Peygamberimizin Torunu Hz. Hasan’ın Edebi
Hakk’a kulluk; öncelikle yüksek bir şuur işidir.
İlâhî kudret ve azamet karşısında hiçliğimizi idrâk etmek, Hakk’ın dilemesiyle yokluktan varlığa çıktığımız gibi, varlığımızı da O’nun lütfu keremiyle sürdürebildiğimizin şuuruna varmak, her an ve her nefeste O’na muhtaç olduğumuzu bilmek, kulluğumuzun özünü teşkil eder. Yani kulluk, saltanat-ı ilâhiyye karşısındaki âciz mevkiini görebilmek ve haddini bilmekten geçer. Bunu lâyıkıyla görebilen bir insanda ise büyüklenmeye, varlık ve benlik iddiâsına mecâl kalmaz, engin bir tâzim ve edep hâlinde;
“Alan Sen’sin, veren Sen’sin, kılan Sen! Ne verdinse odur, dahî nemiz var?!” diye Hakk’a ilticâ eden Hüdâyî Hazretleri gibi, kulluğunu îtiraf ile hamd, şükür ve rızâ hâlinde bulunur. Dolayısıyla tevâzûdan nasîbi olmayanlar, Rabbin kudret ve azametini lâyıkıyla idrâk edemeyenlerdir.
Yine ârifler sultânı Hazret-i Mevlânâ’nın:
“Ben kul oldum, kul oldum, kul oldum. Ben âciz kul, kulluğumu îfâ edemediğimden utandım ve başımı önüme eğdim. Her köle âzâd edilince sevinir. İlâhî! Ben ise, Sana kul-köle olduğum için sevindim.” niyâzında olduğu gibi, hakîkî tevâzû, kulu ilâhî azamet karşısında hiçlik ve yokluğunu îtiraf ile boyun eğmeye sevk eder.
HZ. HASAN’IN KULLUK EDEBİ
Nitekim Peygamber Efendimiz’in torunu Hazret-i Hasan’ın Kâbe’yi tavâf edip Makâm-ı İbrâhim’de iki rekât namaz kıldıktan sonra içli içli tekrarladığı şu yakarışı, kulluk edebine dâir ne güzel bir misaldir:
“Yâ Rabbî! Sen’in küçük ve zayıf kulun kapına geldi. Allâh’ım! Âciz hizmetçin kapına geldi. Yâ Rabbî! Dilencin kapına geldi, Sen’in yoksulun kapına geldi!..”
Bu yanık ilticânın ardından oradan ayrılan Hazret-i Hasan yolda bir ekmek parçasıyla karınlarını doyurmaya çalışan yoksul insanlara rastlar. Selâm verir. Onlar da Hazret-i Hasan’ı mütevâzı yemeklerine dâvet ederler. Peygamber torunu Hazret-i Hasan o yoksullarla birlikte oturur ve:
“–Bu ekmeğin sadaka olmadığını bilseydim sizinle birlikte yerdim.” buyurur. Ardından da:
“–Haydi kalkın, bizim eve gidelim!” der. O yoksulların karnını bir güzel doyurduktan sonra onlara elbiseler giydirir, ceplerine de bir miktar para koyup uğurlar.” (Ebşîhî, el-Müstatraf, Beyrut 1986, I, 31)
GERÇEK TEVÂZÛ HÂLİ
İşte gerçek bir tevâzû hâli, mü’mini Rabbine ve O’nun yarattıklarına karşı böyle bir duygu derinliği içinde yaşatan, yüksek bir kulluk edebidir. Bu edebi, şahsiyetlerine güzelce nakşedebilenler, her hâl ve hareketlerinde ölçülü ve dikkatli olurlar. Oturuşlarında, kalkışlarında, giyim-kuşamlarında, konuşmalarında, sükûtlarında, duruşlarında, yürüyüşlerinde, velhâsıl her hâllerinde bu edebin tezâhürü içinde bulunurlar.
Cenâb-ı Hak buyurur:
“Rahmân’ın (rahmetinin tecellî ettiği has) kullar onlardır ki, yeryüzünde vakar ve tevâzû ile yürürler...” (el-Furkan, 63)
“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin.” (el-İsrâ, 37)
“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri aslâ sevmez.” (Lokmân, 18)
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından 1, Erkam Yayınları