Prof. Dr. Raşit Küçük ile Mülâkat
Yüzakı dergisinin “Nebevî Muhabbetle Hayat Bulmak” başlığıyla merhum Prof. Dr. Raşit Küçük ile gerçekleştirdiği mülâkat.
Yüzakı dergisinin 2008 yılında Din İşleri Yüksek Kurulu Eski Başkanı ilahiyatçı Prof. Dr. Raşit Küçük ile yaptığı röportaj.
NEBEVÎ MUHABBETLE HAYAT BULMAK
Yüzakı: Efendim, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in cihanı teşrif ettikleri Nisan ayında sizinle «Nebevî Muhabbetle Hayat Bulmak» çerçevesinde bir hasbıhâl gerçekleştirmek istiyoruz. İnsanlığın muhtaç olduğu gerçek diriltici nefes, edebî ifadesiyle âb-ı hayat, hiç şüphesiz ki O’nun özünde ve sözünde tecellî etti. Öyle ki ilâhî kelâm hariç hiçbir söze böylesine kıymetli ve mahsûldar bir kıvam nasip olmamıştır. Bu çerçevede Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sözlerindeki/hadislerindeki gönülleri dirilten kuvvet ve tesir hakkında neler söylemek istersiniz?
Raşit KÜÇÜK: Rahman ve Rahîm olan Allâh’ın adıyla söze başlarım. O’na sonsuz hamd ederim. Salât ve selâm O’nun kâinata son elçi olarak gönderdiği Efendimiz’in üzerine olsun.
Güzel ve kapsamlı bir soru ile işe başladınız. Ben de öncelikle Peygamberimiz’in bir hadîsinin anlamını anarak başlayayım: “Sözün en güzeli Allâh’ın kelâmı, kılavuzluğun en güzeli Hazret-i Peygamber’in rehberliğidir.” Allah’ın kelâmı ile kastedilenin Kur’ân-ı Kerim olduğu aşikârdır. Kılavuzluk diye dilimize aktarmayı tercih ettiğim kelimenin Arapçası «hedy» olup, biz yaygın olarak onunla aynı anlama gelen «hidayet» şeklindeki isim mastarını kullanırız. Kelime, rehberlik anlamına da gelir. Her kılavuzun, her rehberin girdiği ve insanları götürdüğü yolun bir bilgi kaynağı olur. İşte burada dikkatimizi çekmesi gereken gerçek, bir rehber olarak, kılavuz olarak Hazret-i Peygamber’in yegâne bilgi kaynağının ve dayanağının Allâh’ın kelâmı Kur’ân oluşudur. Söyleyeceklerimizin yerli yerince anlaşılması için peygamber kavramını da iyi kavramak gerekiyor.
Peygamberler, hak ve hakikatin bilgisine sahip en üstün nitelikli insanlardır. Allah, insanları içine düştükleri karanlıktan aydınlığa çıkarmak için, yüce ve üstün hikmetinin gereği olarak insanlık tarihi boyunca peygamberler göndermeye devam etmiştir. Cenâb-ı Hak bu nimetini, ihsanını ve lütfunu her zaman insanlara bildirmiş, gönderdiği peygambere uymayı onlara emretmiştir. Çünkü bütün insanlar hak ve hakikat bilgisini doğrudan Allah katından alma kabiliyetini hâiz değildirler. Dolayısıyla peygambere itaatin, uymanın ve O’nu örnek almanın farz kılınmasının sebebi budur. Cenâb-ı Hak insanlığa son Peygamber olarak Rasûl-i Ekrem Efendimiz’i göndermiştir. Bunun anlamı şudur:
Efendimiz, kendisinden önce gelip geçmiş, hak ve hakikat bilgisine sahip olan bütün peygamberlerin topyekûn meziyetlerini kendisinde toplamış, böylece hem risâleti tam olarak gerçekleşmiş hem ümmeti kıyâmete kadar örnek olma şerefine nâil olmuştur. Benim bu söylediklerim Kur’ân’ın bize apaçık bildirdiği gerçeklerdir. Kur’ân’ı okuyup anlayan her insan söylenilenlerin onlarca delilini onda bulabilir. Şu önemli hakikati de hatırlamamız gerekir:
Bilindiği gibi bütün peygamberlerde müşterek olan bazı özellikler vardır. Bunların en önemlilerinden biri, onların ismet sıfatına sahip olmalarıdır. Bunun anlamı, bütün peygamberlerin günahlardan korunmuşluğu gerçeğidir. Onlar, süflî arzu ve isteklerden arındırılmış nezih insanlardır. Durum bundan ibaret olunca, Rasûl-i Ekrem’in sözlerinin gönülleri diriltici, ölü ruhlara hayat verici bir tesir icra etmesi gayet tabiîdir. Çünkü O’nun sözleri hevâ ve hevesten kaynaklanmaz, insanlar arasında cârî olan günlük kavga ve gürültü konuları ile ilgili olmaz. Bilâkis insanlar arasında sevgi, saygı, merhamet ve şefkati azaltan veya yok eden şeyleri önleyici özellikler taşır. En önemli özelliklerinden bir diğeri de geçen zamanın O’nun hadislerini eskitememesi ve her an tazeliğini koruması, tüm zamanları kuşatıcı değer ve kıymette olmasıdır.
Yüzakı: Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şahsına münhasır hususiyetleri arasında ifade edilen cevâmiu’l-kelim özelliği bu bahsettikleriniz dolayısıyla mı? Bu tabiri biraz daha açabilir misiniz?
Raşit KÜÇÜK: Peygamber Efendimiz’in özelliklerinden biri de «cevâmiu’l-kelim» özelliğine sahip oluşudur. Bu tabir, veciz, özlü sözleri ifade için kullanılır. İslâm âlimlerinin büyük ekseriyetinin görüşüne göre, Peygamberimiz’in az söz ile çok geniş anlamlar ifade etme özelliğine sahip oluşunu anlatır. Hazret-i Fahr-i Kâinat’ın bu özellikleri taşıyan pek çok hadisleri bulunmaktadır. Bütün hadislerin aynı şekilde kabul edilmesi gerektiğini söyleyenler yanında, sadece bu özelliğe sahip hadisleri kapsadığı kanaatini belirtenler de vardır. Hazret-i Rasûl-i Ekrem, kendisinden önce gelip geçmiş bütün peygamberlerden ayrıcalıklı olarak sadece kendisine verilen özellikleri saydığı bir hadîs-i şeriflerinde:
“Ben, cevâmiü’l-kelim ile gönderildim.” buyururlar. Bir diğer hadislerinde de:
“Bana cevâmiü’l-kelim verildi.” buyurmuşlardır. Bu rivayetlerin her ikisi de sahih hadis kitaplarında yer alır. Bu hadislerden hareketle bazı âlimler cevâmiü’l-kelim ile Kur’ân’ın kastedildiğini, bazıları hem Kur’ân hem de hadislerin kastedildiğini söylemişlerdir.
Biz, genel kabul gören görüşlerin penceresinden bakacak olursak, gerçekten Peygamberimiz’in hadisleri fesahat ve belâgatin en üstün örnekleri olup, vahyin ışığında, Kur’ân’ın nûru ile aydınlanmış bir gönlün ve sonsuzluk gerçeğinin enginlerinde seyreden bir rûhun bize, dünyamıza yansımalarından ibarettir. Bunun tesirinin ne kadar etkileyici, karşı konulamaz, sarsıcı, muhatabı söz söylemekten âciz bırakıcı, hayranlık ve hayret uyandırıcı olduğunu tasavvur ediniz!
Meselâ hemen aklıma geliveren şu hadislerin mahiyet ve muhtevasını düşünelim:
“Bütün ameller niyetlere göre değer kazanır.”; “Allâh’a îman ettim de, sonra da dosdoğru ol!”; “Sizden biri, kendi öz nefsi için isteyip arzu ettiği bir şeyi, din kardeşi için de isteyip arzu etmedikçe gerçek mânâda mü’min olamaz.”; “Ben mekârim-i ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.”… Bunlar gibi onlarca hadis cevâmiü’l-kelim diye adlandırılmıştır. Bu hadislerin her biri, haklarında müstakil kitaplar yazılacak kadar kapsamlı anlamlar ifade eden özellikler taşımakta olup, telif edilmiş kitap örnekleri de az değildir.
Yüzakı: Efendim, Rasûl-i Ekrem -aleyhissalâtü vesselâm-’ın mübarek sözlerinde bir de asırlar sonrasında bile ilk günkü tazeliğini muhafaza göze çarpıyor. Böylesine söz söyleyebilmenin sırları nelerdir?
Raşit KÜÇÜK: Önceki soruları cevaplandırırken ifade etmeye çalıştığım gibi, mutlak hakikat hiçbir zaman değişmez. Bütün peygamberler, bütün münzel kitaplar insanlık tarihi boyunca yeryüzünde yaşayanlara bu gerçeği haykırıp durdular. Onun için İslâm âlimleri Hazret-i Âdem’den Hazret-i Muhammed -aleyhisselâm-’a kadar dinlerin aslı ve esasının hiçbir değişikliğe uğramadığını ifade ederler. Cenâb-ı Hakk’ın insanlara ve cinlere gönderdiği son elçi olan Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sözleri, işleri, yaşadığı hayat bu gerçeğin ifadesi ve örnekliğinden ibarettir. Yine bazı İslâm mütefekkirlerinin ifade ettiği gibi yaratılmışlara ihsan edilen akıl nimetinin de en üstün derecesi Efendimiz’e ikram olunmuş ve O da bunun tamamını kullanmıştır. Bazı mutasavvıfların «Hakîkat-i Muhammediyye» diye ifade ettikleri, ancak burada anlatılması hem sözün makamına uygun düşmeyen hem kelâmı uzatacak olan, âlemde yaratıcının İsm-i Âzam’ı sayılan Allah isminin mazharı kabul edilen peygamberî özelliğe de işaret etmiş olalım. Durum böyle olunca, O’nun sözleri ve sünneti, üzerinden zamanın geçmesiyle değerinden hiçbir şey kaybetmeyen altın, gümüş ve sair kıymetli madenler gibidir.
Yüzakı: Risâletinin kıyâmete kadar bâkî olması, bütün insanlığı şümulüne alması yönüyle Efendimiz, diğer enbiyadan ayrılıyor. Bu çerçevede Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in fazileti hakkında kısa bir hulâsanız mümkün mü?
Raşit KÜÇÜK: Öncelikle bir hususu açık ve net olarak ifade etmeliyiz: Rasûl-i Ekrem’in diğer bütün peygamberlerden farklı oluşu, kaynağı Kur’ân-ı Kerim olan bir gerçektir. Nitekim Kur’ân adlarını andığı bazı peygamberler ile Efendimiz’in özelliklerini sayarak bu gerçeğin sebeplerini ortaya koyar. Esasen peygamberlerin bazısını bazısından efdal kıldığını Cenâb-ı Hak açıkça beyan buyurur:
“Biz, o peygamberlerin kimini kimine üstün kıldık…” (Bakara, 255) mealindeki âyet ve benzerleri bunun delillerindendir. Peygamberimiz’in faziletleri müstakil kitaplara konu olmuştur. Bunları ana hatlarıyla bile burada sayıp dökmek mümkün değil. Ancak, Kur’ân’ın bize bildirdiği birkaç özelliğine dikkat çekmek isterim:
Kur’ân, Hazret-i Peygamber’in şahit, müjdeci, uyarıcı, davetçi, nur saçan bir ışık olduğuna dikkatimizi çeker. Esasen bunlar diğer peygamberlerde de bulunan özelliklerdi. Fakat bilinmesi gereken nokta, bunların diğer peygamberlerde aynı seviyede bulunmadığıdır.
Misal vermek gerekirse, Hazret-i Yâkub ve Hazret-i İsmail peygamberlerde şahitlik sıfatı önde idi. Hazret-i İbrahim ile Hazret-i İsa’da mübeşşir/müjdecilik özelliği daha önceliklidir. Hazret-i Nuh ve Hazret-i Musa gibi bazı peygamberlerde münzir/uyarıcılık vasfı daha önde idi. Hazret-i Yûsuf ve Hazret-i Yûnus peygamberlerde Hakk’a davet yönü önde idi. Allah Teâlâ insanlığa gönderdiği son elçi olan Hazret-i Rasûl-i Ekrem’de bu vasıfların tamamını toplamak sûretiyle risâlet görevini O’nunla sona erdirmiş ve kıyâmete kadar O’nun getirdiği dini, yegâne geçerli yol kabul ettiğini beyan buyurmuştur. Nitekim biz, insanlık ailesi olarak Hazret-i Muhammed -aleyhisselâm-’a indirilmiş olan Kur’ân-ı Kerim dışında hiçbir peygambere indirilen mukaddes kitabın aslına sahip değiliz. Tıpkı bunun gibi Hazret-i Muhammed -aleyhisselâm- dışında hiçbir peygamberin sağlam bir sîretine/yaşadığı hayatın bilgisine sahip değiliz. Fakat Efendimiz’in hayatının en ince teferruatına varıncaya kadar her hâlinin en sahih ve sağlam bilgisine sahip durumdayız. «Bunlar çok mu önemli?» gibi bir soru akla gelebilir. Evet, insanın ve insanlığın karşılaştığı problemlere çare olacak bir inanç ve hayat tarzı aranıyorsa bunlar son derece önemlidir. Peygamberinin sünneti ve sîreti yok olmuş ve tahrifata uğramış, bozulmuş, asliyetini kaybetmiş ve âdeta folklorik hâle gelmiş bir din, onun müntesipleri bulunsa, hattâ bunlar sayıca çok da olsa derde deva olamaz.
Onun için bizim az önce İslâm dini ve onun peygamberi ile ilgili söylediklerimiz büyük bir önemi hâizdir. Cenâb-ı Hakk’ın bütün bunlardan daha büyük bir lütfu ve bunların üstünde bir fazilet olabilir mi? Çünkü ezelî ve ebedî hakikatin bizâtihî kendisi olan ilâhî kelâm, Allâh’ın kitabı yüce Kur’ân, indiği gündeki tazeliği ve hâli ile elimizde bulunuyor. Onu yaşantısı ile hayat hâline getirmiş olan Hazret-i Peygamber’in sünneti ve sîreti en sahih ve sağlam şekliyle önümüzde duruyor. Bize düşen görev, bunların kıymetini bilmek ve insanlık ailesini bu gerçeklerden haberdar etmektir.
Yüzakı: Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- milâdî 632 senesinde vefat ettiler. Mübarek vücutları Ravza-i Mutahhara cennetinde sırlı. Fakat Efendimiz; «Salât ü selâmlarınız bana arz olunur.» gibi hadîs-i şerifleriyle vefatlarından sonra da ümmetiyle farklı bir beraberlik içinde olduklarını ifade buyuruyorlar. Bazı iz’ânı dar kimseler Hazret-i Peygamber’e duyulan muhabbet neticesinde, «Dahîlek yâ Rasûlâllah!» ve benzeri şefaat taleplerini, istimdatları kaba bir dille tenkit ediyorlar. Halkın da kafası karışıyor. Muhabbetler zedeleniyor. Bu mevzuda değerlendirmeniz nedir?
Raşit KÜÇÜK: Hazret-i Peygamber’e salât ve selâm getirme, Kur’ân-ı Kerîm’in beyanına göre Cenâb-ı Hakk’ın bize emrettiği hususlardan biridir, yani farzdır. Ancak âyette tekrarına ait hüküm bildirilmemiştir. Sahih olan görüşe göre ismi her anıldığında getirmek vaciptir. Ancak bazı âlimlerin bir mecliste birçok defa adı anılınca, bir defa salât u selâm getirmekle vacibin îfâ edilmiş olacağı kanaatinde olduklarını da belirtmiş olalım. Her duanın başında ve sonunda salât u selâm okumanın da vacip olduğu kabul edilir. Nasıl salât ve selâm getireceğimizi Peygamberimiz bize öğretmişler, onlarca sahih rivayetle sabit olan bu metinler sadece hadis kitaplarımızda değil, akāid, tefsir, fıkıh, siyer, tasavvuf ve ahlâk ilimleriyle ilgili kitaplarda da yer almıştır.
Salât ve selâm getirmenin bir Müslüman için sağlayacağı dünya ve âhiret mükâfatı, ismi anıldığı hâlde getirmemenin sonuçları hadîs-i şeriflerde hatırlatılmıştır. Bunlardan sadece bir tanesinin anlamı şöyledir:
“Yanında adım anıldığında bana salevat getirmeyen kimsenin burnu yere sürtülsün.” Bir başka rivayetin de mahiyetine işaret etmek isterim. Peygamberimiz, Allah Teâlâ’nın kendisi için iki melek görevlendirdiğini, bir Müslüman’ın yanında adı anıldığında, o kişi salât u selâm getirirse, o iki meleğin ona: “Allah seni bağışlasın.” dediklerini; Allah Teâlâ ve diğer meleklerin de; “Âmîn!” dediklerini; şayet o kişi salevat getirmezse bu defa da o iki meleğin “Allah seni bağışlamasın.” dediklerini; Allah ve meleklerin de yine, “Âmîn!” dediklerini bildirmiştir. Demek ki bunlar hafife alınacak konular olmayıp, gelişi güzel söz söylemenin asla câiz olmadığı alanlardır. Aklı başında bir Müslüman bu hatalara düşmez ve bilmediği şeyleri bilene sorar.
Sorunuzun içinde anılan şefaat konusu da aynı şekildedir. Ehl-i sünnet mezhepleri şefaatin hak ve gerçek olduğunu kabul ederler. Aklı ön plâna çıkararak böyle konuları kabul etmeyen Mu’tezile mezhebi şefaati ilahî adalete aykırı bularak reddeder. Mu’tezilenin bu aşırı akılcılığı İslâm’ı evrensellikten uzaklaştırıp mahallî bir din hâline getirme çabasında olanları cesaretlendirmektedir. Dinin itikad konularının her birini akılla kavrama imkânı yoktur; çünkü o konu makûlât alanı ile ilgili olmayabilir. Aklın kanunlarının her alanı ihata edeceği yönündeki yaklaşım temel yanlışlardan biridir.
Menkûlât yani nakil yoluyla bize ulaşan haberlerin sabitliği naklin kanunlarına tâbîdir. Akıl onun hikmetini araştırır, gücü nispetinde yorumunu yapar. Bu yorumlar muhtelif olabilir, isabetsizliği haberin sübûtunu ortadan kaldırmaz. Benim bu konuda okuyucularınıza söyleyebileceğim, dini okuyarak öğrenmek istiyorlarsa doğru kitaplar okumaları, bir şey soracaklarında doğru-dürüst ilim ehli olan ve Allah korkusuna sahip bulunanlara sormalarıdır. İslâm dini medeniyet inşa eden bir dindir. Müslüman toplumların her tür sanat eserinde, hayır ve hasenatında şefaat ümidinin, inancının tezahürlerini görürüz. Geçmişi görmezden gelerek ve muazzam kültür birikimini bir kenara iterek dini, bedevî tarzı anlayış ve yaklaşımlara terk etmemek gerekir diye düşünürüm.
Yüzakı: Efendim kıymetli vaktinizi bize ayırdığınız ve verdiğiniz değerli bilgiler için teşekkür ederiz.
Raşit KÜÇÜK: Ben de teşekkür ederim.
PROF. DR. RAŞİT KÜÇÜK KİMDİR?
1947 yılında Antalya Akseki’de doğdu. 1966’da Antalya İmam-Hatip Okulundan, 1970’de Konya Yüksek İslâm Enstitüsünden mezun oldu. Mezuniyetinden sonra Erzurum İmam-Hatip Lisesinde öğretmen ve idareci olarak çalıştı. 1974 yılında atandığı Erzurum Yüksek İslâm Enstitüsünde öğretim üyesi ve idareci olarak görev yaptı. 1981’de İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsüne naklen tayin edildi. 1983 yılında Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde; «Kur’ân ve Sünnet’te Sevgi Kavramı» adlı teziyle doktor oldu. 1997’de doçent, 2003 yılında da profesör unvanını aldı. 2007 yılında Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dekanlığı vazifesine başlayan Raşit Küçük hâlen bu görevdedir.
Eserleri:
– Hazreti Muhammed (S.A.S.) Siyer-i Nebî
– Sevgi Medeniyeti / Allah’ta Kul, Kulda Allah Sevgisi
– İmâm-ı Nevevî, Riyazü’s-Sâlihin -Peygamberimizden Hayat Ölçüleri- [Tercüme ve Şerh], (Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir ve Prof. Dr. İsmail L. Çakan ile birlikte.)