Peygamberimizin Yemen’e Vali Olarak Gönderdiği Muaz Bin Cebel’e (r.a.) Verdiği Emirler
Peygamber (s.a.s.) Efendimiz’in Yemen’e (vali ve kadı olarak) gönderdiği Muaz bin Cebel’e (r.a.) verdiği emir, tavsiye veyahut nasihatler.
Muâz radıyallahu anh şöyle dedi:
– Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem beni Yemen’e (vali ve kadı olarak) gönderdi ve şöyle buyurdu:
“Muhakkak ki sen Ehl-i kitap olan bir topluma gidiyorsun. Onları, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve benim Allah’ın Resulü olduğuma şehâdet etmeye davet et. Şayet buna itaat ederlerse, Allah’ın kendilerine bir gündüz ve gecede beş vakit namazı farz kıldığını bildir. Bunu kabul edip itaat ederlerse, zenginlerinden alınıp fakirlerine verilmek üzere kendilerine zekâtın farz kılındığını haber ver. Buna da itaat ettikleri takdirde, onların mallarının en kıymetlilerini almaktan sakın. Mazlumun bedduasını almaktan çekin. Çünkü onun bedduası ile Allah arasında bir perde yoktur.” (Buhârî, Zekât 41, 63, Megâzî 60, Tevhîd 1; Müslim, Îmân 29-31. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Zekât 5; Tirmizî, Zekât 6; Nesâî, Zekât 46; İbni Mâce, Zekât 1)
Hadisin Açıklaması
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, Muâz İbni Cebel radıyallahu anh’ı Tebük Gazvesi’nden sonra hicrî dokuzuncu yılda Yemen’e vali ve kadı olarak göndermişti. Ayrıca zekât memurlarının topladıkları zekât mallarını teslim almaya da onu vekil tayin etmişti.
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Yemen’i beş vilâyete ayırmıştı. Muâz radıyallahu anh’ın gittiği yer Cened vilâyeti idi. Ehl-i kitap’tan olan Yemen halkı Yahudi idi. Onlara bir peygamber gönderilmiş ve bir ilâhî kitap gelmişse de zaman içinde itikadlarında sapma olmuş ve şirke sürüklenmişlerdi. Bu sebeple davet edilecekleri ilk şey sahih bir itikad olmalıydı. Onların Allah’a ve kendilerine gönderilen bir peygambere inandıklarını, dolayısıyla böyle bir davete ihtiyaçları olmadığını söylemek veya onları kendi dinleri içinde imanları Allah katında makbul mü’min kabul etmek söz konusu olamaz. Çünkü Kur’an onlara bu davetin yapılmasını emretmektedir.
Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, dört halife ve onlardan sonra gelen bütün halife ve yöneticiler Ehl-i kitâbı İslâm’a davet etmişlerdir. Şayet onların inancı makbul sayılsaydı Kur’an’ın pek çok âyeti onları İslâm’a daveti emretmez, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz de onları Müslüman yapmak için uğraşmaz ve kendileriyle savaşmazdı.
Bir kimsenin İslâm’ı kabul ettiği kelime-i şehâdeti ikrarıyla, yani dil ile söylemesiyle anlaşılır. Bundan sonra o kimsenin uyması ve yerine getirmesi gereken farzlar, emirler ve yasaklar vardır. Çünkü bunların hepsi kelime-i şehâdetin muhtevasında mevcuttur. Onların başında beş vakit namaz gelir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz de Muâz radıyallahu anh’a, kelime-i şehâdetten sonra uyulmasını isteyeceği ilk şeyin günde beş vakit namaz kılınması olmasını emretmiştir.
“Namaza itaat ederlerse” denilmesi, önce namazın üzerlerine farz kılındığını ikrar etmeleri, sonra da bilfiil namaz kılmak suretiyle emre itaat ettiklerini göstermeleri gerektiği içindir. Namaz, zengin, fakir, kadın, erkek aklı yerinde ve bulûğ çağına ulaşmış olan her Müslümana farzdır.
Namazdan sonra yerine getirilmesi istenilen ibâdet, yegâne mâlî ibadet olan zekâttır. Çünkü malda zekâttan başka farz olan bir hak yoktur. Zekât ise sadece zengin Müslümanların üzerine farzdır. Zekât, zenginin malından fakire vermesi gereken paydır. Hangi mallardan ne miktarda alınacağı, nasıl toplanacağı ve kimlere verileceği, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz tarafından bütün detaylarıyla açıklanmış ve zekâtı toplamakla görevlendirilen kimselere tâlimat olarak bildirilmiştir. Burada bunları tekrarlamamız söz konusu olamaz.
Bir kere daha hatırlamamız gereken, zekâtın son derece önemli sosyal nitelikli bir ibadet olduğudur. Zekâtı verip vermemek kişilerin kendi tercihlerine bırakılmış olmayıp, İslâm devleti bu maksatla kurduğu teşkilâtla bu farzın yerine getirilmesini sağlar. Zekât memuru, malın en gözde ve en kıymetli olanını seçip almaz. Bununla beraber en kıymetsiz ve kötü olanını da almaması gerekir. Orta halli olanı alır.
Hadiste oruç ile haccın zikredilmemiş olması, bunları istenilmemesi anlamına gelmez. Fakat namaz ile zekât Kur’an’da pek çok kere, peş peşe ve birlikte zikredildiği için bu ikisinin öne geçirilip misal gösterilmesiyle iktifa olunmuştur. İslâm’ın üzerine bina kılındığı beş esasa bunların da dahil olduğu herkesin bildiği bir gerçektir. Bu sebeple burada bir noksanlık olduğu iddia edilemez.
Hadisten Öğrendiklerimiz
- Kâfirlerle savaşılmazdan önce, kelime-i şehâdet getirerek İslâm’a girmeleri istenir.
- Kelime-i şehâdet getirenin Müslüman olduğuna hükmolunur. Namaz ve zekât gibi farzları yerine getirmesi daha sonra istenilir.
- Her gün beş vakit namaz kılmak, her Müslümanın üzerine farzdır.
- Zekât, zenginin malındaki fakirin hakkı olup farzlardandır.
- Zekât toplamakla görevli memurlar malın en iyisini zekât olarak alamaz.
- Mazlumun bedduası mutlak olarak reddolunmaz.
- Haber-i vâhid dinde delil olarak makbul ve onunla amel etmek vâcibdir.
Kaynak: Riyazüs Salihin, Erkam Yayınları