Rabbin Huzuruna Çıkabilme Nimeti
İslami ibâdetlerin ilk rüknü dînin direği, îmânın nûru, mü’minlerin mi’râcı namazdır.
İnsan hayatı, kâinâtın yaratıcısına ulaşmak üzere bir hakîkat arayışının tezâhürleriyle doludur. Bu tezâhürler, insanın yaratılışında mevcud ve değişmez bir keyfiyet olan îmân ve ibâdet etme temâyülünün tabiî bir neticesidir. Öyle ki Hakk ve hakîkatten mahrum kalanların, bu fıtrî temâyülü teskin yolunda âciz bir mahlûka tapmaya varacak kadar akıl ve mantık dışı nice garip ve abes mecrâlara sürüklendikleri, dünden bugüne müşâhede edilegelen âşikâr bir gerçektir. Nitekim bugün dahî milyonlarca insanın, öküz ve benzeri mahluklara kudsiyet izâfe ettiği veya muharref dinlerde olduğu gibi Rabb-i Müteâl’i hayâl ve şekil içine sığdırmaya çalışmak gibi antropomorfik bir inancın peşinde sürüklendiği mâlumdur.
Bu da gösteriyor ki insan:
“İnsanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 56) ifâdesinin bir tecellîsi olduğu için, kul olabilme ve kulluğu yaşayabilme sırrına dâimâ vazgeçilmez bir ihtiyaç hâlindedir.
Dolayısıyla o, bu fıtrî temâyülü insanlık şeref ve haysiyetine lâyık bir şekilde yönlendirebildiği ölçüde seâdet ve selâmete ulaşır. Çünkü insan, kudret-i ilâhiyyenin binbir nakışı ile müzeyyen olan bu âlemde ilâhî san’atın zirvesini teşkîl etsin diye yaratılmış ve bu yaratılışın vicdânî bir neticesi olarak Rabbini tekrîm ve ibâdetle mükellef kılınmıştır. O derecede ki, insana verilen bütün üstün husûsiyet ve mertebeler bu mükellefiyetini yerine getirmesine bağlanmış ve âyet-i kerîmede:
“(Ey Rasûlüm!) De ki: Kulluk ve yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?! …” (el-Furkân, 77) buyurulmuştur.
İşte bu cümleden olarak Cenâb-ı Hakk, pek çok âyet-i kerîmede insanın ebedî hüsrândan kurtuluşu için îmândan sonra amel-i sâlih sahibi olmasının zarûretini beyân buyurur. Bu itibarla Rabb’in yüce huzûruna kalb-i selîm ile çıkabilmeyi gâye edinen mü’minler, âmel-i sâlih denilen ibâdetlerin ulvî pınarlarına gönüllerini teslîm eder ve vuslat deryâsına doğru yol alırlar. Kulu bu şekilde Mevlâ’nın vuslat deryâsına götüren ibâ-det pınarlarının en büyüğü ve ehemmiyetli olanı da hiç şüphesiz namaz ibadetidir. Zîrâ namaz, şümûl, muhtevâ ve rütbe bakımından bütün ibâdetlerin zirvesi ve özü durumundadır.
Kâinâttaki bütün varlıklar; güneş, çayır, çemen, ağaçlar, zikir hâlindedir. Saf hâlinde uçan kuşlar, dağlar, taşlar, keyfiyeti bizce meçhul bir tesbihat ile Hakk’a kulluk ederler. Nebâtâtın ibâdeti, kıyâm hâlinde; hayvânâtınki, rükû hâlinde; cansız addedilenlerinki de yere kapanmış vaziyette, yâni secde hâlindedir. Semâ ehlinin durumları da böyledir. Melâikenin bir kısmı kıyâmda, bir kısmı rükûda, bir kısmı secdede, bir kısmı da tesbîh ve tehlîl hâlindedir. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın mü’minlere bir mi’râc olarak ikrâm ettiği namaz ibâdeti ise, bütün bu ibâdetleri câmî bir muhtevâdadır. Dolayısıyla gerçek musallîler (namaz kılanlar), yerde ve gökte bütün varlıkların yapmış olduğu ibâdetlerin cümlesine şamil bir ibâdet yapmış olarak hesapsız mükâfat ve derûnî tecellîlere nâil olurlar.
Süleyman Çelebi merhum, namazın bu husûsiyetini ne güzel ifâde eder:
Her kaçan kim bu namazı kılalar,
Cümle gök ehli sevâbın alalar…
Çünkü her türlü ibâdet bundadır,
Hakk’a kurbiyyetle vuslat bundadır…
NAMAZ ALLAH'IN (C.C.) RIZASINI KAZANDIRIR
Hadîs-i şerîfte buyurulur:
“Namaz, yüce ve büyük olan Allâh’ın rızâsını kazandırır. Meleklerin sevgisine nâil eder. Peygamberlerin yoludur. Mârifet nûrudur. Îmânın aslıdır. Duânın icâbetine vesîledir. Amelleri makbûl kılar. Rızka bereket getirir. Vücûda rahatlık verir. Düşmanlar üzerine silâhtır. Şeytanı uzaklaştırır. Ölüm meleği ile musallî arasında şefâatçidir. Kabirde kandildir ve orada bir yaygıdır. Münker ve Nekir meleklerine cevaptır. Kıyâmete kadar kabirde can yoldaşıdır. Kıyâmet günü olduğunda namaz kılanların üstünde bir gölgeliktir. Başında taçtır. Bedenine elbisedir. Önünde giden nûrdur. İnsanlarla arasına gerilen bir perdedir. Rabb’leri huzûrunda mü’minlerin hüccetidir. Mîzânda ağırlıktır. Sırattan geçiştir. Cennete anahtardır. Çünkü namaz, tesbîhtir, hamddir, tâzimdir, kırâat ve duâdır. Hâsılı, fazîletli amellerin tümü, vaktinde kılınan namazdadır.” (Tenbîhü’l-Gâfilîn, 293)
Bunun içindir ki namaz, Allâh’la kavuşma noktasıdır ve ümmete küçük bir mi’râc olarak ikrâm edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de “Secde et ve yaklaş!” (el-Alak, 19) buyurulduğu vechile Rabbin huzûruna çıkabilme nîmeti de, namazla elde edilir.
Gerçek namazda bütün mâsivâ aradan çıkar, dünyevî her şey silinir. Kul ile ma’bûd, buluşma meclisinde beraber olur. İlâhî sırların derinliklerine doğru mesâfe alır. Çünkü namaz, mi’râcdaki buluşmanın ardından Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’e Cebrâil’siz bir şekilde farz kılınmış ve böylece araya hiçbir vâsıta koymadan sırf Allâh ile halvet olabilmeye hasredilmiştir. Bu halvette dâimâ o mi’râcdaki «kaabe kavseyn» ve «müşâhede-i ilâhî» hâlini yaşayan Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-:
“Namaz, gözümün nûrudur.” (Nesâî, Ahmed bin Hanbel) buyurmuşlardır.
Namazla kazanılacak kemâlât, huzûr, sükûn, itmi’nân ve kurbiyyet, hiçbir ibâdetle kazanılamaz. Dünyâda namazın rütbesi, âhırette Cenâb-ı Hakk’ı görmenin rütbesi gibidir. Zîrâ dünyâda kulların Allâh’a en yakın olduğu an, namaz anlarıdır. En ince lezzetler ve mânevî tecellîler, namazdadır. Denilebilir ki bütün ibâdetler, âdetâ kulu namaza hazırlamak için birer basamak mesâbesindedir. Bunun içindir ki Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in ifâdesi ile namaz:
“Dînin direği, îmân ve kalbin nûru, seâdetin anahtarı, mü’minlerin mi’râcı” olarak tavsîf buyurulmuştur.
Bütün ulvî mâhiyetiyle namaz, Allâh ile kul arasında ikiye taksîm edilmiş müstesnâ bir ibâdettir. Yâni o, tıpkı Fâtiha Sû-
resi gibidir.
Cenâb-ı Hakk’a mahsûstur. Ayette belirtildiği gibi bir yönüyle Allâh’a, bir yönüyle kula âiddir. Bu, kulun Hakk’a ibâdetini, Hakk’ın da kula ma‘bûdiyyetini cemeder. Yâni yegâne mâbud (kendisine ibâdet edilen) Allâh olduğu hakîkati çerçevesinde kul, ibâdetini yalnız Allâh’a hasretmelidir. Bundan sonraki âyetler ise, kula mahsustur. Nitekim hadîs-i kudsîde buyurulur:
“Namazı benim ile kulum arasında ikiye böldüm; yarısı benim, yarısı onundur.” (Müslim, Salât, 38-40)
Dolayısıyla namaz, Allâh ile kul arasında bir duâ, yakarış, yâni bir “münâcât”tır. Bir “zikir”dir. Cenâb-ı Hakk buyurur:
“Beni zikir için namaz kıl!” (Tâhâ, 14)
Yine Cenâb-ı Hakk’ın buyurduğu:
“Beni zikrediniz, tâ ki ben de sizi zikredeyim!..” (el-Bakara, 152) sırrı, diğer ibâdetlerden ziyâde namazda gerçekleşir.
Böylece namaz zikri esnâsında:
“...Ben, beni zikredenle beraberim...” (Buhârî, Tevhîd, 15) hadîs-i kudsîsi tahakkuk eder.
Ancak kulun bu beraberlikten lâyıkıyla istifâde edebilmesi için “ihsân” hâlinde bulunması zarûrîdir. Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyururlar:
“...İhsân, Allâh’ı görüyormuş gibi ibâdet etmendir! Sen O’nu göremiyorsan da O, seni görüyor ya!..” (Müslim, Îmân, 1)
İşte bu şekilde kılınan bir namaz, gözün nûru olur.
Namazı bu şekilde kılabilenler için rütbe-i Rasûl’den bir tecellî hâsıl olur. Bu ise, Allâh Teâlâ’dan niyâbettir.
Bunun için namaz, Hazret-i Mûsâ’ya yol gösteren nûrânî ağaç gibidir. Namaz, kırık kalblerin tesellîsi, dünyâ kargaşasından yorulan gönlün rahatlığı, rûhun lâhûtî gıdâsı, canların şifâsı ve âriflerin lisânıdır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, dünyevî meşgaleler gönlüne ağırlık verdiğinde:
“Ey Bilâl! (Ezân okuyarak ve) namazın ikâmesini söyleyerek bizi rahata kavuştur.” buyururlardı.
Çünkü namaza benzeyen hiçbir ibâdet yoktur. Namaz kılan kimse, namazdan başka hiçbir şeyle meşgul olamaz. Namaz onu, her türlü alâkadan keser. Hakk ile başbaşa târifsiz bir vuslat yaşatır. Diğer ibâdetlerde durum böyle değildir. Meselâ oruçlu kimse, pazarda müşteri de olur, satıcı da… Hacce-den de kezâ böyledir. Ama musallî, ne satıcı olur, ne de alıcı… O, sadece musallîdir. Yâni maddesi ve mânâsı da, huzûr-i ilâhîdedir.
Kâmil mü’minler;
“Muhakkak namaz, mü’minler üzerine vakitlenmiş olarak farzdır.” (en-Nisâ, 103)
âyet-i kerîmesinin beyânı vechile ömür boyu günde beş kere yapılan itâat ve mücâhede tatbikatı yanında nâfilelerle de ol-
gunlaşa olgunlaşa nihayet Rabbimizin «» (Rabbine dön!) emri mûcibince rahmet ve sonsuz ihsanlarına intikal ile faziletli kullar arasına karışıp dâru’s-selâm’a, yâni seâdet yurduna nâil olurlar.
O mü’minler, âyette buyurulan:
“Siz beni zikredin, ben de sizi zikredeyim!” (el-Bakara, 152) makamındadırlar.
Onlar:
“Allâh’ın zikri en büyüktür!” (el-Ankebût, 45) beyânından nasîb almışlardır.
Bu ifâde, «Allâh’ı zikir, yâni namaz en büyük bir iştir» demek olduğu gibi aynı zamanda «Allâh’ın, kulunu zikri, kulun O’nu zikrinden daha büyüktür» demektir. Bunun için Hakk’a yakınlıkta en büyük pay, namazdadır.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslam İman İbadet
NAMAZ ÇOK MÜHİMDİR
NAMAZ VE HİKMETLERİ
YORUMLAR