Peygamberimizin Tavsiyeleri ve Örnek Davranışları
Peygamber (s.a.s.) Efendimiz’in tavsiyeleri ve örnek davranışları nelerdir, bunlardan nasıl bir hisse alabiliriz?
Bir varlığa duyulan muhabbet, o muhabbete vesîle olan veya ona nisbeti bulunan her şeye sirâyet eder. Meselâ mü’minler için, binlerce dağ arasında Uhud Dağı’nı farklı ve müstesnâ kılan, Resûlullah’ın (s.a.s.) ona olan husûsî muhabbetidir. Yine hicretten evvel sıradan bir şehir olan “Yesrib”i daha sonra “Medîne-i Münevvere” hâline getirip bütün ümmete sevdiren husus da, onun, Resûlullah’ın (s.a.s.) muhabbetiyle sırılsıklam yıkanmış mübârek bir mekân oluşudur. Gerçekten “Medîne-i Münevvere”nin, mü’minlerin gönlünde hiçbir şehirle kıyaslanmayacak derecede bir muhabbete mazhar olması, onun zikredildiği her an Peygamber (s.a.s.) Efendimiz’i hatırlatmasındandır.
İşte bunun gibi Allâh’ı sevmek de, O’nun en çok sevdiği Peygamber (s.a.s.) Efendimiz’i sevmeyi ve O’na tâbî olmayı gerektirir. Nitekim Cenâb-ı Hak:
“(Resûlüm!) De ki, siz gerçekten Allâh’ı seviyorsanız hemen bana uyun ki, Allah da sizi sevsin…” (Âl-i İmrân, 31) buyurmuştur.
Yâni Allah Resûlü’ne (s.a.s.) itaat husûsunda gayret göstermek, kişiyi Allah tarafından sevilen kullardan olma şerefine nâil eder. Allah ve Resûlü’ne muhabbet ve itaat netîcesinde mü’minde; Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet, kendi imkânlarını din kardeşleriyle paylaşabilme, affedebilme, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakabilme gibi güzel hasletler, rûhânî bir zevk ve lezzet hâline gelir.
Nitekim Ashâb-ı Kirâm, Resûlullah’ın (s.a.s.) hakîkatine yaklaşabilmek için, O’nun etrâfında âdeta pervâne olup O’nda fânî olmayı dünyânın en büyük nîmeti bilmiş ve bu sûretle ilâhî lutuflara nâil olmuşlardır. Târih boyunca Peygamber (s.a.s.) Efendimiz’in üsve-i hasenesinden, yâni örnek şahsiyetinden lâyıkıyla nasîb alan mü’minler de, fıtratlarındaki ilâhî neşveleri olgunlaştırarak îman ve ahlâk bakımından zirveleşmişler, insanlığa hidâyet meş’aleleri olmuşlardır.
Hasta ve gâfil kalplerin en müessir dermânı, Resûlullâh’a (s.a.s.) olan muhabbet ve O yüksek karaktere hayranlık netîcesinde meydana gelen “sünnete ittibâ”dır.
Efendimiz (s.a.s.), çok sevdiği ümmetiyle cennette de berâber olmayı arzuladığından, Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği her husûsa ümmetinin de dikkatle riâyet etmesini isterdi. Rabbimiz, âyet-i kerîmede, Rasûlü’nün ümmetine olan düşkünlüğünü şöyle beyan buyurmaktadır:
“Şânım hakkı için, size içinizden öyle bir Peygamber geldi ki, gayet izzetli ve şereflidir. Sıkıntıya düşmeniz O’na çok ağır gelir, O size çok düşkündür, üstünüze titrer, mü’minlere gayet merhametli ve şefkatlidir.” (et-Tevbe, 128)
PEYGAMBERİMİZDEN 3 ALTIN TAVSİYE
Biz ümmetine böylesine düşkün olan Efendimiz’le (s.a.s.) Kevser Havuzu’nun başında buluşabilmek için O’nun tavsiyelerine cân u gönülden kulak vermemiz îcâb etmektedir. İşte Resûlullah’ın (s.a.s.) titizlikle icâbet etmemizi istediği mühim tavsiyelerinden birkaçı:
1. Tefekkür et!
Allah Resûlü (s.a.s.) buyurur:
Rabbim bana susma hâlimin tefekkür olmasını emretti, (ben de size tavsiye ederim.)[1]
Cenâb-ı Hak, bütün mahlûkâta onların husûsiyetlerine göre bir tefekkür kâbiliyeti ihsân etmiştir. İnsanların ve cinlerin dışındaki mahlûkâtın tefekkürüne “sevk-i tabiî” denir. O tefekkür, bedenî hayâtın devâmı içindir. Hayvanâta, karnını doyurması, kendini koruması ve teselsülü gibi hususlarda yardımcı olur.
İnsana ise tefekkür, rûhânî yapısını güçlendirip Cenâb-ı Hakk’a yakın ve güzel bir kul olabilmesi için lutfedilmiştir. Hâl böyleyken, insanın tefekkür nîmetini sırf dünyevî ve nefsânî menfaatlerine hasrederek ziyân etmesi, ne fecî bir hüsrandır! İnsan, hayâtı boyunca tefekkür ve duygu derinliğinde ne kadar yükselir ve dirâyet kazanırsa, ilâhî muhabbetten o kadar nasîb alabilir ve ölüm ötesindeki saâdeti de o nisbette artar.
Tefekkür, insanoğlunu beşerî kemâlâtta zirvelere götürecek en büyük vâsıtalardan biridir. Hidâyet rehberimiz Kur’ân-ı Kerîm, insanı ilk âyetinden son âyetine kadar, derin derin tefekküre dâvet ederek insanın yaratılışındaki hikmetleri, kâinattaki hârikulâde nizâmı ve Kur’ân-ı Kerîm’in eşsiz bir beyan mûcizesi olduğunu düşünmeye sevk eder. “Akıl etmiyor musunuz?”, “Tefekkür etmez misiniz?”, “İbret almaz mısınız?” gibi ifadelerle insanları îkâz eder. Dolayısıyla insanlık haysiyetine lâyık bir şekilde yaşamak isteyen herkes, Kur’ân-ı Kerîm’in rehberliğinde bir tefekkür iklîmine girmeye muhtaçtır.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Onlar, Allâh’ın, gökleri, yeri ve bu ikisi arasında bulunan her şeyi, ancak hak ile ve belirlenmiş bir süre için yarattığını, hiç kendi kendilerine tefekkür etmediler mi?..” (er-Rûm, 8)
“Biz ilk yaratmada âcizlik mi gösterdik? Hayır! Doğrusu onlar, yeniden yaratılış (ölümden sonra dirilme) husûsunda şüphe içindedirler. Andolsun ki insanı Biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 15-16)
Ümmete örnek şahsiyet olarak lutfedilen Allah Resûlü (s.a.s.) de, varlıklar âlemi ve onun hikmet sâhibi Yaratıcı’sı hakkında sık sık tefekkürde bulunurdu. Zarûret olmaksızın konuşmazdı. Sükûnet hâli uzun sürerdi. Ümmetini de her fırsatta Allâh’ın yarattıkları üzerinde tefekküre dâvet eder,[2] tefekkürün müstesnâ bir ibâdet olduğunu ifade buyururdu.[3]
2. Allah’ı zikret!
Nebevî tavsiyelerine devamla Peygamber (s.a.s.) Efendimiz şöyle buyurur:
Rabbim bana konuşma hâlimin zikir olmasını emretti, (size de tavsiye ederim.)
Sevenler, sevdiklerini, duydukları muhabbetin şiddeti nisbetinde yâd etme ihtiyâcı hissederler. Diğer taraftan o yâd ediş de sevilene karşı duyulan muhabbeti artırır. Îmânın lezzetinden nasîb alanlar, bu istikâmette merhale katettikçe Cenâb-ı Hakk’a muhabbetleri kadar O’nu zikredişleri de artar.
Allâh’ı zikretmek, hiç şüphesiz ki “Allah” lafzını sadece kelime olarak tekrarlamak değil, O’nu yüksek bir şuur ve idrâk hâlinde, tahassüs merkezi olan kalbe yerleştirmektir. Zîrâ âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Şunu iyi biliniz ki, kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle mutmain olur (huzur bulur).” (er-Ra’d, 28)
Hazret-i Ayşe’nin bildirdiğine göre Resûlullah (s.a.s.), her ânında Allah Teâlâ’yı zikir hâlindeydi.[4] Cenâb-ı Hak bizim de aynı hâl üzere olmamızı isteyerek şöyle buyurmaktadır:
“…Rabbini çok çok zikret ve akşam-sabah tesbîh et!” (Âl-i İmrân, 41)
“(O korkulu zamanda) namazı kıldıktan sonra, gerek ayakta, gerek otururken ve gerek yanlarınız üzerinde, hep Allâh’ı zikredin...” (en-Nisâ, 103)
Allah Teâlâ bu âyette, savaş gibi korku, tehlike ve bâdirelerle dolu bir anda bile zikirden gâfil kalınmaması gerektiğini, her hâlükârda kalplerin kendisiyle beraber olmasını emretmektedir. İnsanın gaflete düşmemesi için zikir şarttır. Zîrâ Cenâb-ı Hak:
“Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın! İşte onlar fâsıklardır.” (el-Haşr, 19) buyurur. Yine Yüce Rabbimiz, Hazret-i Mûsâ ve Hârun’u (a.s.) Firavun’a gönderirken:
“Sen ve kardeşin, birlikte âyetlerimi götürün ve Ben’im zikrimden uzaklaşmayın!” (Tâhâ, 42) buyurmuştur.
Kalbi “Yâ Rabbî!” demekte olan birinin ağzından yanlış bir söz çıkamaz, o kimse haksızlık yapamaz, mahlûkâta şefkatsiz davranamaz. Zîrâ zikreden kimse, Allâh’ın Rahmân ve Rahîm esmâsının tecellîlerine mazhar olur. Zikirle meşgul olan ve kalbi Allâh ile birlikte bulunan kimsenin ibâdet hayâtı da zirveleşir. Nitekim Peygamber (s.a.s.) Efendimiz:
“Rabbini zikreden bir kimse ile etmeyenin farkı, diriyle ölünün farkı gibidir.” buyurmuştur. (Buhârî, Deavât, 66)
3. İbret Al!
Üçüncü tavsiye olarak Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:
Rabbim bana, bakışımın ibret olmasını emretti, (ben de size tavsiye ederim.)
Cenâb-ı Hak, eşyâya ve hâdiselere ibret nazarıyla bakan kullarını medhetmekte, âyetlerini böyle kulları için açıkladığını bildirmektedir. Âyet-i kerîmelerde insanlar, çevrelerindeki varlıklardan ve hâdiselerden ibret almaya sevk edilerek şöyle buyrulur:
“(İnsanlar) devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yeryüzünün nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?” (el-Ğâşiye, 17-20)
“Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğunu görmezler mi?..” (Muhammed, 10)
İlim ve irfânın en mühimi, varlıkların hâl lisânına âşinâ olabilmektir. Mevlânâ Hazretleri, bu devresini “piştim” ve “yandım” diyerek ifade eder. Mesnevî’sinde bütün varlıklarla konuşur, onların hâl lisânına tercümân olur. Bunlardan biri de gül ile konuşmasıdır. Mevlânâ Hazretleri, gül ile âdeta hasbihâl ederek şöyle der:
“Gül, o güzel kokuyu diken ile hoş geçindiği için kazandı. Bu hakîkati gülden de işit. Bak, o ne diyor:
Dikenle beraber bulunduğum için neden gama düşeyim, neden kendimi kedere salayım? Ben ki gülmeyi, o kötü huylu dikenin beraberliğine katlandığım için elde ettim. Onun vesîlesiyle, âleme güzellikler ve hoş kokular sunma imkânına kavuştum.”
Yûnus Emre Hazretleri de, sarı çiçekle konuşur, onun dilinden kâinâtın hikmet ve sırlarını anlar ve anlatır. Sâdî-i Şîrâzî:
“Akıl sâhipleri nazarında yeşil ağaçların her bir yaprağı, insanı mârifetullâha ulaştıran bir kitaptır. Gâfiller için ise, bütün ağaçlar bir yaprak bile değildir.” der.
İNSANIN İÇ DÜNYASINI OLGUNLAŞTIRAN HASLETLER
Velhâsıl, tefekkür, zikir ve bakışın ibret olması gibi ulvî hasletler, insanın, iç âlemini tezkiye ve tasfiye ederek olgunlaşması için zarûrîdir. Resûlullah (s.a.s.), Cenâb-ı Hakk’ın kendisine bu hususları bilhassa emrettiğini bildirmiş ve ümmetinin de bu mevzularda dikkatli olmasını istemiştir. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri ne güzel buyurur:
“Peygamber Efendimiz’in sünnetine tâbî olma nîmetine nâil olan kimse ne kadar bahtiyardır. Bugün O’nun dîninin hak olduğuna inanarak yapılan küçük bir iş bile büyük işler mesâbesinde kabûl edilir…” (Mektûbât-ı Rabbânî, 44. Mektûb)
Rabbimiz, biz kullarını Habîb-i Ekrem’inin sünnetine lâyıkıyla ittibâ eden bahtiyarlar zümresine ilhâk eylesin!
Zîrâ hayâtı, Efendimiz’in (s.a.s.) yüce ahlâk ve tavsiyeleri istikâmetinde yaşamak, iki dünyâmızı da bayrama dönüştürme vesîlesidir. Bu âlemdeki fânî ıztırapları ebedî huzur, acı gözyaşlarını sonsuz tebessüm, içli feryatları da birer cennet sadâsı eyleyebilecek yegâne saâdet reçetesi, Efendimiz’in (s.a.s.) yüce ölçülerinde; şefkat, merhamet ve şefâatinde gizlidir.
Bu dünyâda idrâk ettiğimiz bayramlar, her şeyden önce bu yüce hakîkatler etrafında yaşanmalı ki, gerçek ve sonsuz bayramlara nâil olabilelim. Bu hakîkatler içinde ise, tefekkür var, zikir var, âlemi ibretle temâşâ var… Kısacası Hz. Peygamber’in (s.a.s.) yüce ahlâkına bürünmek var; diğergâmlık var, paylaşmak var...
Cenâb-ı Hak insanları birbirine muhtaç bir hâlde yaratmıştır. Toplumda güçlüler-kuvvetliler olduğu gibi, zayıflar, sakatlar ve muhtaçlar da dâimâ mevcut olacaktır. O hâlde kendimize sormalıyız: “Cenâb-ı Hak bu insanları niye muhtaç olarak yarattı?” Cevâbıysa mâlum: “Muhtaç olanlar, muhtaç olmayanlar için ilâhî bir emânettir.” Bu mes’ûliyeti bizzat Cenâb-ı Hak veriyor.
Düşünmek gerekir ki, varlıklılar yoksulların yerinde; yoksullar da varlıklı kimselerin yerinde olabilirdi. Dolayısıyla durumu iyi olanlar, muhtaçların noksanlarını telâfî etme mes’ûliyetini tam olarak idrâk etmelidirler. Çünkü bu dünyâ hayâtı, sonsuzluğun yanında çok kısa bir fasıldır. Belki o muhtaçlar, sabır ve şükürleri neticesinde âhirette çok büyük nîmetlere gark olacaklardır. Bir gün Resûlullah:
“–Nefsim kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe cennete giremezsiniz.” buyurmuşlardı. Ashâb-ı Kirâm:
“–Yâ Resûlallah! Hepimiz merhametliyiz.” dediler. Allah Resûlü (s.a.s.) ise:
“–(Benim kastettiğim) merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilâkis bütün mahlûkâta şâmil olan merhamettir, (evet) bütün mahlûkâta şâmil merhamet!..” buyurdular. (Hâkim, IV, 185/7310)
Onun için, toplumdan yükselen sessiz feryatları daha derinden duymamız gerekmektedir. Hiç şüphesiz bunların başında da, yalnızlığa terk edilmiş hasta ve yaşlılar, sokakların insafına bırakılmış çocuklar, menfî medyanın zehirli telkinleriyle gayr-i meşrû yollara sürüklenen, alkol ve narkotik batağında eriyen daha hayâtın bahârındaki gençler, dînî ve millî duygularını kaybeden körpe dimağlar gelmektedir.
Bütün bunları hatırlayıp asıl mahrum ve muhtaç olan böyle insanlarımıza elimizin ve yüreğimizin uzandığı zamanlar, gerçek bir bayram hüviyetine kavuşmuş olur. Zîrâ bütün müslümanlar bir bedenin uzuvları gibidir. Dolayısıyla kaybettiğimiz her insan, sanki bu bedenden koparılmış bir parça hükmündedir. Nitekim Efendimiz (s.a.s.), mü’minlerin bu hâlet-i rûhiye içinde olmasını arzu ederek şöyle buyurmuşlardır:
“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücûda benzerler. Vücûdun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66)
Düşünmeliyiz ki, toplumumuzdaki gâfilleri uyandıracak, garipleri ve muzdaripleri ihyâ edip gönüllerini sürûra gark edecek, insanlığı İslâm’ın güler yüzüyle tebessüm ettirecek hakîkî bayram, hangi rûhî hamleye muhtaçtır? Dünyânın farklı coğrafyalarındaki mazlum ve mağdur din kardeşlerimizle nasıl bayramlaşmalıyız? Onlara gidecek bayram tebriğimiz nasıl olmalı? Kanadı kırık bir kuş gibi muzdarip olan mazlumlara, yetimlere, muhtaçlara yüreğimiz ve duâlarımız ne kadar uzanabilecek? Onların yüzlerinde bizlere hakîkî bayram neşesi olacak, gönüllerimize bahar ferahlığı bahşedecek bir tebessüme vesîle olabilecek miyiz?
Hâsılı, ebedî hayâtımızı huzur ve saâdetle dolduracak gerçek bayramlar, bu suâllere güzelce cevap verebildiğimiz zamanlarda yaşanacak olan bayramlardır. Bu hakîkatler ışığında Hz. Peygamber’in (s.a.s.) yüce ahlâkına uygun olarak yaşayabilenlere ne mutlu!
Dipnotlar:
[1] Cezerî, Câmiu’l-Usûl, XI, 687/9317 [2] Bkz. Deylemî, II, 56. [3] Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XVI, 121. [4] Bkz. Müslim, Hayz, 117.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Öyle Bir Rahmet Ki, Erkam Yayınları