Peygamberimizin Tevazusu
Tevazu nedir? Peygamber Efendimiz’in tevazusu nasıldı? Peygamberimizin hayatından tevazu örnekleri...
Tevazu; alçak gönüllü olmak, Hakk’a boyun eğmek ve hakkı kabul etmektir. Tevâzûun azlığı kibir alâmeti, aşırılığı ise zillettir. Ayrıca aşırı tevâzû nefiste kibrin bir alâmeti olarak tezâhür edebilir. Bu hassas dengeye dikkat etmek gerekir.
Peygamberimiz’den bir sonraki nesil olan Tâbiîn’in büyük âlimi Hasan-ı Basrî’ye göre tevâzû, bir kimsenin evinden çıkıp giderken yolda rastladığı her Müslümanı kendisinden üstün kabul etmesidir. Büyük sûfi Fudayl bin İyâz’ın, kendisi gibi zâhid ve muhaddis olan Şuayb bin Harb’e, Kâbe’yi tavaf ettikleri bir esnâda söylediği şu sözler de aynı anlayışı yansıtmaktadır:
– Şuayb! Eğer bu yılki hacca sen ve benden daha günahkâr bir kimse gelmiştir, diye düşünüyorsan bil ki bu çok fenâ bir zandır.
Dünyâ hayâtında insanları süsleyen en mühim zinet tevâzûdur. Bu haslet kul olmanın bir gereğidir. Hiçbir şeye mâlik olmayan, bütün ihtiyaçlarını “el-Ganî” olan Rabbi’ne arz eden bir insanın, başka türlü düşünmesi ve davranması da beklenemez. Zîrâ bu, hakîkate aykırı bir hareket olur. Çünkü gurur, övünme ve bencillik eşyâ ile insan arasına çekilen bir perdedir. Bu perdeyi kaldırmadan hiçbir şeyi olduğu gibi görmek mümkün değildir. Kendini beğenmiş kimselerin tasavvurlarındaki âlemin, gerçeğine nisbetle büsbütün farklı bir manzarası vardır. Bu vehimlerden sıyrılarak hâdisâtı hakîkat vechile göremeyen kimseler, hatâlara sürüklenmekte, başkalarından daha çok kendilerini aldatmakta, daha kötüsü de Allah Teâlâ’nın gazabına ve hoşnutsuzluğuna mâruz kalma bahtsızlığına dûçâr olmaktadırlar. Resûlullah şöyle buyurmuşlardır:
“Kim Allah Teâlâ’nın rızâsı için bir derece tevâzû gösterirse, bu sebeple Allah onu bir derece yükseltir. Kim de Allah’a karşı bir derece kibir gösterirse, Allah da onu bu sebeple bir derece alçaltır, netîcede onu esfel-i safilîne (aşağıların aşağısına) atar.” (İbn-i Mâce, Zühd, 16)
KIYAMET GÜNÜ AZAP ÇEKECEK ÜÇ SINIF İNSAN
Gurur ve kibrin ne derecede kötü bir huy olduğunu gösteren diğer bir hadis-i şerif de şöyledir:
“Üç sınıf insan vardır ki kıyamet günü Allah, onları muhâtab almaz, yüzlerine bakmaz ve onları temize çıkarmaz. Hem de onlar için can yakıcı bir azap vardır.”
Resûlullah’ın bu cümleyi üç kere tekrarlaması üzerine Ebû Zerr (r.a.):
– Bu kimseler tam bir mahrûmiyete ve hüsrâna uğramışlar. Bunlar kimlerdir ey Allah’ın Resûlü, diye sordu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz:
“– Elbisesini kibirle yerlerde sürüyen, yaptığı iyiliği başa kakan ve yalan yere yemin ederek malını iyi bir fiyatla satmaya çalışandır.” cevabını verdi. (Müslim, Îmân, 171)
Hadisten de anlaşılacağı üzere büyüklenmek ve gurûra kapılmak insanı, âhirette Cenâb-ı Hakk’ın kelâmından, nazarından ve tezkiyesinden mahrum ederek elim bir azaba müstahak kılacak kadar kötü bir haslettir. Böyleleri, hakîkatten saptıkları gibi insanların gözünde de sevimsiz hâle gelirler. Tevâzû ise insanı hakîkate alıştırır; aynı zamanda onu derinleştirir ve yüceltir. Bir mütefekkirin dediği gibi; “İçtimaî hayatta herkesin göreceği ve görüneceği, mertebe denilen bir pencere vardır. Boyu kısa olanlar o pencereden görünebilmek için tekebbürle yükselirken, büyükler de tevâzû ile eğilmek durumunda kalırlar. İnsanda büyüklüğün mikyâsı küçüklük yani tevâzu, küçüklüğün mîzânı da büyüklük yani tekebbürdür.”
Nihayette bütün insanlar tevâzû ehlini gayr-i ihtiyâri sever. Çünkü her şey gibi muhabbet de yukarıdan aşağıya doğru akar.
TEVAZUNUN EMREDİLDİĞİ AYET
Allah Teâlâ tevâzûyu ilk olarak en sevgili kulu olan Efendimiz’e emretmektedir. “Sana tâbî olan mü’minlere alçak gönüllü davran!” (eş-Şuarâ 26/215) emrini alan Resûl-i Ekrem Efendimiz:
“Allah Teâlâ bana, «O kadar mütevâzî olun ki kimse kimseye böbürlenmesin; kimse kimseye zulmetmesin!» diye emretti.” (Müslim, Cennet, 64) buyurmuş ve hayâtını tevazûun zirvesinde yaşayarak biz ümmeti için sayısız örnekler sunmuştur. Cenâb-ı Hakk’a kul olmayı kendisi için en büyük şeref bilerek ne krallığa ne de melikliğe meyletmiştir. Efendimiz’in bu tercihini anlatan rivâyet şöyledir:
“Bir gün Allah Resûlü, Cibril ile oturmuş sohbet ediyordu. O anda semâdan bir melek indi. Cebrâil (a.s.) bu meleğin dünyaya ilk defâ indiğini söyledi. Melek: «Yâ Muhammed! Beni sana Rabbin gönderdi. Melik bir Peygamber mi yoksa kul bir Peygamber mi olmak istediğini soruyor.» dedi. Efendimiz, Cebrâil’e (a.s.) baktı. O da mütevâzî olmasını işâret ederek: «Ey Allah’ın Resûlü! Rabbine karşı mütevâzî ol!» dedi. Resûlullah: “Kul bir Peygamber olmayı isterim.” (İbn-i Hanbel, II, 231; Heysemî, IX, 18, 20) buyurarak müstesnâ bir tevâzû nümûnesi ortaya koydu. Bu tercihten sonra kulluk, insanın ulaşabileceği en şerefli makam oldu.
Resûlullah kendisine aşırı ta’zim gösteren kimselere: “Siz beni, hakkım olan derecenin üzerine yükseltmeyiniz! Çünkü Yüce Allah beni resûl edinmeden önce kul edinmişti.” (Hâkim, III, 197/4825; Heysemî, IX, 21) ikâzında bulunarak kul olmanın kıymetini göstermiştir. Abdullâh bin Cübeyr (r.a.) anlatıyor:
“Bir gün Efendimiz bir grup sahabiyle yolda yürürken onlardan birisi örtü ile Allah Resûlü’nü güneşten korumak istedi. Resûlullah gölgeyi görünce başını kaldırdı, bir kimsenin kendisine gölgelik yapmakta olduğunu gördü. Adama: “Bırak!” dedi. Örtüyü alıp yere koydu ve; “Ben de sizin gibi bir insanım!” buyurdu. (Heysemî, IX, 21)
PEYGAMBERİMİZİN TEVAZUSU
Peygamber Efendimiz Cenâb-ı Hakk’ın Habîbi ve insanların en şereflisi olmasına rağmen hiçbir kimsenin yapamayacağı kadar tevâzû göstermiş, insanların arasında onlardan biri gibi yaşamıştır. Abbâs (r.a.) şöyle anlatır: Resûlullah Efendimiz’e:
– Yâ Resûlallâh! Kendiniz için bir taht edinip orada otursanız. Görüyorum ki halk sizi rahatsız ediyor, dedim. Allah Resûlü şöyle buyurdu:
“– Hayır! Allah beni içlerinden alıp huzûra kavuşturuncaya kadar aralarında duracağım. Varsın ökçelerime bassınlar, elbisemi çekiştirsinler, kaldırdıkları tozlar beni rahatsız etsin!” (İbn-i Sa’d, II, 193; Heysemî, IX, 21)
Bu engin tevâzûu sebebiyle Peygamber Efendimiz ne kapalı kapılar ardına çekilir, ne perdeler arkasına gizlenir ne de kendisinin önüne hususî olarak yemek taşınırdı. Toprak üzerinde oturur, yerde yemek yer ve; “Ben kulun oturduğu gibi oturur, kulun yediği gibi yerim. Ben ancak bir kulum!” buyururdu. (İbn-i Sa’d, I, 372) Köleler arpa ekmeğine bile dâvet etseler dâvetlerine icâbet eder (Heysemî, IX, 20) ve çocuklara dahî selâm verirdi. (Buhârî, İsti’zân, 15) Şu rivâyet ne kadar dikkat çekicidir:
Medineli herhangi bir kişi, hatta bir köle bile Peygamberimiz’in elinden tutar, onu istediği yere kadar götürür, merâmını arzeder ve müşkilini hallederdi. (Buhârî, Edeb, 61) Abdullah Vassaf, âcizlere şefkatli olanların ve tevâzû gösterenlerin hakîkatte yükseldiğini ifâde ederek şöyle der:
Her âcize şefkat et şefî ol
Mahlûka tevâzû et refî ol.
Sevgili Peygamberimiz, Allah Teâlâ indindeki (katındaki) izzeti bilindiği ve sonsuz lutf-u ilâhîye mazhar olduğu halde sahâbe-i kirâmdan duâ isteyecek kadar mütevâzî davranabilmiştir. Hz. Ömer şöyle anlatır; Peygamber’den umre yapmak için izin istedim. İzin verdi ve:
“– Bizi duadan unutma, sevgili kardeşim!” buyurdu. Resûlullah’ın bu sözüne karşılık bana dünyayı verselerdi bu kadar sevinmezdim. (Ebû Dâvûd, Vitir, 23)
Fahr-i Kâinât Efendimiz evindeyken elbisesini yamar, ayakkabılarını tamir eder (İbn-i Sa’d, I, 366) ve koyununu sağardı. (Heysemî, IX, 20) Yine o, eşyâsını kendisi taşır, hiç kimseye yük olmak istemezdi. Ebû Hüreyre’nin (r.a.) anlattığı şu hâtırâsı bunun pek güzel bir misâlidir:
“…Bir gün Efendimiz ile beraber çarşıya gitmiştim. Peygamberimiz oradan elbise satın aldı. Hemen koşarak onları elinden almak istedim. Bunun üzerine:
«Bir kimsenin, eşyâsını kendisinin taşıması daha uygundur. Ancak taşımaktan âciz olursa Müslüman kardeşi ona yardım eder.» buyurdu.” (Heysemî, V, 122)
Enes’in (r.a.) anlattığına göre Resûlullah hastaları ziyâret eder, cenâze teşyîinde bulunur ve herkesin binek olarak kullandığı şeyleri kullanmaktan çekinmezdi. Meselâ merkebe binmekten kaçınmazdı. Nitekim Hayber’in fethedildiği, Kureyza oğullarına sefer yapıldığı günlerde yuları hurma lifinden olan bir merkebi binek olarak kullanmıştı. (Hâkim, II, 506) Hiçbir biniti olmadan yaya olarak yürüdüğü de çoktu ve bu onun için gâyet normal bir hâldi. Câbir (r.a.):
“Hastaydım, Resûlullah beni ziyâret etti. Hiçbir şeye binmeden yürüyerek gelmişti.” (Buhârî, Merdâ, 15) sözleriyle onun bu mütevâzî davranışını anlatmaktadır.
Mescid-i Nebevî inşâ edilirken herkes gibi kerpiç taşıyan, hendek kazımında herkes açlıktan karnına bir taş bağlarken iki taş bağlayan Efendimiz,[1] ashâbı arasında onlardan fark edilmeyecek şekilde yaşar ve kendini onlardan üstün görmezdi. Abdullah bin Büsr (r.a.) şöyle bir hâdise anlatır:
“Fahr-i Cihân Efendimiz’in dört kişinin taşıyabildiği «Garrâ» adlı bir yemek kazanı vardı. Kuşluk vakti girip kuşluk namazı da kılındıktan sonra, içinde tirit bulunan bu kabı getirdiler. Ashâb-ı kirâm etrafına toplandı. Sahâbîler çoğalınca Resûlullah diz çöktü. Bunu gören bir bedevî, hayâtında hiçbir zaman bu kadar yüce bir tevâzû görmemiş olmanın verdiği şaşkınlıkla:
– Bu nasıl oturuş, diye sordu. Resûlullah:
«–Allah Teâlâ beni cömert ve güzel ahlâk sahibi bir kul olarak yarattı, zorba ve inatçı bir zâlim kılmadı.» buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Et’ime, 17)
Fuzûlî, Allah Resûlü’ne ezelde bahşedilen büyüklüğün, bir kul gibi davranmasıyla aslâ yok olmayacağını bir temsille şöyle dile getirir:
Saâdet-i ezelî kâbil-i zevâl olmaz
Güneş yer üstüne düşmekle pâymâl olmaz.
Allah Resûlü bir kimsenin kendisini arkadaşlarından farklı görmesini sevmezdi. Bir sefer esnâsında ashâbına koyun kesip pişirmelerini emretmişti. Ashâbından biri; “Yâ Resûlallâh, onu ben keseyim.” dedi. Başka biri; “Yâ Resûlallâh, yüzmesi de benim vazifem olsun.” dedi. Bir başkası da; “Yâ Resûlallâh, pişirmesi de bana âit olsun.” dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz de:
“– O hâlde odunu toplamak da bana âit olsun.” buyurdu. Sahâbîler; “Yâ Resûlallâh! Biz onu da yaparız, senin çalışmana gerek yok.” dedilerse de Peygamberimiz:
“– Sizin benim işimi de yapabileceğinizi biliyorum. Fakat ben, size göre imtiyazlı bir durumda bulunmaktan hoşlanmam. Çünkü Allah Teâlâ kulunun, arkadaşları arasında imtiyazlı durumda olmasını sevmez.” buyurdu. (Kastallânî, I, 385)
Resûl-i Ekrem Efendimiz, hem devlet başkanlığı hem de ordu kumandanlığı gibi pâyeleri şahsında topladığı halde, eşine rastlanmaz bir tevâzû örneği sergilemiştir. Bu azim ve gayretleri, Allah Teâlâ’nın inâyeti ile buluşunca kendisine büyük fetihler müyesser olmuştur. Ancak bunların hiçbiri Fahr-i Kâinât Efendimiz’in tevâzûunu en küçük bir şekilde zedelememiştir. Efendimiz’in fetihten sonra Mekke-i Mükerreme’ye girişi en büyük tevâzû örneklerindendir. Orada bulunan ashâb-ı kirâm bu hâli şöyle tasvir ederler:
“Resûlullah, Mekke’yi fethe giden ordunun başında bulunuyordu. Zafer müyesser olup da devesinin üzerinde Mekke’ye girerken, başını Yüce Rabbine karşı tevâzû ile o derece eğmişti ki sakalının uçları neredeyse devenin semerine değmekteydi. O esnâda devamlı olarak:
«Ey Allahım! Hayat ancak ahiret hayâtıdır!» diyordu.” (Vâkıdî, II, 824; Buhârî, Rikâk, 1)[2]
Peygamber Efendimiz, bunca zaferlere rağmen insanlara karşı mütevâzî davranmaktan hiçbir zaman geri durmamıştır. Meselâ ashâbından birisi deve üzerinde giderken o, sâde bir insan gibi yaya olarak yürüyebilmiştir.
Bir gün Resûlullah, Muhâcirler ve Ensâr’dan bâzılarıyla birlikte Muâz bin Cebel’ (r.a.) Yemen’e vâli olarak uğurlamaya çıkmıştı. Muâz (r.a.) binek üzerinde gidiyor, Allah Resûlü ise onun yanında yaya olarak yürüyor ve bazı tavsiyelerde bulunuyordu. Muâz (r.a.):
“–Yâ Resûlallâh! Ben binitliyim, Siz ise yayasınız! Ben de inip Siz’inle ve ashâbınızla birlikte yürüsem olmaz mı?” diye mahcûbiyetini dile getirdi.
Onu teskîn eden Efendimiz, kendisini meşgûl eden esas düşüncenin ne olduğunu şöyle ifâde buyurdu:
“–Ey Muâz! Ben bu adımlarımın Allah yolunda atılan adımlar olmasını ümid ediyorum ve Allah’tan bunların karşılığında bana ecir lûtfetmesini istiyorum!”
Sonra bir kısım tavsiyelerde daha bulunduktan sonar şöyle buyurdu:
“‒Ey Muâz! Bugünden sonra seninle tekrar görüşebilecek olsaydık sana olan tavsiyelerimi kısa tutardım ama seninle Kıyâmet Günü’ne kadar bir daha görüşemeyeceğiz!” (Diyârbekrî, II, 142)
EN BÜYÜK YÜCELİK
Nâmık Kemâl, tevâzûun en büyük yücelik, halka hizmetin de efendilik olduğunu ve bunların en güzel örneklerinin Peygamberimiz’in hayâtında bulunduğunu şöyle dile getirir:
Tevâzû ayn-ı rif’at, hizmet-i millet siyâdettir
Olunsun hulk-i Peygamber’le istişhat lâzımsa.
Yine Server-i âlem Efendimiz, bu derin tevâzuu sebebiyle yolculuk esnâsında arkadan gider, yürümekte güçlük çeken kimseleri terkisine bindirir ve onlara duâ ederdi. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 94)
Böylesine derin bir tevâzuun özünde, dünyâdaki makâm ve mevkîlere hiç bir kıymet atfetmeme hâli vardır. Onun gözünde hayât ancak âhiret hayâtı idi ve yarışanların bunun için yarışması gerekiyordu.
Bütün bu rivâyetlerde gördüğümüz misâller onun yüksek tevâzûundan bize akseden pırıltılardır. O ise anlattığımızdan daha yükseklerde, daha ötelerdedir. Çünkü tevâzû onun şiârıdır. Ümmetin vazifesi de onun izini tâkip etmek ve münevver yolunda yürümek olmalıdır. Bu hakîkati Mevlânâ Hazretleri, çevresindekilere tatbîkî olarak ne güzel anlatmıştır:
Hz. Mevlânâ’yı görmek üzere Konya’ya gelen bir papaz, maiyyeti ile birlikte yolda giderken hazrete rast gelir. Hürmet ederek huzûrunda eğilir. Mevlânâ da aynı hürmetle mukâbele eder. Papaz başını kaldırdığı zaman Mevlânâ’yı aynı ihtirâm vaziyetinde bulur. Bu tevâzu karşısında hayrân kalıp nihâyet Müslüman olur. Mevlânâ eve döndüğü zaman oğlu Sultan Veled’e şu müthiş sözü söyler:
– Bir râhip tevâzû faziletini elimizden almak istedi. Allah’a şükür ki bu yolda biz onu mağlûb ettik. Çünkü tevâzu ve hilim, Âlemlerin Efendisi’ne mensup olanların şiârıdır. (Ali Nihat Tarlan, s. 28)
[1] İbn-i Hanbel, II, 381; Buhârî, Rikâk, 17.
[2] Sevgili Peygamberimiz, dünya hayatına nisbetle âhiretin ne kadar ehemmiyetli olduğunu ifâde eden bu sözü hayâtı boyunca sık sık tekrarlardı. Rivâyetlerde, Mescid-i Nebevî inşâ edilirken, Hendek kazılırken, Fetih günü Mekke'ye girerken ve Vedâ haccı esnâsında arefe günü mü’minlerin çokluğunu gördüğünde söylediği sâbittir. (Buhârî, Cihâd, 33, 110; Menâkibu’l-ensâr, 9; Megâzî, 29; Müslim, Cihâd, 126, 129; Tirmizî, Menâkıb, 55; İbni Mâce, Mesâcid, 3)
Kaynak: Üsve-i Hasene, Erkam Yayınları
YORUMLAR