kırıldığından dert yandı. Fahr-i Kâinât Efendimiz, Hazret-i Hatîce ile konuştu. Hatîce vâlidemiz ona kırk koyun ile binmek ve yüklerini taşımak üzere bir de deve hediye etti.[3]

Mekke’nin fethi esnâsında Resûlullâh Ebtah mevkiinde iken Halîme Hâtun’un kız kardeşi onu ziyârete gelmişti. Bir dağarcık içinde keş peyniri ve yağ gibi şeyler hediye etmişti. Allâh Resûlü ona hemen süt annesini sordu. Vefât etmiş olduğu söylenince Peygamber Efendimiz’in gözleri yaşla doldu. Geride kimleri kaldığını sordu. Daha sonra da bu hanıma elbise giydirilmesini, bir deve ve iki yüz dirhem gümüş para verilmesini emretti. Kadıncağız sevinçle yurduna dönerken:

“–Sen, küçükken de büyüdükten sonra da ne güzel kefîl olunan ve bakılansın!” diyordu. (Vâkıdî, II, 869; Belâzurî, I, 95)

[1] Süveybe Hâtun, Hazret-i Hamza ve Ebû Seleme’yi de emzirdiği için bu sahâbîler Allâh Resûlü’nün süt kardeşi idiler. (İbn-i Sa’d, I, 108-110)

[2] Zemahşerî, VI, 240.

[3] İbn-i Sa’d, I, 114.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Muhammed Mustafa 1, Erkam Yayınları