Peygamberlerin Allah'a Olan Tevekkülü
Tevekkül, lügatte “dayanma, güvenme, vekîl tutma ve vekîle güvenme” demektir. Tasavvufta ise, gönlü Allâh ile dolu olan kimsenin yalnız O’na güvenmesi ve O’na sığınmasıdır.
Cenâb-ı Hak, Mûsâ -aleyhisselâm-’a elindeki asâyı sormuş, sonra «At onu elinden!» diye emretmiştir. Çünkü asâ, O’nun Allâh’a olan tevekkülünü gölgelemekteydi.
Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“…İnananlar ancak Allâh’a tevekkül etsinler!” (İbrâhîm, 11; et-Tevbe, 51)
“…Eğer mü’minler iseniz, yalnız Allâh’a tevekkül edin!” (el-Mâide, 23)
“…Kim Allâh’a tevekkül ederse, Allâh ona yeter!..” (et-Talâk, 3)
Hadîs-i şerîfte de:
“Eğer siz Allâh’a hakkıyla tevekkül edebilirseniz, sabahleyin karınları aç gidip, akşamları tok olarak dönen kuşların rızıklandığı gibi rızıklanırsınız!” (Tirmizî Zühd, 33; İbni Mâce, Zühd, 14) buyrulmaktadır.
Tevekkül, tedbîr ve teşebbüsleri bir kenara atmak değil,v bilakis onlara istinâd ettikten sonra Allâh’ın kudret tecellîsine sığınmaktır. Allâh Teâlâ şöyle buyurur:
“…(Hakkında vahiy gelmeyen) bir iş husûsunda onlarla (mü’minlerle) istişâre et! İstişâreden sonra karar verip azmedince de (artık) Allâh’a tevekkül et!” (Âl-i İmrân, 159)
PEYGAMBERLERİN ALLAH’A OLAN TEVEKKÜLLERİ
Müsebbibü’l-esbâb, Cenâb-ı Hak’tır. O, dilediği zaman, yürüyen tabiat kânunlarının dışında da hükmünü icrâ eyler:
Nitekim, Hazret-i Âdem’i topraktan, zevcesi Havvâ’yı da O’nun cesedinden yaratmıştır.
İzdivâc kânûnuna aykırı bir şekilde Hazret-i Îsâ’yı babasız olarak Hazret-i Meryem’den meydana getirmiştir.
Hazret-i İbrâhîm’i Nemrûd’un ateşinde yakmamış, ateşe doğrudan doğruya: «Ey ateş! İbrâhîm’e serin ve selâmet ol!” emrini vermiştir.
Hazret-i Mûsâ’ya bir asâ darbesi ile denizden karşı sâhile yollar açmış, O’nu ve kavmini bir mûcize ile Firavun’un zulmünden kurtarmıştır.
Hazret-i Üzeyr’i yüz sene uyku hâli ile öldürmüş; bu müddet içinde yanıbaşındaki yemeğini bozulmadan muhâfaza etmiş, ölen eşeğini de, kemiklerine etleri giydirmek sûreti ile diriltmiştir.
Ashâb-ı Kehf’i üçyüz küsur sene gıdâsız, susuz bir şekilde uyku âleminde yaşatmıştır.
O Hâlık Teâlâ Hazretleri, dilediğini su üzerinde yürütür, havada kanatsız uçurur. Gözün görmesini iptal eder. Kalbi bir göz hâline getirir de baş gözüyle görülemeyen âlemleri seyrettirir.
Ancak şuna dikkat etmek lâzımdır ki; ateşin Hazret-i İbrâhîm’i yakmamasını örnek alarak, bir kimsenin kendisi hakkında da aynı neticenin zuhûrunu beklemesi, haddini bilmemek olur. Bunun sonu ise hüsrândır.
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- bu husûsu şöyle açıklar:
“Allâh yolunda ateşe girmek vardır. Lâkin ateşe atılmadan önce, kendinde İbrâhîm’lik vasfı olup olmadığını araştır! Çünkü ateş seni değil, İbrâhîmler’i tanır ve yakmaz!”
Hâsılı bir kimsenin, kemâl sâhibi ve makâmı yüce gerçek büyüklerle kendisini kıyâslaması, yersiz bir cehâlet ve tehlikeli bir âkıbettir. Bize düşen, tedbîr alarak imkânlar dâhilinde çârelere başvurmak, neticesi hakkında tevekkül edip Allâh’a sığınmaktır. Zîrâ tedbîrsiz tevekkülü, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yasaklamıştır:
Bir bedevî:
“–Yâ Rasûlallâh! Devemi çölde bırakıp tevekkül ediyorum!” demişti.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de cevâben:
“–Deveni bağla; ondan sonra tevekkül et!” (Tirmizî, Kıyâmet, 60) diye îkâz buyurdular.
Halîfe Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da, bir sefer esnâsında İslâm ordusunun bulaşıcı hastalık olan bir yere girmesini istemedi. Ordu kumandanı Ebû Ubeyde bin Cerrâh -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Halîfe! Allâh’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” dedi.
Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:
“–Hayır, biz Allâh’ın bir kaderinden diğer bir kaderine sığınıyoruz!” cevâbını verdi.
Çünkü hadîs-i şerîfte:
“Sağlamların yanına hastaları uğratmayın!” (Buhârî, Tıb, 53; Müslim, Selâm, 104) buyrularak bulaşıcı hastalıklardan korunmak emredilmiştir.
Mü’minin her iki cihanda yardımcısı Allâh’tır. Kim O’na tevekkül ederse, Allâh ona kâfîdir. Ferdî, ictimâî huzur ve saâdet, O’na dönmekte, O’ndan yardım istemekte, O’na tevekkül etmektedir.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi 1, Erkam Yayınları