Peygamberimizin Üsve-i Hasene Olması Ne Anlama Gelir?
Peygamber (s.a.v.) Efendimizin üsve-i hasene olması ne anlama gelir? Üsve-i hasene olarak Peygamberimizin (s.a.v.) örnekliği.
Tarihte hayâtının tamamı en ince teferruâtına kadar tespit edilen tek peygamber ve tek insan, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. Peygamberler silsilesinin, insanlığı Hakk’a ve hayra yönlendirme husûsunda birer emsâl teşkil edebilecek davranış mükemmelliklerinden ancak muayyen miktarda hâtıra günümüze intikal edebilmiştir. Hâlbuki Âhirzaman Nebîsi -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in en basitinden en girift ve mükemmeline kadar bütün fiil, söz ve ifâdeye aksettiği kadarıyla duygu dünyası, anbean tâkip edilmiş ve tarihe bir şeref levhası hâlinde kaydedilmiştir. Üstelik bunlar, Allâh’ın lutfu ile, asırlar ötesinden kıyâmete kadar gelecek son insana kadar intikâl etme mazhariyetine erdirilmiştir.
Hayâtın türlü iptilâ, musîbet ve sürprizleri karşısında kendimizi fitneden bertaraf edebilmek için, şükür, tevekkül, kadere rızâ, belâlara sabır, azîmet, şecaat, fedâkârlık, kanaat, gönül zenginliği, diğergâmlık, cömertlik, tevâzû, hâdiseler karşısında dengeyi bozmama ve benzeri yüksek ahlâkî vasıfları en güzel bir şekilde hayâtımıza tatbik etmek mecbûriyetindeyiz. Bütün bu hususlarda numûne olması için de, Cenâb-ı Hakk’ın bütün bir beşeriyete armağan ettiği en büyük mürşid-i kâmil; zarif, temiz, nezih ve örnek hayâtı ile Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir.
EN GÜZEL ÖRNEK
Allah Rasûlü’nün hayâtı, kıyâmete kadar gelecek bütün nesillere örnektir. Kur’ân-ı Kerîm’de O’nun hakkında:
“(Ey Rasûlüm!) Muhakkak ki Sen’in için tükenmeyen bir mükâfât vardır. Şüphesiz Sen büyük bir ahlâk üzeresin.” (el-Kalem, 3-4) buyrulmuştur.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sîreti ve mübârek şahsiyeti, sırf insan idrâkine sığabilen tezâhürleri ile dahî beşerî davranışlar manzûmesinin zirvesini teşkîl eder. O, irşad vazîfesini, insanlık içinde bizzat kendisi örnek olmak sûreti ile tamamlayan zirve bir peygamber ve numûne-i imtisâl bir şahsiyettir. Allah Teâlâ, O mübârek varlığı -Kur’ânî tâbiriyle- “üsve-i hasene”, yani en mükemmel bir örnek şahsiyet olarak bütün insanlığa takdîm etmiştir.
ÜSVE-İ HASENE AYETİ
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Andolsun ki, sizden Allâh’a ve âhiret gününe kavuşacağını uman ve Allâh’ı çok zikreden (mü’min)ler için Rasûlullah’ta üsve-i hasene (en mükemmel bir örnek) vardır.” (el-Ahzâb, 21)
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bizlere hayâtının her safhasında her bakımdan müstesnâ bir güzellik ve mükemmellik sergilemiştir. Gerek öz hâlinde gerek tafsîlâtlı olarak bütün davranış güzellikleri O’ndadır. Dolayısıyla her insan, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şerefli hayâtı ve Sünnet-i Seniyye’sinde, kendisine örnek alabileceği davranışların en güzelini ve mükemmelini bulabilir.
ÜSVE-İ HASENE OLARAK PEYGAMBERİMİZİN ÖRNEKLİĞİ
O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- :
Dîn liderliği ile örnektir. Devlet reisi olarak örnektir. İlâhî muhabbet bağına girenlere örnektir. Rabbin nîmetlerine gark olduğu zamanlar, şükür ve tevâzûsu ile örnektir.
Zor zaman ve mekânlardaki sabır ve teslîmiyeti ile örnektir. Ganimet karşısındaki cömertliği ve istiğnâsı ile örnektir. Âile efrâdına şefkati ile örnektir. Zayıflara, kimsesizlere, kölelere merhameti ile örnektir. Mücrimlere affı ve müsâmahası ile örnektir:
Eğer servet sahibi zengin bir kişi isen, bütün Arabistan’a hâkim olan, bilumum Arap ulularını kendisine muhabbetle râm eden O yüce Peygamber’in tevâzû ve cömertliğini tefekkür et!
Eğer zayıf teb’adan biri isen, Mekke’de zâlim ve gâsıp müşriklerin idâresi altında yaşayan Hazret-i Peygamber’in hayâtından örnek al!
Eğer muzaffer bir fâtih isen, Bedir ve Huneyn’de düşmanına galebe çalan cesâret ve teslîmiyet Peygamberi’nin hayâtından ibret al!
Allah göstermesin, eğer mağlûbiyete uğradığın olursa, o zaman da Uhud Harbi’nde şehîd düşen veya yaralanan ashâbı arasında sabır ve şecâatle dolaşan mütevekkil Peygamber’i hatırla!
Eğer muallim isen, mescidde Suffe Ashâbı’na ince, rakîk ve hassas gönlünün feyizlerini aktararak ilâhî emirleri öğreten Peygamber’i düşün!
Eğer talebe isen, kendisine vahiy getiren Cibrîl-i Emîn’in önünde edep, dikkat ve iştiyakla oturan Peygamber’i tasavvur et!
Eğer öğüt veren bir vâiz ve emîn bir mürşid isen, Mescid-i Nebevî’nin içinde ashâbına sohbet ederek gönlünden hikmetler saçan Peygamber’in tatlı sesini can kulağıyla dinle!
Eğer hakkı müdâfaa ve teblîğ etmek, onu tutup kaldırmak istiyorsan ve bu hususta seni destekleyen bir yardımcın dahî yoksa, Mekke’de her nevî yardımdan mahrum bir hâlde iken zâlimlere hakkı îlân edip onları hidâyete davet eden Peygamber’in hayâtına bak!
Düşmana galebe çalıp onun belini kırdıysan, bâtılı perişan edip hakkı îlân ettiysen, Mekke’nin fethi günü gâlip bir kumandan olduğu hâlde, mukaddes beldeye büyük bir tevâzû ile devesi üzerinde secde edercesine giren şükür hâlindeki Peygamber’i gözünün önünde canlandır!
Eğer çiftlik sahibi bir kişi isen ve oradaki işlerini yoluna koymak istersen, Benî Nadîr, Hayber ve Fedek arâzîsine mâlik olduktan sonra onları ıslâh ve en iyi şekilde idâre edecek şahısları iş başına getiren dirâyetli Peygamber’den örnek al!
Eğer kimsesiz biri isen, Abdullah ve Âmine’nin yetimleri, ciğerpâreleri olan biricik Mâsûm’u, nûrdan Yetim’i düşün!
Eğer yetişmiş bir genç isen, Mekke’de amcası Ebû Tâlib’in sürüsüne çobanlık yapan peygamber namzedi gencin hayâtına dikkat et!
Eğer ticâret kervanlarıyla yola çıkan bir tâcir isen, Şam’a ve Yemen’e giden kâfilelerin en ulusu olan zâtın ahvâlini mülâhaza et!
Eğer kadı ve hâkim isen, Mekke uluları birbirine girip vuruşacağı sırada Hacer-i Esved’i Kâbe’deki yerine koyma husûsunda O’nun âdil ve firâsetli davranışını düşün!
Ve tekrar gözünü tarihe çevirerek Medîne’de, Mescid-i Nebevî’de oturup darlık içindeki fakirle varlık sahibi zengini huzûrunda müsâvî tutarak insanlar arasında en âdilâne bir sûrette hüküm veren O Peygamber’e bir bak!
Eğer bir zevc isen, Hazret-i Hatîce’nin ve Hazret-i Âişe’nin zevci olan O mübârek zâtın temiz sîretine, derin hissiyâtına ve şefkatine dikkat et!
Eğer çocuk babası isen, Fâtımatü’z-Zehrâ’nın babası ve Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin’in dedesi olan bu zâtın onlara karşı davranışlarındaki ahvâlini öğren!
Senin sıfatın ne olursa olsun, hangi ahvâl içinde bulunursan bulun, akşam-sabah her vakit ve anda Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i kendin için en mükemmel bir mürşid ve en güzel bir rehber olarak bulursun...
O öyle bir mürşiddir ki, O’nun sünnetleri vâsıtasıyla her yanlışı düzeltebilirsin... Çığırından çıkan işlerini yoluna koyar, umûrunu ıslâh edersin… O’nun nûru ve rehberliği sâyesinde hayâtın handikaplarından kurtulup gerçek saâdeti bulursun!..
Gerçekten O’nun gönül âlemi, nâdide ve zarif çiçeklerle ve misk kokulu güllerle bezenmiş bir cennet bahçesinden çok daha ötede bir güzellikler meşheridir.
Görüldüğü gibi Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayâtı, cemiyetin birbirine zıt noktalarında bulunanlara dahî en mükemmel örnektir. Meselâ, bir mahkûmun hayâtı hâkime, hâkimin hayâtı da mahkûma misal teşkil etmez. Aynı şekilde bütün ömrü maîşet mücâdelesi ve yokluk içinde kıvranmakla geçen bir fakirin hâli de, varlık içinde yüzen bir zengine numûne olamaz. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayâtı ise, her iki tarafa da örnek takdîm eder. Zira Cenâb-ı Hak, onu insan topluluğu içinde acziyet bakımından en altta bulunan “yetimlik”ten başlatarak, hayâtın bütün kademelerinden geçirip kudret ve salâhiyet bakımından en üst noktaya, yani devlet reisliği ve peygamberliğe kadar yükseltmiştir.
Efendimiz’in ömrü boyunca yaşadığı devreler, insan hayâtındaki her türlü med ve cezir tecellîleri için pek çok ideal davranış örnekleri sergiler. Bu sebeple O’nun hayâtı, -hangi kademe ve vaziyette bulunurlarsa bulunsunlar- bütün insanlara kendi iktidar ve istîdatları nisbetinde taklit edebilecekleri fiilî, müşahhas ve mükemmel bir örnek teşkil etmiştir.
Velhâsıl O, Cenâb-ı Hakk’ın insanlıkta tecellî ettirdiği en muhteşem sanat hârikasıdır. Yine O, toplumun en alt kademesinden en üst kademesine kadar her meslek ve meşrepten insana en güzel numûne-i imtisâldir. O’nun emsalsiz örnek şahsiyetinde derinleşen mü’minler için, en mükemmel bir fiilî kıstastır.
MÜSLÜMANLAR İÇİN İKİ BÜYÜK REHBER
Peygamberler ve onların izinden yürüyen sâlihlerin dışında insanlığa kurtuluş yolunu gösterme ve onlara örnek birer rehber olma iddiâsındaki bütün insanlar ve bilhassa her şeyi kendi âciz akıl ve idrakleri ile îzâha kalkışan feylesoflar, bu hususta dâimâ noksandırlar. Zira peygamberler, ilâhî vahye dayandıkları için, birbirlerini tasdîk eden hidâyet rehberleri olarak gelmişlerdir. Hepsi de Allah Teâlâ’dan gelen ilâhî hükümleri tebliğ ve telkîn etmişlerdir. Onlar dâimâ; “Allah böyle buyuruyor.” demişlerdir.
Hâlbuki, hakîkati bulma yolunda insanlara rehber olmayı hedefleyen feylesoflar, ilâhî te’yidden mahrum oldukları ve nefislerinin sultası altında kifâyetsiz akılları ile düşünüp hüküm verdikleri için dâimâ; “Bana göre böyledir.” demişlerdir. Bunun neticesinde de birbirlerinin sistemlerini çürüterek ve birbirlerini yalanlayarak gelmişlerdir. Bu yüzden de ne kendilerini ne de toplumları irşâd edebilmişlerdir.
Meselâ Aristo, ahlâk felsefesinin birtakım kânun ve kâidelerinin temelini atmış olmasına rağmen, vahiyden mahrûm olduğu için onun felsefesine inanıp bunu tatbîk ederek saâdete kavuşmuş bir tek kimse göremeyiz. Çünkü filozofların kalpleri tasfiye, nefisleri tezkiye görmemiş, fikir ve fiilleri, vahyin müstesnâ yardımlarıyla olgunlaştırılmamıştır.
Vahiyle terbiye edilmemiş zihnî melekeler ve kalbî temâyüllerin insanoğlunu sürükleyebileceği bâdirelerden kurtulmanın yegâne vâsıtası, Âhirzaman Nebîsi ile beşeriyete sunulan “Habl-i Metîn” yani tutunacak en sağlam kulp olan Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’ân’ın derûnundaki hakîkatlerin en müşahhas ve fiilî örnekleri de, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in zengin sîretinde mevcuttur. O hâlde, yaratılış gâyesini gerçekleştirmeye mecbur olan insanoğlu için en lüzûmlu iş, feyizli Kur’ân ve Sünnet kaynağıyla istikâmetlenmektir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet, dünya ve âhiretin saâdet reçetesi, Varlık Nûru’nun ebedî hâtırasıdır. O, biz ümmetine Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet gibi iki büyük rehber bırakmıştır.
Diğer taraftan, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz risâlet vazîfesine başlamadan önce kendisini sevdirmiş, şahsiyeti, halkın kendisine “Sen el-Emîn ve es-Sâdık’sın!” demek mecbûriyetinde kaldığı bir mükemmellik arz etmiş ve O, teblîğine bu kimlik tespitinden sonra başlamıştır.
Halk, O’nun güzel seciyesini, iyiliğini, doğruluğunu, peygamberlik gelmeden çok önce bile bilmekte ve O’nu sevmekte idi. O’na el-Emîn ünvânını vermiş olan kavmi, Kâbe tâmir olunurken Hacer-i Esved’i yerine koyma husûsunda ihtilâfa düştükleri zaman, O’nun hakemliğine itirazsız teslîm olmuşlardı.
Zira Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öyle bir sıdk hâli üzere idi ki, henüz O’na îmân etmediği devrede büyük bir peygamber düşmanı olan Ebû Süfyan dahî, Bizans İmparatoru Herakliyus’un:
“–Hiç sözünde durmadığı oldu mu?” suâline:
“–Hayır! O, verdiği her sözü tutar!” ifâdesinden başka bir şey söyleyememiştir. (Buhârî, Bed’ü’l-vahy 6, Salât 1, Sadakât 28; Müslim, Cihâd 74)
Ayrıca Peygamber Efendimiz’in amansız bir düşmanı olan Ebû Cehil ve arkadaşlarının, günün birinde O’na:
“−Ey Muhammed! Vallâhi biz Sen’i yalanlamıyoruz; Sen bizim katımızda sâdık ve doğru bir kişisin. Lâkin biz, Sen’in getirmiş olduğun şeyi yalanlıyoruz.” demeleri, câhiliye Araplarının Efendimiz’e ne derece îtimâd ettiklerini göstermektedir.
Bu hâdise üzerine şu âyet-i kerîme nâzil olmuştur:
“Onların söylediklerinin hakîkaten Sen’i üzmekte olduğunu biliyoruz; doğrusu onlar Sen’i yalanlamıyorlar, o zâlimler, Allâh’ın âyetlerini bile bile inkâr ediyorlar.” (el-En’âm, 33)[1]
Yani en azılı düşmanları dahî, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hak peygamber olduğunu vicdânen kabul etmelerine rağmen, sırf nefsâniyetleri sebebiyle O’nu reddetmişlerdi.
O Âlemler Sultanı’nın, müşrikler tarafından bile «Muhammedü’l-Emîn» (elinden ve dilinden herkesin emniyet ve huzur içinde olduğu kimse) şeklinde vasıflandırılmasının sebeplerine ışık tutan bir hâdise de şudur:
Hayber Savaşı’nın cereyân ettiği günlerde yahudîlerin safından Yesâr isimli bir çoban Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e geldi. Bir süre sohbetten sonra İslâm’a girdi ve Müslümanlara katılmak istedi. Ancak Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona önce koyunlarını sahiplerine iâde etmesini ve ondan sonra kendilerine katılmasını emir buyurdu.[2] Üstelik savaşın uzadığı ve Müslümanlar arasında erzak sıkıntısının baş gösterdiği bir anda...
Hiç şüphesiz bu emir, en zor zamanda bile mes’ûliyet, vazife şuuru ve emânete riâyetin ehemmiyetini sergileyen pek mânidar bir misâldir.
Peygamber Efendimiz’in bu yüce hâl ve ahlâkından gerçek istifâde ise, Mîrac hâdisesinde Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ın:
“–O dediyse, doğrudur!” ifâdesindeki teslîmiyet hâline ermekle mümkündür.
BATILI DÜŞÜNÜRLERİN PEYGAMBERİMİZ HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayâtındaki sayısız adâlet, merhamet ve rahmet tezâhürleri, bütün cihâna kıyâmete kadar bir numûne-i imtisâldir. O eşsiz kandilin âleme saçtığı parlak nûru seyredebilen insaflı hiçbir göz, O’nun hakîkatini -en azından- vicdânen de olsa inkâr edemez. Nitekim îmân etmediği hâlde hakîkate boyun eğmek mecbûriyetinde kalan nice yabancı ilim erbâbı dahî Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in fazîlet ve muvaffakıyetini vicdânen tasdîk hâlinde olmuşlardır. Bunlardan biri olan Thomas Carlyle:
“O’nun doğuşu, nûrun zulmetten sıyrılışıdır.” demiştir.
Ana Britannica adlı meşhur ansiklopedide Peygamber Efendimiz’in fazîletini tasdîk mâhiyetinde şunlar yazılıdır:
“Muhammed’in ulaştığı başarıya, insanlık tarihi boyunca ne bir peygamber ne de ıslahatçı bir din adamı nâil olabilmiştir.” Smith:
“Muhammed, kayıtsız şartsız ve ittifakla ıslahatçıların en büyüğüdür.” der. Yazar Stanley Lane-Polo şu hakîkati îtiraf eder:
“Muhammed’in düşmanlarına karşı en büyük gâlibiyeti elde ettiği gün, aynı zamanda en büyük fazîlet zaferini kazandığı gündür. Mekke’yi fethettiği gün Kureyş’i hiçbir karşılık almaksızın serbest bıraktı ve bunu umûmî bir af hâlinde bütün Mekke ahâlîsine şâmil kıldı.” Yazar Arthur Gilman da:
“Mekke’nin fethinde O’nun ulvîliğini temâşâ etmekteyiz. Geçmişte kendilerine yapılanların tesiri, O’nu pekâlâ intikam almaya sevk edebilirdi. Ama Hazret-i Muhammed, ordusunu her tür kan dökmekten alıkoydu. Büyük bir şefkat gösterdi ve Allâh’a şükretti.” demiştir.
1789 büyük Fransız ihtilâlinin fikrî temellerini hazırlayanlardan biri olan filozof La Fayette, meşhûr “İnsan Hakları Beyannâmesi” yayınlanmadan, bütün hukuk sistemlerini tedkik etmiş ve İslâm hukukunun üstünlüğünü görerek şöyle haykırmıştır:
“Ey şanlı Muhammed! Adâlette öyle bir zirveye ulaşmışsın ki, kimsenin o seviyeyi aşması bugüne kadar mümkün olamamış ve bundan sonra da olamayacaktır!..”[3]
İşte asıl fazîlet odur ki, düşmanı bile onun hakkını teslîme, üstünlüğünü tasdîke ve yüceliğini îtirâfa mecbur kala!.. Hazret-i Peygamber’in fazîlet ve dirâyeti, kendisine inanmayanlarca bile hep tasdîk edilegelmiştir. Çünkü Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in müstesnâ sîreti, muhtelif işlerin her birine ayrı ayrı cevap verecek ahlâkî mükemmelliği kendinde toplamıştır. O, yeryüzündeki bütün insanların eğitiminin esas noktasını teşkîl eder. O, nûr arayanların yoluna nûr serper. O’nun hidâyeti, doğru yolu arayan herkese aydınlatıcı ve şaşırtmaz bir ışıktır. O, bütün beşeriyetin en büyük mürşididir.
O’nun irşad halkası, insanlığın bütün tabakalarından her tâifeyi toplayan bir külliye hâlinde idi. Bütün milletler, lisanlarının, renklerinin ve sınıflarının farklılığına, ictimâî durum ve kültürlerinin çeşitliliğine rağmen orada toplanıp birleşiyordu. Herhangi bir insanı oraya girmekten men eden hiçbir kayıt mevcut değildi. Orası sadece bir kavme mahsus olmayıp, her insanı sırf insan olmak husûsiyetiyle ele alan bir ilim ve irfan merkezi idi. Orada hak ve adâlet itibârıyla, zayıfla güçlünün, zengin ile fakirin birbirinden farkı yoktu…
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e tâbî olanlara bir bakın: Aralarında Habeşistan Kralı Necâşî, Mean ulusu Ferve, Himyer reîsi Zülkılâ, Fîrûz-i Deylemî, Yemen ulularından Merakebud, Umman vâlilerinden Ubeyd ve Câfer gibi mümtaz şahsiyetleri görürsünüz.
Tekrar bir nazar atfedecek olursanız, bu hükümdar ve idârecilerin yanında Bilâl, Yâsir, Suheyb, Habbâb, Ammâr, Ebû Fukeyhe ve emsâli kimsesizleri; Sümeyye, Lübeyne, Zinnîre, Nehdiye, Ümmü Âbis gibi câriye ve hâmîsiz kadınları bulursunuz.
O’nun yüce ashâbı arasında üstün akıl, parlak fikir ve isâbetli re’y sahibi olanlar bulunduğu gibi, en ince işlere liyâkatli, nice sır ve hikmetlere vâkıf olan, memleketleri liyâkat ve dirâyetle idâre eden kimseler de vardır.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e tâbî olanlar, şehirleri idâre ettiler, vilâyetlere hükmettiler. İnsanlar, onların sâyesinde saâdete kavuştu. Adâletin zevkini tattı. Onlar halk arasında selâmet ve sükûnu yaydı. İnsanları birbirleriyle kardeş gibi kaynaştırdı…
Dipnotlar:
[1] Vâhidî, Esbâbü Nüzûli’l-Kur’ân, thk: Kemâl Besyûnî Zağlûl, Beyrut 1990, s. 219. [2] İbn-i Hişâm, Sîretü’n-Nebî, Beyrut 1937, Dâru’l-Fikr, III, 397-398; İbn-i Hacer, el-İsâbe, Beyrut 1328, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, I, 38-39. [3] Bkz. Kâmil Mîras, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, Ankara 1972, IX, 289.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Emsalsiz Örnek Şahsiyet, Erkam Yayınları