Rabıta, İstiane ve İstiğase Nedir?
Râbıta, istiâne ve istiğâse ne demektir? Tasavvufta râbıta, istiâne ve istiğâseyi islamveihsan Youtube kanalımızdan sesli kitap olarak dinleyin.
TASAVVUFTA RÂBITA, İSTİÂNE VE İSTİĞÂSE NE DEMEKTİR?
Tasavvufta sâlik, bir mürşid-i kâmilin irşâdı ile kalbî eğitime tâbî olarak seyr u sülûkünü tamamlamaya çalışan kimsedir. Bu kalbî eğitim talebesi, mürşidin, yâni şeyhin verdiği istikâmeti hiç bozmadan muhâfaza eder, kalbini kesâfetten kurtarmaya çalışır. Teslîmiyet hâlini başarıyla devam ettirmeye gayret eder.
Mürşid ise bu kalbî eğitimde rehber olan kimsedir.
Rabıta Nedir?
Râbıtanın lügatteki mânâsı, bağ, alâka ve vuslat demektir. Aslında kâinâtta râbıtasız hiçbir mahlûk yoktur. Râbıta, maddî-mânevî istiâne ve istiğâseyi (yardım dilemeyi) mümkün kılar.
Diğer bir târif ile râbıta, muhabbetten ibârettir. Gönülde muhabbetin tâzelik ve zindeliğini dâimâ muhâfaza ettirmektir.
Kaç Çeşit Rabıta Vardır?
Üç türlü râbıta vardır:
-
Tabiî Râbıta
Kişinin yakınlarına duyduğu bir muhabbettir. Bir annenin evlâdına olan muhabbeti gibi.
-
Bayağı (Süflî) Râbıta
Menedilen şeytânî ve nefsânî temâyüllere bağlanmadır. Bir kumarbazın kalbinin devamlı kumarla meşgul olup âilesini ve çoluk çocuğunu dahî unutması gibi.
-
Ulvî Râbıta (Tasavvufî Râbıta)
Mukaddes mefhumlara ve ulvî duygularla insanı Allâh’a yönlendiren vesîle ve vâsıtalara râbıtadır. Tecliye[1] ve müşâhede makâmına vâsıl olmuş kimselere karşı ulvî duygular besleyip onların rûhâniyetinden istifâde etmek için cismen veya rûhen yanlarında bulunmaktır. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur:
“Ey îmân edenler! Allâh’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun!” (et-Tevbe, 119)
Câlib-i dikkattir ki, Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerîmede “Sâdık olun!” buyurmamakta, takvânın muhâfazası için “Sâdıklarla beraber olun!” diye emretmektedir. Bu da insanların sâdık bir cemaat içinde kulluğunu devâm ettirmesi gerektiğine işâret etmektedir.
Muhabbet ve maiyyet (beraberlik) şartlarına riâyet ederek râbıta kuran bir kimse, râbıta kurduğu kimsenin ahlâk ve meziyetleri ile istîdâdı kadar şahsiyetlenir. Çünkü güçlü insanların sergilediği hâller sârîdir. Yâni enerjik karakterlerde sirâyet özelliği vardır. Güçlü karakterler, zayıf karakterlerin ilham kaynağıdır. Merhametli, fedâkâr ve ferâgat sâhibi insanların hâlleri, bulundukları cemâate müsbet tesirler verir.
Hâllerdeki bu sirâyet özelliği müsbette olduğu gibi menfîde de geçerlidir. Nitekim Firavun’un Hâmân ve emsâli seçkin adamları da onunla ihtilâtları sebebiyle zamanla Firavunlaşmışlardır.
Tasavvufî mânâdaki râbıta, mânevî duyuşlara vesîle olur. Kalbden nefsânî, bencil duygular gider, örnek alınan mürşid-i kâmilin hâlleri transfer edilir. Dünyâ malı, kalbin dışında ve bir gâye olarak değil, vâsıta olarak taşınır.
Mürşidin kalbi, aynen mercek gibidir. Sıfâtullâh tecellîlerine mazhar olduğu için kalbdeki menfî duygular yanmıştır. Dünyâya âit fânî lezzetler ömrünü tüketmiştir. Bu hâller râbıta ile mürîdin kalbine zamanla ve muhabbeti derecesinde sirâyet eder. Mürîd ile mürşid, bu hâl aktarmasıyla aynîleşir. Nitekim hadîs-i şerîflerde şöyle buyrulmuştur:
“Kişi sevdiği ile berâberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
“Herhangi bir topluluğa benzemeye çalışan, onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031)
İmâm-ı Gazâlî -kuddise sirruh-, namaz kılan kimsede kalb huzûrunun şart olduğunu beyân buyurduktan sonra:
“İlk ve son oturuşta Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i kalb gözleri arasında tahayyül etmek lâzımdır...” diyerek Peygamberimiz’le yapılacak râbıtaya dikkat çekmiştir.[2]
Hâl İn‘ikâsları
Yukarıda da ifâde ettiğimiz üzere hâller sârîdir. Bu sirâyetlerin belli başlı tahakkuk şekillerini şöyle sıralayabiliriz:
-
Nazar (Mânevî bakış)
Peygamberler ve evliyâullâhın nazarıdır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar:
“Mü’minin firâsetinden sakınınız! Çünkü o, Allâh’ın nûruyla bakar.” (Tirmizî, Tefsîr, 15)
Selîm bir kalbe sâhip olan kişinin nazarı, hâl aktarmasına vesîle olur. Kalbindeki feyz, nazar edilenin kalbine akseder. Ashâb-ı kirâm, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sohbetlerinde bulunup O’nun mübârek nazarlarına muhâtap oldukları için ümmet nezdinde en yüce makam olan sahâbîlik rütbesine nâil olmuşlardır. Bu yüzden, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu nebevî nazarlarına nâil olamayan mü’minlerin, sahâbîlik makâmına ermeleri mümkün değildir.
-
Söz
Nefsini tezkiye ve kalbini tasfiye etmiş bir kimsenin sözlerinde, yaşadığı hâlin duyguları yüklüdür. Bu duygularla söylenen sözler, muhâtabını tesir altına alır.
-
Sohbet
Sohbette fizikî beraberlik vardır. Orada kalblerdeki farklı tecellîler, mecliste bulunanlara akseder. Güçlü karakterler, zayıfların ilham kaynağıdır. Zayıf olanlar, onlardan bir bakıma mânevî enerji alırlar.
-
Gıdâ Bakıyyesi ile Teberrük
Muhtelif zaman ve mekânlarda sahâbe, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek gıda bakıyyeleri ile bereket bulmuşlardır.
Bazı hadîs-i şerîflerin beyânı vechile, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir sütü içtiği zaman diğer sahâbîlere de ikrâm ederler, hem içene feyz aktarması olur, hem de sütte bir bereketlenme meydana gelir ve hiç eksilmezdi. Sehl bin Sa’d -radıyallâhu anh- şöyle rivâyet etmektedir:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bir içecek getirilmişti. Ondan bir miktar içtiler. Bu esnâda sağ tarafında bir çocuk, sol tarafında ise ashâbın büyüklerinden yaşlı kimseler oturuyorlardı. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sağındaki çocuğa, kâbına erişilmez bir nezâket ve tevâzû ile:
“– Müsâade eder misin, bu içeceği evvelâ şu büyüklerine vereyim?” buyurdular. O küçük, fakat akıllı çocuk, herkesi şaşırtan şu ibretli cevâbı verdi:
“–Yâ Rasûlallâh! Siz’den bana ikrâm olunan nasîbimi hiç kimseye vermem!” Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mübârek ellerindeki içeceği o çocuğa verdiler. (Buhârî, Eşribe, 19)
Ebû Eyyûb el-Ensârî -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i evinde misâfir ettiği günlerde yemek pişirir ve -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gönderirdi. Yemeğin kalan kısmı geri geldiğinde, Âlemlerin Efendisi’nin parmaklarının dokunduğu yerleri araştırırdı. (Müslim, Eşribe, 170-171)[3]
Tebük’de susuzluk hâli vâkî olunca, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, parmaklarına az miktarda su döktürmüş, sonra baş parmağından pınar misâli sular akmış; kırbalar suyla dolmuş ve ordunun su ikmâli onunla yapılmıştır. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in parmağından akan bu su, zemzemden de şifâlı ve efdaldir. Çünkü Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizin nûrlu ellerinden ve mübârek cism-i şerîfinden akmıştır.
-
Eşyâ ile hâl aktarması
Pek çok senedle rivâyet edilen, mütevâtir bir hadîs-i şerîfe göre Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, hutbelerini bir hurma kütüğü üzerinde okurdu. Mescide minber yapılınca, kütüğü terk edip minberin üzerinde hutbe okumaya başladılar. O hurma kütüğü de Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hicrânıyla ağlamaya başladı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kütüğü okşadı; kütük sâkinleşti. (Buhârî, Menâkıb, 25)
Yine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Veysel Karânî Hazretleri’ne hırkasını göndermiş ve:
“–Bu hırkayı giysin ve ümmetime duâ etsin!” buyurmuştur. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 223-225)
Yûsuf -aleyhisselâm-’ın gömleği Mısır’dan yola çıktığı zaman, Ya’kûb -aleyhisselâm- onun kokusunu tâ Kenan diyârından duymuş, onu âmâ olan gözlerine sürdüğü zaman da görmeye başlamıştır.
Eşyâ ile teberrük dışında da bâzı mânevî istifâde vesîleleri vardır. Mânevî bir feyz akışına vesîle olması için murâkabe ve râbıtada silsile-i şerîfe okunması da bunun bir misâlidir. Nitekim Süfyan bin Uyeyne -rahmetullâhi aleyh-:
“Sâlihler yâdedildiği zaman rahmet iner!” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 70/1772) buyurmuştur.
***
Kur’ân-ı Kerîm’de bahsedilen Ashâb-ı Kehf kıssası da, çok câlib-i dikkattir. Kıtmîr, bir köpek olduğu hâlde sâlih ve sâdıklara bekçilik yaptığı için kendisine onların güzel hâllerinden bir hisse in‘ikâs etmiştir. O da sâdıklardan olarak cennete girecektir. (İ. Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 226) Bir köpek, Hakk’ın sâlih ve sâdık kullarından ayrılmayıp onlara sadâkatle bekçilik etmek sûretiyle bu dereceye çıkarsa, hakîkî bir mü’minin de, Allâh dostlarına samîmiyetle bağlanarak büyük ölçüde terfî edeceği muhakkaktır.
***
Ashâb-ı kirâm, İslâm’ın zuhûrundan evvel ekseriyetle yaratılış fıtratına zıt bir hayat yaşıyorlardı. Fakat hidâyete erdikten sonra Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in duygularının kendilerine yansımasıyla dünyânın en fazîletli insanları hâline geldiler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den silsile ile mürşid-i kâmile gelen bu duygular, sâliklere râbıta ve sohbet ile akseder. Neticede Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in örnek şahsiyeti, mürîde kendi istîdâdı nisbetinde sirâyet eder.
Mâide sûresinin 35. âyet-i kerîmesinde:
“Ey îmân edenler! Allâh’tan korkun ve O’na yaklaşmak için vesîle, yâni sebep arayın!..” buyrulmaktadır.
Bazı müfessirlere göre bu vesîle, bir mürşid-i kâmilin terbiyesine girerek Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ahlâkı ile ahlâklanmaktır. İmâm Mâlik -rahmetullâhi aleyh-:
“Dileklerinizde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i vesîle edininiz!..” buyurmuştur. İmâm Şâfiî -rahmetullâhi aleyh-:
“Herhangi bir mevzûda takıldığım zaman, iki rekât hâcet namazı kılar, Ebû Hanîfe Hazretleri’nin kabrine gider, kendisini ziyâret ederdim. Hâcetim de böylece hâsıl olurdu...” buyurur. İmâm Cezerî -kuddise sirruh-:
“Duâlarınızın kabûlü için peygamberler ve sâlih kişileri vesîle edininiz!” buyurmaktadır. Allâh Rasûlü ile tevessüle âit birkaç misâl şöyledir:
İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Hayber Yahûdîleri ile Gatafan arasında savaş vardı ve Hayber yahûdîleri ne zaman Gatafan’la karşılaşsalar yeniliyorlardı. Sonunda:
“Ey Allâh’ımız! Âhir zamanda göndermeyi va’dettiğin o ümmî peygamber hakkı için Sen’den bizi muzaffer kılmanı diliyoruz.” duâsına sığınmayı kararlaştırdılar ve Gatafan’la karşılaşınca bu duâyı yaptılar. Savaşın netîcesinde Gatafan’ı bozguna uğrattılar. Fakat duâlarında vesîle edindikleri Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- peygamber olarak gönderilince onu inkâr ettiler. Bunun üzerine Allâh Teâlâ şu âyet-i kerîmeyi vahyetti:
“…Daha önce (O peygamberin adını kullanarak, O’nun hakkı için diyerek) kâfirlere karşı zafer isteyip durdukları hâlde, O tanıdıkları kendilerine gelince, bu sefer O’nu inkâr ettiler. İşte Allâh’ın lâneti böyle kâfirleredir.” (el-Bakara, 89) (Kurtubî, II, 27; el-Vâhidî, Esbâbü’n-Nüzûl, s. 31)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtından sonra Medîne’de şiddetli bir kıtlık olmuştu. Ahâli bu durum hakkında Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’ya mürâcaat etti. Âişe vâlidemiz onlara şu tavsiyede bulundu:
“–Nebiyy-i Muhterem Efendimiz’in kabr-i şerîfine gidin, tavanından bir pencere açın. Efendimiz ile semâ arasında bir perde kalmasın!”
Nitekim böyle yapıldığında bolca yağmur yağdı, otlar yeşerip büyüdü, develer iyice semizleşti. Hattâ bu seneye “Âmu’l-fetk: bolluk senesi” ismi verildi. (Dârimî, Mukaddime, 15)
Sâlih kimselerle tevessül hakkındaki birkaç rivâyet de şöyledir:
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bir kuraklık zamanında Hazret-i Abbas -radıyallâhu anh-’ı yanına almış, yağmur yağması için onu vesîle ittihâz etmiştir. (Buhârî, İstiskâ, 3)
Bir kimse Osman bin Affân -radıyallâhu anh-’ın yanına bir ihtiyacı için sık sık gidiyor, ancak Osman -radıyallâhu anh- ona iltifat etmiyor, ihtiyacını görmüyordu. Bu kimse Osman bin Huneyf’le karşılaştı ve durumu ona şikâyet etti. Osman bin Huneyf ona şöyle dedi:
“–Abdesthâneye git abdest al, sonra mescide giderek iki rekât namaz kıl. Sonra da:
«Allâh’ım! Rahmet Peygamberi olan Nebîmiz Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hürmetine Sen’den istiyor ve Sana yöneliyorum. Ey Muhammed! Ben Sen’inle, Sen’in Rabbine yöneliyorum, ihtiyâcımı karşıla!» de ve istediğin şeyi söyle.”
O kimse gitti, kendisine söylenenleri yaptı ve Osman bin Affan’ın kapısına geldi. Kapıcı onun elinden tuttu, Osman -radıyallâhu anh-’ın yanına götürdü. Hazret-i Osman onu yanındaki mindere oturttu.
“–İhtiyacın nedir?” diye sordu. O da söyledi. Hazret-i Osman onu derhâl yerine getirdi ve:
“–Şimdiye kadar ihtiyacını niçin söylemedin, bundan sonra bir ihtiyacın olursa bize gel!” dedi. Adam onun yanından çıktı, Osman bin Huneyf’e gitti ve:
“–Allâh seni hayırla mükâfatlandırsın, seninle konuşuncaya kadar ihtiyacımı görmüyor ve bana iltifat etmiyordu.” dedi. Bunun üzerine Osman bin Huneyf -radıyallâhu anh- şöyle dedi:
Vallâhi ben bunu kendiliğimden söylemedim. Şöyle bir hâdiseye şâhit olmuştum. Bir âmâ Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek:
“–Yâ Rasûlallâh! Allâh’a yalvar da gözümdeki hastalığı gidersin! Gözümün kör olması bana çok zor geliyor!” dedi. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:
“–Dilersen sabret, bu senin için daha hayırlıdır.” buyurdu. Âmâ ise:
“–Yâ Rasûlallâh! Beni elimden tutup götürecek kimsem yok. Bu hâl bana çok meşakkat veriyor. Lütfen gözlerimin açılması için duâ ediniz!” deyince Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“–Git abdest al! Sonra iki rekât namaz kıl! Ardından da şöyle duâ et:
«Allâh’ım! Rahmet peygamberi olan peygamberin Muhammed’le (O’nun hürmetine) Sen’in zâtından diliyor ve Sana yöneliyorum. Yâ Muhammed! İhtiyacımın verilmesi için Sen’inle Rabbime yöneliyorum! Allâh’ım! O’nu bana, şefaatçı kıl!»” (Tirmizî, Deavât, 118; Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV. 138; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, II, 279)
Hâkim’in rivâyetinde, ayrıca âmânın gözü görür bir hâlde ayağa kalktığı ilâvesi de bulunmaktadır. (Hâkim, Müstedrek, I, 707-708)
Utbe bin Gazvân -radıyallâhu anh-’ın rivâyet ettiğine göre Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Biriniz, kimsenin bulunmadığı bir yerde bir şeyini kaybeder veya yardım istemek mecbûriyetinde kalırsa: «يَا عِبَادَ اللهِ أَعِينُونِي Ey Allâh’ın kulları bana yardım ediniz.» diye nidâ etsin. Zîrâ Allâh Teâlâ’nın sizin göremediğiniz kulları vardır.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, X, 132; İmâm Nevevî, el-Ezkâr, 201)
Bu hadîs-i şerîfi nakleden İmâm Nevevî Hazretleri, bizzat başından geçen bir hâdiseyi de şöyle zikretmektedir:
“Bana bu hadîsi nakleden zât, buna benzer bir hâdise yaşadığını ve Rasûlullâh’ın emri mûcibince hareket ettiğinde, netîcenin aynen tahakkuk ettiğini bildirmişti. Ben de hayret etmiştim. Daha sonra birgün, yanında bulunduğum bir kimsenin de aynı şekilde devesi kaçtı. Bunun üzerine ben de bu hadîs-i şerîfi naklettim. Bir de baktık ki deve, hiçbir sebep yokken kaçmaktan vazgeçti ve sâhibi deveyi rahatça yakaladı.”
Mansûr bin Abdullâh, Ebû Abdullâh bin Cellâ’nın hâlini şu şekilde rivâyet etmiştir:
İbn-i Cellâ der ki:
“Medîne-i Münevvere’ye gelmiştim. Yoksulluk içindeydim. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kabr-i şerîfine vardım. Selâm verdim ve:
«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Fakr u zarûret içindeyim! Sana misâfir oldum.» dedim.
Bir müddet sonra üzerime uyku hâli geldi. Uykuda Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bana bir çörek ikrâm etti. Yarımını yedim, sonra uyandım; diğer yarımını da yanımda buldum.”[4]
***
İbn-i Abbâs’tan şöyle nakledilir:
“Allâh Rasûlü’nü rüyâda gördüm. Şefkat ve muhabbet izhâr buyurdular. Sonra mü’minlerin annelerinden birisini ziyârete gittim. Bana Allâh Rasûlü’nün aynasını gösterdi. Aynaya bakınca, nûrlu Peygamber’in sûretini gördüm, kendi sûretimi göremedim...”
İşte bu naklin ifâde ettiği hâl, râbıtanın eseri ve netîcesidir. Râbıta yapılan kimsede fânî olmak da budur. Hâce Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri şöyle buyurdular:
“Kur’ân-ı Kerîm’in «Ey îmân edenler, Allâh’tan korkunuz da sâdıklarla berâber olunuz!» âyetinde geçen «olunuz!» kelimesi, sâdıklarla devamlı olarak beraberliği ifâde eder. «Keynûnet=oluş» mutlak olarak zikredildiğinden, hakîkî ve hükmî iki tarafa da şâmildir. Hakîkî oluş, sâdıkların meclisinde kalb huzûruyla bulunmaktan ibâret olduğu gibi, hükmî oluş da, onları gıyâblarında tahayyül etmekten ibârettir.”
Bu şekilde, mürşide huzûrunda iken gösterilen edeb ve muhabbeti, gıyâbında da göstermeye ve onun ahlâkıyla ahlâklanmaya “fenâ fi’ş-şeyh” denir.
Şunu iyi anlamak gerekir ki râbıta edilen şahıs, yâni mürşid-i kâmil, Allâh ile kul arasında üçüncü bir şahıs değildir. Çünkü İslâm’da ruhbanlık yoktur. Mürşid ancak, mürîdin kendisine örnek alması için ihsân edilmiş numûne-i imtisâl bir şahsiyettir. Nasıl ki, seyahat esnâsında bindiğimiz bir araç, gâye değil vâsıta ise, bir mürşid-i kâmil de, mürîde kalbî eğitimi tâlîm edip onun iç dünyâsını Allâh Rasûlü’nün ahlâkı ile tezyîn eden bir Allâh dostudur. Kudsiyyet, Allâh’a mahsustur.
Fenâ fi’ş-şeyh makâmının daha ötesinde fenâ fi’r-rasûl makâmı vardır. Bu mertebede, hayâtın her ânında Rasûlullâh’ın huzûrunda gibi hareket edilerek O’nun ahlâkıyla bütünleşilir. Bu hâli, en güzel şekilde Ebû Bekir Sıddîk -radıyallâhu anh- Efendimiz yaşamıştır. Rivâyete göre şöyle anlatılır:
“Ebûbekir Sıddîk Hazretleri, Allâh Rasûlü’nün rûhâniyeti cihetiyle abdest tâzeleme esnâsında bile gözünün önünden gitmediğini bildirdi. Yâni Sıddîk-ı Ekber, Allâh Rasûlü’nün, yıkanma ve temizlenme yerlerinde bile mübârek sûretleriyle mânevî tecessümünden ayrılamadığını kendilerine arz etti.”
Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’da tecellî eden bu “fenâ fi’r-rasûl” hâline mukâbil Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de vefât ederken:
“Bütün kapılar kapansın; yalnız Ebûbekir’inki kalsın!” (Buhârî, Ashâbü’n-Nebî, 3) buyurmuşlardır.
Bu hadîs-i şerîf, karşılıklı kalbî akışı, ne güzel ifâde etmektedir. Bu mânevî akışın netîcesi de:
“…Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4)
“…Biz insanoğluna şah damarından daha yakınız!” (Kâf, 16) âyetlerinin sırrına nâiliyet ve fenâ fillâh makâmının tecellîsine mazhariyettir.
Râbıtanın Kur’ân-ı Kerîm’deki diğer bir delîli de şu âyet-i kerîmedir:
“Doğrusu, hanım ona (Yûsuf’a) sâhip olmayı iyice aklına koymuş ve buna meyletmişti. Eğer Rabbinin bürhânını görmeseydi o da kadına meyledecekti. İşte böylece Biz fenâlığı ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için bürhânımızı gösterdik. Çünkü o, Bizim tam ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandı.” (Yûsuf, 23-24)
Bu âyetin tefsîrinde müfessirler, «eğer Rabbinin bürhânını görmeseydi» ifâdesindeki bürhânı, şöyle açıklamaktadırlar:
“Bürhândan maksad, kadının tehlikeli meyli karşısında Yakup -aleyhisselâm-’ın sûretinin bir anda Yûsuf’un gözünün önünde canlanıp parmağı ağzında olduğu hâlde ve hayretle O’na:
“–Aman kendine sâhip ol, ondan yüz çevir!” diye hitâb etmesidir. Nitekim babasının bu şekilde gözünün önünde canlanıp kendisini îkâz ettiğini gören Yûsuf -aleyhisselâm-, toparlanmış ve o çirkin işten sakınmıştır.”
Râbıta, bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde açıklandığı üzere, Hazret-i Yûsuf’un, Yakup -aleyhisselâm-’ın hayâlini görmesi gibi, mürîdin de şeyhinin hayâlini ve hâllerini gözünde ve gönlünde taşımasıdır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e salât ü selâm getirerek, gönülde bir sevgi bağı oluşturmak da bir tür râbıtadır.
***
Beşer idrâkinin mücerredi görmesi veya hissetmesi, onu bir eşyâya veya şekle nisbet etmeden kolay kolay gerçekleşmez. İlim âlimde, aşk âşıkta ve sanat da sanatkârda sergilenir. Mücerredi sergisiz takdîm, imkânsızdır.
Usta-çırak, hoca-talebe v.s. gibi bütün münâsebetler, yine râbıta ile alâkalıdır. Râbıta ile mürşid, kalbindeki mânevî husûsiyetleri sâlike ilkâ eder.
Nasıl fizikî beraberlikte mürşid-i kâmilin yanında edeben ulvî duygular ile bulunulur ise, o hâli mânevî beraberlikte de, yâni gıyâblarında da devâm ettirmek, râbıtanın hakîkatine erişmektir. Çünkü, her zaman Allâh dostları ile fizikî beraberlik mümkün olmayabilir.
Râbıta, Allâh dostlarının silsilesi ile Hazret-i Peygamber’den feyz akışını sağlar. Muttasılan elektriğe kapılan insanlar gibi en sondaki de istîdâdına göre aynı akımı alır. Râbıta netîcesinde mânevî yardım gelir. Buna da istiâne ve istiğâse denir.
Râbıta-i Mevt Nedir?
Tasavvufta ölüm ile râbıta kurmaya “tefekkür-i mevt” de denir. Ölümü tefekkür etmenin insan hâl ve tavırları üzerinde büyük bir tesiri vardır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîflerinde:
“Bütün zevkleri kökünden yok eden ölümü çokça hatırlayınız!” (Tirmizî, Zühd, 4) buyurmuşlardır.
“Ölüm, (size) nasîhatçi olarak yeter!” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, II, 77)
İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- anlatıyor:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte idim. Ensar’dan bir zât gelerek Efendimiz’e selâm verdi. Sonra da:
«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Mü’minlerin hangisi daha faziletlidir?» diye sordu. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Ahlâken en üstün olanıdır!» buyurdular. O zât bu sefer de:
«–Mü’minlerin en akıllıları kimlerdir?» diye sordu. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Ölümü en çok hatırlayandır ve ölümden sonrası için hazırlığını en iyi yapandır. İşte bunlar en akıllı kimselerdir.» buyurdular.” (İbn-i Mâce, Zühd, 31/4259)
Gerçekten tefekkür-i mevt, insanı huzursuz eden nefsânî dünyâ sevgisini azaltır. Çünkü dünyânın geçici servet, mertebe, mevkî ve nefsânî güzelliklerini aşırı derecede sevmek ve onlara gönül bağlamak, gaflet gibi mânevî hastalıkların başıdır. Kalbimizin bu gibi bağlılıklardan korunması için kabri düşünmek, istikbâlde başımızdan geçecek ölüm ahvâlini tefekkür etmek; bizleri samîmî bir tevbe ve ibâdetle huşûa sevkederek dünyevî ihtiraslardan, boş hevâ ve heveslerden korur. Devâm ettiğimiz zikir ve râbıtalarımız, -inşâallâh- âhiret kurtuluş ve saâdetine vesîle olur.[5]
Allâh kalplerimizi zikir ve muhabbet menbaı eylesin!
Âmîn!..
Dipnotlar:
[1] Tecliye: Kelime mânâsı “cilâlama” olan bu ıstılah, tasavvufta, gönül aynasının mâsivâ kirinden, yâni Allâh’tan gayrı matlub ve düşüncelerin kesâfetinden tamamen temizlenerek Allâh aşkının ve zikrullâhın nûruyla letâfete bürünmesi, saf, berrak ve parlak bir hâle gelmesi demektir. [2] Râbıta hakkında tafsîlatlı bilgi için bkz. Osman Nûri Topbaş, Îmândan İhsâna Tasavvuf, s. 249-257. [3] Bu husûsta tafsîlatlı bilgi için bkz. Osman Nûri Topbaş, Îmândan İhsâna Tasavvuf, s. 411-414. [4] Bkz. Kelabâzî, Taarruf, Çev. S. Uludağ, s. 214. Tevessül ile alâkalı tafsîlatlı bilgi için bkz. Osman Nûri Topbaş, Îmândan İhsâna Tasavvuf, s. 399-410. [5] Mevzuyla alâkalı tafsîlatlı bilgi için bkz. Osman Nûri Topbaş, Îmândan İhsâna Tasavvuf, s. 255-257.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi 2, Erkam Yayınları