Ramazan Ayı Sohbetleri
Osman Nuri Topbaş Hocaefendi'nin muhtelif zamanlarda yapmış olduğu Ramazan Ayı sohbetlerini aşağıdan seyredebilirsiniz...
- Ramazan, Bize Ne Öğretiyor?
Ramazan, Gönül Sofrasının Kurulduğu Aydır
Ramazan-ı Şerif'i, Kur’ân-ı Kerîm ile İhyâ Etmeliyiz
Ramazân-ı Şerîf, Hakk’ın Dostluğuna Davetidir
Ramazan’dan Sonraki Hâl ve İstikâmetimiz
Medine-i Münevvere Kadir Gecesi Sohbeti (2015)
Medîne-i Münevvere'den 2015 Kadir Gecesi Özel Sohbeti
Medîne-i Münevvere'den 2014 Kadir Gecesi Özel Sohbeti
Oruç İbâdeti Bize Neler Kazandırıyor?
Ramazan'da Kur'ân ile Yaşamalıyız
RAMAZÂN-I ŞERÎF SOHBETİ 1– 4
RAMAZÂN-I ŞERÎF SOHBETİ – 1
Muhterem Kardeşlerimiz!
Cenâb-ı Hak Ramazân-ı Şerîfʼi mübârek eylesin. -İnşâallah- tertemiz olarak bayram sabahına varabilmeyi Cenâb-ı Hak ihsan, ikram eylesin. -İnşâallah- ömrümüz bir Ramazân-ı Şerîf hâline gelir. Çünkü affın, merhametin tuğyân ettiği bir ay. -İnşâallah- son nefesimiz de bir bayram sabahı olur Cenâb-ı Hakkʼın lûtfuyla keremiyle.
İki aydan beri duâ ediyorduk:
اَللّهُمَّ بَارِكْ لَنَا فيِ رَجَبٍ وَ شَعْبَانَ…
(“Allâhʼım! Receb ve Şâban aylarını bize mübârek eyle!..” [Taberânî, Evsat, IV, 189; Beyhakî, Şuab, V, 348. Krş. Ahmed, I, 259])
Cenâb-ı Hakkʼın, Receb ve Şâbanʼı bir mübârek kılması, bereket ihsân eylemesi; rûhumuzun Ramazân-ı Şerîfʼe hazırlıklı olması ve Ramazanʼa mülâkî olmamız (için).
Cenâb-ı Hak ömür verdi, lûtfetti, Ramazân-ı Şerîfʼe mülâkî olduk. İçimizden bâzı kardeşlerimiz Receb, Şâban ayında vefât etti, Ramazanʼa mülâkî olamadı. Fakat biz mülâkî olduk. Bu, Rabbimizʼin bize çok büyük bir nîmeti.
Cenâb-ı Hak; “Niçin dünyaya geldik?” onun gerekçesini Cenâb-ı Hak:
“Biz cinleri ve insanları « لِيَعْبُدُونِ» Cenâb-ı Hakkʼa kul olabilmeleri için…” (Bkz. ez-Zâriyât, 56)
Yani bir imtihan olarak dünyaya geldik. Bir imtihan dershânesi içindeyiz.
اِلَّا لِيَعْبُدُونِ (“…Ancak Bana [Allâhʼa] kulluk etsinler diye.” [ez-Zâriyât, 56]) Ancak kulluk için geldik, Allâhʼa kul olmak için.
لِيَعْرِفُونِ (Beni [Allâhʼı] bilsinler diye…) İbn-i Abbâsʼın tefsirinde… Cenâb-ı Hakkʼı kalp tanıyacak. Cenâb-ı Hakkʼa merhaleler katedecek. Cenâb-ı Hakʼla dost olacak. İlâhî tecellîlerin mazharı olacak kalp. İlâhî azamet, ilâhî kudret akışları, ilâhî nakışlar kalpte tezâhür edecek. Dostluk meydana gelecek.
Yani Rabbi kalpte tanıyabilmek sûretiyle mârifetullâhʼa erebilme. Yaratılışın gâyesi kulluk. Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşabilmek. Cenâb-ı Hakkʼa dost olabilmek. Her an ve her yerde Oʼnunla beraber olabilmek. Cenâb-ı Hak onu istiyor:
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ buyuruyor.
“Nerede olursanız O sizinle beraberdir.” (el-Hadîd, 4)
Cenâb-ı Hak kulunun da kendisiyle beraber olmasını arzu ediyor. Ve kula o istîdâdı veriyor Cenâb-ı Hak:
وَنَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِي
(“…Rûhumdan üfürdüğüm zaman…” [el-Hicr, 29; Sâd, 72]) buyuruyor. Cenâb-ı Hakkʼın verdiği bu istîdatla kul, nasıl Cenâb-ı Hak kuluyla beraber, kulun da Cenâb-ı Hakʼla beraber olması…
Tabi bunun da tek şeyi, nefsânî arzuları bertaraf edebilmek.
Yine Cenâb-ı Hak:
وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي اٰدَمَ
(“Benî Âdemʼi mükerrem (üstün) kıldık…” [el-İsrâ, 70]) buyuruyor. İnsanı mükerrem bir varlık olarak yarattığını bildiriyor. Yani mükerrem olacak vasıflar bildiriyor. Ve bu mükerremlik vasfını kul tekâmül ettirecek, nefsânî arzuların şerrinden koruyacak. Bu şekilde bir mükerrem olacak. Mükerremlerin mükerremi Cennetʼe lâyık hâle gelebilecek.
Dünya baştan başa bir imtihan dershânesi. Hayat, fânîden Bâkîʼye, dünyada ukbâya, sonsuzluğa doğru bir yolculuk. Âhiret için varız. Bu dünyaya mâlik olmaya değil, Allâhʼın dîninin temsilcisi olmak için geldik.
“Sizler yeryüzünde Allâhʼın temsilcisisiniz, Allâhʼın şâhidisiniz, Peygamber de size şâhit olsun.” Cenâb-ı Hak buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 143)
Efendimizʼin hep îkâzı -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin, varlıkta îkâzı, yoklukta îkâzı; “esas hayatın âhiret hayatı” olması. (Bkz. Buhârî, Rikāk, 1) Kulun da esas hayatın âhiret hayatı olduğunu unutmaması.
Velhâsıl hayat dediğimiz, kundak ile kefen arasında med-cezirlerle dolu bir yolculuk. Sonsuzluğa bir yolculuk. Ömür ise beşik ile teneşir arasında bir zaman tüneli.
Cenâb-ı Hak:
وَمَنْ نُعَمِّرْهُ نُنَكِّسْهُ فِى الْخَلْقِ اَفَلَا يَعْقِلُونَ
(“Kime uzun ömür verirsek Biz onun gelişmesini tersine çeviririz. Hiç düşünmüyorlar mı?” [Yâsîn, 68]) buyuruyor.
“Biz, ömür verdiğimize…” Herkese değil, kimi çok genç yaşta ölüyor, kimi doğarken ölüyor. Fakat Cenâb-ı Hak; “Biz ömür verdiğimize baştan güç kuvvet (verir), ondan sonra o güç kuvveti tersyüz ederiz.” buyuruyor. (Bkz. Yâsîn, 68)
نُنَكِّسْهُ فِى الْخَلْقِ : “Alt üst ederiz.”
Saç-sakar ağarır, vücutta ârızalar çoğalır.
اَفَلَا يَعْقِلُونَ : “İnsan akıl erdirmez mi?” Yolculuk nereye?..
Kalbin sanatı, kalp tekâmül edecek. Bizlere ikram ve ihsan edilmiş olan bir avuç fânî sermâye, şu dünya sermâyesini, büyük, ebedî bir kâra dönüştürmek. Ebedî yolculuğa hazırlanmak.
Yine kalbin sanatı:
اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
“…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâhʼı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) buyruluyor.
Cenâb-ı Hak kulunun kendisiyle dost olmasını arzu ediyor. Çünkü bu istîdatları verdi. Bu istîdatları inkişâf ettirecek. Ve bu dostluğu tesis etmek için Cenâb-ı Hak kullarına mektup gönderiyor. Hâlık, mahlûkuna mektup gönderiyor. Bu mektup Cennet dâvetiyesi. Bu mektubun adı “Kurʼân-ı Kerîm”.
Kurʼân-ı Kerîm, idrakleri dâimâ kalbe yönlendirerek kalbin ehemmiyetine dikkat çekiyor:
258 yerde muhtelif kalıplarla “takvâ” geçiyor. Yani müttakî olan bir kalp, Cenâb-ı Hakʼla beraberliği yaşayan bir kalp…
Efendimiz de kalbin ehemmiyetine binâen:
“Bilin ki vücutta bir et parçası vardır ki o doğru düzgün ise vücut doğru düzgün olur. Eğer o bozulur ise bütün vücut bozulur…”
Tabi bu bildiğimiz, şey olan kalp değil, mânevî kalp bu.
“…Bilin ki o, kalptir.” buyuruyor. (Buhârî, Îmân, 39)
Yine Kurʼân-ı Kerîm kulları takvâya yönlendiriyor. Çünkü uzun bir yolculuğumuz, bitmeyen bir yolculuğumuz var. Dünyaya geldik, bir merhale. Kabir, ikinci merhale. Kıyâmet, üçüncü merhale. Ondan sonraki yolculuk, dördüncü merhale.
Onun için, Cenâb-ı Hakkʼın (katında) benim durumum nasıl Cenâb-ı Hakkʼın indinde? Ben nasıl bir kulum? Cenâb-ı Hak:
اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰیكُمْ buyuruyor.
“Sizin en keremliniz (en üstününüz, Cenâb-ı Hakʼtan) ittikā edendir (takvâ sahibi olandır).” (el-Hucurât, 13) buyuruyor.
Kurʼân-ı Kerîm, Cenâb-ı Hakkʼın gönderdiği mektup, kullara, müʼminlere. Cenâb-ı Hak da:
هُدًى لِلْمُتَّقِينَ
(“…Takvâ sahipleri için bir hidâyettir.” [el-Bakara, 2]) buyuruyor.
“O Kitap (Kurʼân)ʼda aslâ bir şüphe yoktur…” (el-Bakara, 2)
Aslâ bir şüphe yoktur. Şüphe olmamasının sebeplerini Cenâb-ı Hak bildiriyor. İns ve cinni dâvet ediyor bir benzerini meydana getirsinler diye. On âyet, bir âyet veyahut da benzeri.
Fakat Kurʼân-ı Kerîm de:
هُدًى لِلْمُتَّقِينَ : Takvâ sahiplerine bir yol gösterici. Takvâ sahiplerine rehber.
Demek ki Cenâb-ı Hak bizim kendisiyle beraberliğimizi arzu ediyor. Beraber olabilmemiz için, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼle beraber olmamızı, Kurʼânʼın müfessiri, fiilî müfessiri Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz.
مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Kim Rasûlʼe itaat ederse, o Allahʼa itaat etmiş olur.” (en-Nisâ, 80)
Demek ki burada Cenâb-ı Hak, bizim Rasûlullah Efendimizʼin her hâline dikkat etmemizi arzu ediyor. Sırf ibadet değil. Muâmelât, ahlâk, vs. beşerî münasebetler. Ve kulluk, iki itaatte kemâle eriyor. Allah Rasûlüʼne itaat, Allâhʼa itaat. Veya Allâhʼa itaat, Allah Rasûlüʼne itaat.
Kurʼân-ı Kerîm de Allah Rasûlü de ancak takvâ ile okunabilir. Kalbimizin derinliği kadar yaklaşabiliriz. Kalbimizin derinliği kadar anlayabiliriz.
Bir misal olarak şunu birkaç sohbette vermiştim:
Sâhilde olan bir kimse denizin sathını görür. Görebildiği kadar, ufka kadar görebilir. Kayıkla gezerse üzerinde birkaç metre derinliği de görebilir. Fakat dalgıç, gücüne göre on metre iner, yirmi metre iner, elli metre iner, yetmiş-seksen metre iner, her inişte ayrı ayrı manzaralar görür. Değişik manzaralar görür.
Kurʼân-ı Kerîm de kalbe açılır. Kalbin derinliğine göre Kurʼân kendisini okuyana açar. Herkes aynı rahle başında oturur. Fakat tecellî her kalpte ayrı ayrı olur.
Cenâb-ı Hakʼla dostluk, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼle beraberliğe bağlı.
Üçüncü olarak; Cenâb-ı Hak müʼmini müʼmine kardeş kılıyor. Demek ki bu müʼminle müʼmin, bu iki kalp arasında cereyan hattına dikkat etmemiz lâzım. Eğer Cenâb-ı Hak:
“…O hâlde siz gerçek müʼminler iseniz, Allahʼtan korkun, aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlüʼne itaat edin.” (el-Enfâl, 1) buyuruyor.
Demek ki bir müʼminin bir müʼmin kardeşiyle arasında bir burûdet olmayacak. Varsa onu affedecek. Affetmek sûretiyle de affedilmeye lâyık hâle gelecek.
Merhamet olacak. Cenâb-ı Hak merhametli kulunu seviyor. Merhamet de sende olanı onda olmayana (vererek) senin telâfi etmen. Merhamet de bu. Sende olanı onunla paylaşabilmen. Merhamet de bu.
Dördüncüsü; yine Cenâb-ı Hakʼla beraber olabilmek için; “Hâlıkʼın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı” kazanabilmek. Bu da ayrı bir imtihan malzemesi.
İşte görüyoruz, Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri yedi sene de hasta hayvanları tedâvi ediyor.
Bütün mahlûkat insan için yaratıldı. Her mahlûkat Allâhʼın azamet-i ilâhiyyesinden, değişik sanatının değişik bir manzarası.
Kuldan istenen; bütün mahlûkâta merhamet ve şefkat. O hayvanlardan ibret alabilmek. Bir kısmı insanların istifadesine, bir kısmı insanların gönüllerine huzur vermesine; sesleriyle, şekilleriyle, biçimleriyle. Bir kısmı da bize ilâhî azâbı hatırlatmak; yılan, çıyan, akrepler…
Beşincisi; Allâhʼın verdiği emanet; mal-mülk vs…
İslâmʼda mülk, fertlerin değil. Mülk, şahsın da değil.
اَلْمُلْكُ لِلّٰهِ: Mülk Allâhʼa âit. Mülkün sahibi Cenâb-ı Hak.
Bu sebeple israf ve pintilikten uzak bir ömür Cenâb-ı Hak istiyor. Cenâb-ı Hakkʼın verdiği her nîmet, Oʼnun uğrunda kullanılacak. O şekilde nefs, bir mutmainne olacak, mutmainne makâmına erecek. Akıl, zekâ, vücut gücü vs. varlık, hepsi Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşabilmek için kullanılacak. O şekilde kul, itmiʼnâna erecek, Cenâb-ı Hakʼla huzur bulacak.
Cenâb-ı Hak:
اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ
(“Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89]) buyuruyor. Kalp, selîm bir kalp olacak. Rafine olmuş, tertemiz bir kalp olacak.
Nasıl bir çocuk doğduğu zaman mâsumluk vardır, o mâsumluk bülûğa kadar devam eder; vefâta da o şekilde girecek. Rafine olarak girecek, tertemiz girecek, tezkiye olarak girecek.
Kalb-i münîb isteniyor. O kalpte hayır ve şer de netleşecek…
RAMAZÂN-I ŞERÎF SOHBETİ – 2
Rabbimiz yine Enfâl Sûresiʼnde buyuruyor:
“Ey îmân edenler! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman…”
Hayat verecek, huzur verecek.
“…Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah ve Rasûlüʼne uyun. Ve bilin ki Allah kişi ile onun arasına girer. Ve siz, mutlakâ Oʼnun huzurunda toplanacaksınız.” (el-Enfâl, 24)
Oʼnun her emrinde bir hikmet var; idrâk edelim etmeyelim.
Diğer bir âyette:
“Biz, insana şah damarından daha yakınız.” (Kāf, 16) buyruluyor, “مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ” buyruluyor.
Hislerimizi bir fânîden saklayabiliriz, duygularımızı. Fakat Cenâb-ı Hakʼtan saklayamayız. “مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ” buyruluyor. Demek ki kalbî hayatımıza; kalp ne kadar tekâmül ederse, hislerimize de o kadar sahip olabiliyoruz demek ki.
İçinde bulunduğumuz Ramazân-ı Şerîf ise, Cenâb-ı Hakkʼın mağfiretine erebilmemiz, kendisine lâyık bir kul olabilmemiz için rûhânî bir mevsim. Bu mevsim, ömrümüz kadar devam ediyor. Cenâb-ı Hak bu lûtfunun idrâkinde olabilmemizi, Cenâb-ı Hak cümlemize ihsân eylesin, ikram eylesin -inşâallah-.
Efendim; okunan âyet-i kerîme, Ramazân-ı Şerîfʼle (ilgili) âyet-i kerîmeler okundu. İlk okunan âyet-i kerîme, orucun, geçmiş kavimlere de farz kılındığını, onu bildiriyor. Demek ki oruç, insanın rûhânî yapısının tekâmülü için zarûrî.
Sonunda da:
لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ buyruluyor. “…Umulur ki (diyor, bu orucun neticesinde) takvâ sahibi olursunuz.” (el-Bakara, 183)
Yani Ramazan takvâya vesîle, bir riyâzat hâli yaşanacak Ramazanʼda.
Güç, ibadete verilecek. Güç, muâmelâta verilecek. Güç, yüce ahlâka verilecek. Bu şekilde bir riyâzat hâli yaşanacak. Cenâb-ı Hak:
لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
“…Umulur ki takvâ sahibi olursunuz.” (el-Bakara, 183) buyuruyor.
Cenâb-ı Hakkʼın bizden beklediği; Ramazan bir mevsim. Dünyevî işlerde bile zaman zaman mevsimler geliyor. Kamplar oluyor, vs. oluyor. O kamplarda ihtilâttan men oluyor. O kamplarda vücudun o kısmını güçlendirmek ve bir spora çıkmak…
Demek ki bu Ramazân-ı Şerîf de kalbimizi inkişâf ettirme… O şekilde kalp inkişâf ettirilecek. Cenâb-ı Hakkʼın o af (ve) rahmetinden kalpler istifâde edecek, tertemiz çıkacak.
Yine Cenâb-ı Hak ondan sonraki âyette, Cenâb-ı Hak o sayılı günlerde orucun farz kılındığını, hasta ve yolcu olursa, Cenâb-ı Hakkʼın yine rahmeti; diğer günlerde onu kazâ etmesi. Fakat kazâ etmeye gücü yok; o zaman bunu infakla telâfi edecek. Bir gönül almakla telâfi edecek. Gönül (almanın şekli) de; o kişiye bir günlük ihtiyacı verilecek. Tabi hayratta daha öteye giderse, çok daha hayırlı olmuş oluyor.
Yine güçlüğe rağmen, Cenâb-ı Hak buruyor:
“…Sizin oruç tutmanız (zarurette olan bir kimse için, güçlüğe rağmen oruç tutmanız) sizin için daha hayırlıdır.” (el-Bakara, 184) buyruluyor. Çünkü kalp, oruçtan istifâde edecek.
Yine, ondan sonra okunan âyette de:
“Ramazan ayı, insanlara doğru yolu / sırât-ı müstakîmi gösteren, Kurʼânʼın inzâl olduğu bir ay…” (el-Bakara, 185)
Yani Cenâb-ı Hak yine bu ayın ayrı bir bereketi; Kurʼân-ı Kerîmʼi inzâl ediyor bu ayda. Demek ki bu ay, Kurʼân-ı Kerîmʼle yaşanacak bir ay. Kurʼân-ı Kerîmʼle hâllenilecek bir ay.
Cenâb-ı Hakkʼın gönderdiği bu mektubu, bu ilâhî mektubu düzgün okuyabilme ve onu düzgün yaşayabilme ve bu şekilde Ramazân-ı Şerîfʼteki bu Kurʼân ile hâllenebilmeyi, yaşayabilmeyi ve yaşatabilmeyi, hayatımızın her safhasına intikal ettirebilme.
İnsan bilhassa bu Ramazan ayında Kurʼânʼla olan irtibatını kuvvetlendirecek. Yani Kurʼânʼla yaşayacak. Oruç ile tezkiye olacak kısmen.
Yine Cenâb-ı Hak bu tezkiye, bu şeyden sonra, yine Cenâb-ı Hak kullarına bir yakınlığını bildiriyor:
“Kullarım Sana Benʼi sorduğunda…” diyor. Peygamber Efendimizʼe hitap:
“Kullarım Sana Benʼi sorduğunda (söyle onlara, kullarıma söyle) Ben onlara çok yakınım. (Ben çok yakınım. Kullarıma çok yakınım.) Bana duâ ettikleri vakit, duâ edenin dileğine karşılık veririm. (Duaları kabul ediyor Cenâb-ı Hak.) O hâlde kullarım da Benʼim dâvetime uysunlar. (Neye uyacaklar? Takvâya uyacaklar. Takvâ, bir takvâ hayatı yaşayacaklar.) Bana inansınlar ki doğru yolu bulalar.” (el-Bakara, 186)
Demek ki Ramazân-ı Şerîf günleri ve geceleri, emsalsiz bir mükâfat kazanılacak (olan), Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşabilme, Oʼnunla dost olabilme günleri.
Takvâ da nefsânî arzuları bertaraf etme, rûhânî istîdatları inkişâf ettirme. Hem nefsâniyet, hem rûhâniyet, beraber olmuyor.
Kimya okuyanlar bilir, asitle alkaliyi aynı yere koyamayız, birbirini yerler. Nefsânî arzular da ibadetlerin rûhâniyetini alıp götürür. Onun için kelime-i tevhid “lâ ilâhe” olarak başlıyor. Baştan, yanlışlıkları, Allahʼtan uzaklaştıracak her şeyi kalpten bertaraf edebilme, kalbin Cenâb-ı Hakʼla beraberliğini kazanabilme.
Yine Efendimizʼin bir îkâzı var:
“…Ramazânʼı idrâk edip de bağışlanmamış olan kimseye yazıklar olsun…” buyuruyor. (Bkz. İbn-i Ebî Şeybe, el-Musannef, II, 270; Heysemî, Mecma, III, 143. Krş. Ahmed, III, 236)
Ramazân-ı Şerîfʼe girer, bağışlanmaz, o kimseye yazıklar olsun, buyuruyor.
Ondan sonra, devamında:
“…Kişi Ramazanʼda bağışlanmazsa, peki o zaman ne zaman bağışlanacak?!” diyor Allah Rasûlü. (Bkz. İbn-i Ebî Şeybe, el-Musannef, II, 270; Heysemî, Mecma, III, 143. Krş. Ahmed, III, 236)
Demek ki bu bir hasat mevsimi, bir lûtuf mevsimi.
فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا
(“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” [el-İnşirah, 5-6]) buyruluyor. Her zorluktan sonra bir rahatlık, bir huzur hâli, bir kolaylık gelir, buyruluyor.
Yine bu ayda sırf Efendimizʼe mahsus, diğer peygamberlerde yok, bir aydan daha hayırlı Kadir Gecesi. Bu da Ramazan gecelerinde lûtfediliyor. Yirmi gün kalp hazırlanacak, son on günde bu Kadir Gecesiʼni bekleyecek.
Bu ayın geceleri, iftar, terâvih ve sahurlarla bereketlendirilecek. Çeşitli ihtiyaçlar ve mahrumiyetler içinde kıvranan muzdarip gönüller en çok bu ayın gelişiyle ümit ve sevince gark olurlar. Ve onları sevindirmeye vesîle olabilmek. Hiçbir şeye imkânımız yok, maddî bir imkânımız yok, Cenâb-ı Hak vermedi (ise), o zaman da Cenâb-ı Hak:
قَوْلًا مَيْسُورًا; buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 28) Hiç yoksa onların gönüllerine sevinç verecek birtakım tesellîlerde bulunmak. Yani muzdariplerin dert ortağı olabilmek.
Günahlardan korunmak, kötülükten el çekmek sûretiyle Cehennem kapılarının kapandığı bir ay. Şeytanların bağlandığı bir ay. Fakat nefs; nefsin bir bağı yok, o devam ediyor.
Hazret-i Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîrʼde buyuruyor ki:
“Ramazan geldi (diyor). Artık maddî yiyeceklerden elini çek (diyor. Yani bir riyâzat hâlinde yaşa diyor. Yani artık nefsin oburluğuna paydos et). Ki gökten mânevî rızıklar insin.”
Mânevî rızıklar, rûhâniyet gelsin, feyizler gelsin. Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşma anları olsun.
“Bu ay, gönül sofrasının kurulduğu aydır. Gönlün, bedenin hatâlarından kurtulduğu aydır. Gönüllerin aşk ve îmanla dolduğu aydır.” buyuruyor.
Kurʼânʼın indiği bir ay. Kurʼân takvâ ile kalpte derinleşir. Bu ayda Kurʼân tilâveti, düzgün okuyabilmekle ruhlar huzur bulacak Kurʼân-ı Kerîmʼle. Hatm-i şerîflerle huzur bulacak. Kurʼân tatbikâtı olacak. Ebediyyet yolcusu olan insanın selâmetle âhiret yurduna ulaştıran bir rehber olacak.
Yani Kurʼân-ı Kerîm bize bir yol haritası olacak. Nasıl bir dünya seferlerinde devamlı bir yol haritaları var; Kurʼân-ı Kerîm de yol haritası olacak. Haramlar ve helâller; ona göre istikâmetlenecek. Rûhânî yaşayışı güçlendiren ibadette titizlik olacak.
Namaz, ayrı bir rûhâniyet verecek. Zekât, oruç, tezkiye vâsıtası olacak. Zekât ve sadakalarla mülkün Allâhʼın olduğu telâkkîsi içinde olacak ve bir merhamet imtihânı olacak.
Hac ve umre… Hazret-i İbrahimʼin teslîmiyeti bir rükün hâline gelecek. Bir kefen iklimi olacak. Tefekkürî bir ibadet olacak. Malın, canın, Allâhʼın verdiği bütün nîmetlerin Allâhʼa adanış şeklini, Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-ʼda tefekkür edeceğiz.
Ramazan, takvâ hayatı olacak. İç dünyanın terbiyesine dikkat edilecek. Nefsânî hayatın şerrinden uzaklaşılacak. Nefsânî hayattan uzaklaşmakla, kelime-i tevhîd arasında olan uçurum kapatılacak. Aksi hâlde uçurum devam eder. Yani bir taraftan nefsânî arzular, bir taraftan da ibadet, o olmuyor. Arada bir uçurum meydana geliyor.
Efendimiz, Cenâb-ı Hakkʼın büyük bir lûtfu, büyük bir ikrâm-ı ilâhî. Biz, Peygamberimizʼi kendimiz seçmedik. Cenâb-ı Hak bize lûtfetti. Bunun da büyük bir bize mesʼûliyeti var.
Hattâ İbn-i Abbas -radıyallâhu anh- şöyle diyor:
“Allah Teâlâ kendi katında Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼden daha kıymetli bir insan yaratmamıştır. Zira Cenâb-ı Hakkʼın Oʼndan başka hiçbirinin hayatı üzerine yemin ettiğini işitmedim.” diyor.
Ancak Kurʼân-ı Kerîm “لَعَمْرُك Ömrüne yemin olsun ki…” (el-Hicr, 72) buyruluyor. Demek ki Cenâb-ı Hak… Gâye nedir? Kulun, Efendimizʼin her ânı, her nefesi üzerine titizliğidir:
“Ben ne kadar Oʼnun ibadet, muâmelât, her şeyine benzeyebiliyorum?..”
En mühim tahsil, Oʼnun şahsiyetini, hâlini, sîret ve sûretini tahsildir.
Buyuruyor:
“Beni Rabbim terbiye etti, terbiyemi de ne güzel kıldı.” (Süyûtî, I, 12)
Tabi bu, muhabbetle. Muhabbet ne kadarsa o kadar.
Abdullah ibn-i Ömer -radıyallâhu anh-:
“Biz (diyor), niçin olduğunu hiç sormadık (diyor). Allah Rasûlü meselâ bir meydanda dönüyordu, biz de bir yere giderken o meydanda biz de diyor dönüyorduk (diyor). Fakat niye döndüğünü bilmiyorduk.” diyor.
Belki O, birisiyle konuşacak, bir yere bakacak… Fakat Allah Rasûlü döndü mü, döndü.
(Enes -radıyallâhu anh-) diyor:
“Ben (diyor), bir sefer (diyor) Allah Rasûlüʼnün (diyor) Duhâ namazını (altı rekât) kıldığını gördüm (diyor). Bir daha terk etmedim.” diyor. (Bkz. Taberânî, Evsat, II, 68/1276)
Peygamber Efendimiz, Cenâb-ı Hakkʼın insanda tecellî eden en büyük mûcizesi. İlâhî sanat. En alt kademeden en üst kademeye kadar misal ve bütün peygamberlerin de daha ötesinde. Bütün peygamberlerin vasıflarının daha da ötesinde.
Farzlar var; namaz, oruç vs.
Bunun yanında bir de bâtınî fazlar var. Bu bâtınî farzlarla zâhirî farzlar birbirini tamamlıyor. Bâtınî farzlar eksik; demek ki bu, zâhirî farzların da eksikliğini gösteriyor.
Efendimiz buyuruyor:
“Kıyâmet günü müʼmin kulun terazisinde güzel ahlâktan daha ağır bir şey bulunmaz. Allah Teâlâ, çirkin hareketler yapan, çirkin sözler söyleyen kimseden nefret eder.” buyuruyor. (Tirmizî, Birr, 62)
Demek ki namazımız olacak -zarûrî- orucumuz olacak. Fakat cömertliğimiz de olacak. Yani cömertliğimiz kendimize olmayacak. Sahâbe-i kirâm:
“‒Yâ Rasûlâllah! Biz hepimiz cömertiz (merhametliyiz).” diyorlar.
“‒Yok (diyor Efendimiz), esas cömertlik (merhamet) (diyor), âm ve şâmil, bütün Allâhʼın mahlûkâtına olan merhamet.” (Hâkim, IV, 185/7310)
Kime kadar? Yılana kadar.
Bir kurban kesiyorsan, o kurbanı nasıl keseceğini -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz tarif ediyor.
Bilhassa merhamet, bir müslümanın kalbinde hiç sönmeyen bir ateş olacak.
“Komşusu açken tok yatan, bizden değildir.” buyuruyor Efendimiz. (Bkz. Hâkim, II, 15; Heysemî, VIII, 167; Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, no: 112)
“Allah Teâlâ cömerttir/cevâddır, yani cömert ve ihsan sahibidir. Bu sebeple cömertliği sever. Yine O, güzel ahlâkı sever, kötü ahlâktan hoşlanmaz.” buyuruyor. (Süyûtî, I, 60)
Bizim hepimizin cömert olmasını…
“Şüphesiz Allah, Tayyib’dir, güzel ve hoş olanı sever; Tâhir’dir, temizliği sever; Kerîm’dir, keremi sever; Cevâd’dır, cömertliği sever…” buyruluyor. (Tirmizî, Edeb, 41/2799)
Demek ki bir müslümanın en üstün vasfı cömertlik olacak.
Efendimiz buyuruyor:
“Bir kişi vefât eder. Kalan mîras, mîrasçılara aittir. Fakat bir yetim kalırsa o bana âittir. Bir borçlu kalırsa o bana âittir.” buyuruyor. (Müslim, Cuma, 43; İbn-i Mâce, Mukaddime, 7)
Yani engin bir merhamet bizden arzu ediyor, kendi merhametini misal vererek.
Hak-hukuk olacak. Kul hakkına dikkat edilecek. En basit kul hakkı; yolda giderken bütün arabaları sollayıp öne geçersek, onların hakkını yemiş oluruz. Balkondan bir kilimi silkersek, alttaki komşunun hakkına tecâvüz etmiş oluruz. Eğer bir balkonda ızgara et pişirirsek, bunun kokusu gidenlerin hepsinin vebâline, hakkına girmiş oluruz.
Bunun meyânında ağzımızdan çıkan her söze dikkat edelim. Gıybet, dedikodu. O da -Allah korusun- bir kul hakkı olmuş oluyor.
Emâneti ehline vermek, bir adâlet olmuş oluyor.
“Cenâb-ı Hak adâleti, ihsânı, akrabaya yardımı kesinlikle emrediyor. Çirkinlik, fenalık ve azgınlığı yasaklıyor. O hâlde düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” Cenâb-ı Hak buyuruyor. (Bkz. en-Nahl, 90)
Yine Mevlânâ Hazretleri diyor ki:
“En diyor acayip şey (diyor), kuzunun (diyor), kurda (diyor), sevdalanmasıdır.” diyor. Ne olur? Kurt onu yer.
Yani bütün haksızlıktan, nefsânî arzulardan dikkat etmek. Yani mayın tarlasında gezer gibi olabilmek. Çünkü kul hakkı kıyâmete kalıyor.
Ramazanʼda -inşâallah- affolunacağız. Şartlarına dikkat edeceğiz. Kul hakkı varsa üzerimizde, o kıyâmete kalacak. Veyâhut da helâlleşeceğiz. Çâre yok onda.
Bir hayvana bir kamçı vurmuşsak, o da kıyâmete kalıyor. Kapımızdaki bir kediyi aç bırakmışsak, bir köpeği aç bırakmışsak, o da kıyâmete kalıyor.
(Abdullah bin Câfer) -radıyallâhu anh- bir yerden geçiyor. Bakıyor bir zenci, bir köpeğe ekmek veriyor. Bir taraftan veriyor, bir taraftan köpek yiyor.
Yaklaştım diyor:
“‒Sen kimsin (diyor), bu hayvan nedir?” dedim diyor.
“‒Ben köleyim.” dedi diyor.
“‒Önündeki ekmek nedir?”
“‒Bu benim günlük nafakam üç ekmek.” dedi.
“‒Bu hayvan nedir?”
“‒Bu hayvan da buranın hayvanına benzemiyor. Misafir bir hayvan. Baktım aç, bir lokma verdim. Verdikçe, demek ki çok aç… Hâlıkʼın emâneti bu hayvan.”
“‒Peki ne kadar vereceksin?”
“‒Hepsini vereceğim.” diyor üç ekmeği de.
“‒Sen ne yapacaksın?”
“‒Bugün ben, Allah için sabredeceğim, Cenâb-ı Hakkʼın bu mahlûkâtını doyuracağım.” (Bkz. Gazâlî, Kimyâ-yı Saâdet, trc. A. Fâruk Meyân, İstanbul 1977, s. 467)
İşte bu köle nerede yetişti? Hangi mektepte okudu, hangi fakülteyi bitirdi?..
Demek ki en mühim mektep, Allah Rasûlüʼnün mektebi. O mektebe talebe olabilmek, en büyük izzet, en büyük ihsan, en büyük şeref.
Yine Efendimiz buyuruyor, kendinden bize misal. Vefâtına yakın cemaati topluyor Ravzaʼda:
“‒Ashâbım! (Diyor.) Kimin sırtına vurmuşsam işte sırtım, gelsin vursun (diyor). Kimin (diyor), malını bilmeden almışsam, işte malım, gelsin alsın.” buyuruyor. (Bkz. Ahmed, III, 400)
Velhâsıl bu kul hakkı da çok mühim. Ona da -inşâallah- bu Ramazân-ı Şerîfʼte helâlleşeceğiz, çok dikkat edeceğiz.
Cenâb-ı Hak “tevâzû”(yu emir) buyuruyor. Cenâb-ı Hak, Şuarâ Sûresiʼnde Efendimizʼe, şahsımıza intikal ettirmek üzere:
“Sana tâbî olan müʼminlere alçak gönüllü davran.” (eş-Şuarâ, 215) buyuruyor.
Yine Furkan Sûresiʼnde:
“Allâhʼın rahmetinin tecellî ettiği kullar, yeryüzünde vakar ve tevâzû ile yürürler. Câhiller de sataştığı zaman «selâmâ» derler.” (el-Furkân, 63)
Demek ki câhillerle muhâtap olmayacağız.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- buyuruyor ki:
“Câhillerin (diyor), dili (diyor), zehirli olduğu için (diyor), onlarla fazla (diyor) nükte etme (diyor), şakalaşma (diyor). Dilleri zehirli olduğu için seni zehirler.” buyuruyor.
Onun için hiç peygamber hayatında, evliyâ hayatında hiç münâkaşa yok. Bir câhiller câhillik yaptığı zaman da, eğer müsaitse, kimsenin olmadığı yerde bir îkaz edecek. Yok kalbî hayatı müsait değilse ona da “selâmâ” deyip geçeceksin.
RAMAZÂN-I ŞERÎF SOHBETİ – 3
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin aziz, latîf, mübârek, pâk rûh-i tayyibelerine, ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, cümlemizin geçmişlerinin rûh-i şerîflerine, dînimizin, vatanımızın, milletimizin muhafazasına, şerirlerin şerlerinden muhafazasına, içinde bulunduğumuz Ramazân-ı Şerîfʼin hakîkatini bir idrak hâlinde yaşayabilmemiz ve Kadir Gecesiʼni ihyâ edebilmemiz, Ramazân-ı Şerîfʼten -inşâallah- tertemiz çıkabilmemiz duâsı, ilticâsıyla, bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…
Muhterem Kardeşlerimiz!
Cenâb-ı Hak -elhamdülillâh- bizi sayısız mahlûkat arasında insan olarak halketti. En büyük Peygamberʼe ümmet kıldı, 124 bin peygamberin içinde.
Peygamberler, en büyük insan terbiyecileri. İnsan terbiyeye muhtaç ki nefsânî arzuları bertaraf edecek, mânevî istîdatlarını inkişâf ettirecek, Cenâb-ı Hakkʼa güzel bir kul olacak ve Cennetʼe girmeye hak kazanacak.
En büyük Peygamberʼe Cenâb-ı Hak ümmet kıldı. En büyük Kitâbʼa Cenâb-ı Hak bizi muhâtap kıldı.
Cenâb-ı Hak:
اَلرَّحْمٰنُ عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ خَلَقَ الْاِنْسَانَ عَلَّمَهُ الْبَيَانَ
(“Rahmân Kurʼânʼı öğretti. İnsanı yarattı. Ona açıklamayı öğretti.” [er-Rahmân, 1-4]) buyuruyor. “Rahman Kurʼânʼı öğretti.” Cenâb-ı Hak bir “merhamet” sıfatını bildiriyor. “İnsanı yarattı.”
عَلَّمَهُ الْبَيَانَ
(“Ona açıklamayı öğretti.” [er-Rahmân, 4]) İnsana beyan ve hikmeti insana Cenâb-ı Hak lûtfediyor.
Diğer bakımdan da bu, insan yaratılmadan bu kâinat tanzim edildi. Hazır hâle geldi insana. Bir imtihan mekânı olarak hazırlandı. Zerreden kürreye kadar, mikrodan makroya kadar. Ondan sonra insan Dünyaʼya indirildi, bu dershaneye. Ve bu dershânede Cenâb-ı Hakkʼın takdir ettiği zaman kadar her insan bir talebelik vazifesi îfâ ediyor. Ve son nefesten sonra da bitmeyen bir yolculuk başlayacak.
Cenâb-ı Hakkʼın lûtuf günleri… Diğer günlerle fizikî bakımdan aynı, mânen bir lûtuf günleri. Lûtuf ayı Ramazân-ı Şerîfʼi ikram ediyor ki kul kendisini disipline edecek. Mânevî hayatını yükseltecek. Kalbî merhaleler katedecek. Cenâb-ı Hakkʼa güzel bir kul olacak. Cenâb-ı Hak da onu affedecek, Cennetʼe dâvet edecek.
Yine bu, gecelerin içinde Ramazan gecelerinin içinde yine Cenâb-ı Hak bilhassa son on günde aranacak, tek gecelerde aranacak, ekseri yirmi yedinci gecede aranacak bir Kadir Gecesi ikram ediyor. Ki bu Kadir Gecesi de Cenâb-ı Hakkʼın çok büyük bir lûtfu.
Cenâb-ı Hak; Kurʼân-ı Kerîmʼin her âyeti bizim için ayrı bir tâlimat, ayrı bir îkaz. Cenâb-ı Hak; Kurʼân Ramazân-ı Şerîfʼte nâzil oldu.
Demek ki Ramazân-ı Şerîf, Kurʼânʼla geçirilen, Kurʼânʼla yaşanan bir mevsim olacak.
Cenâb-ı Hak Sâd Sûresiʼnde:
“(Rasûlüm!) Sana bu mübârek kitabı, âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsın diye indirdik.” (Sâd, 29)
Yani aklı kalbe bağlı olanlar. Kalbî merhaleler katedenler, bir öğüt alsın diye indirdik.
Kurʼân-ı Kerîm;
هُدًى لِلْمُتَّقِينَ
(“…Takvâ sahipleri için bir hidâyettir.” [el-Bakara, 2])
Kul, kalbî merhaleler neticesinde takvâ sahibi olacak, Kurʼân-ı Kerîm de ona bir rehber olacak. Kurʼân-ı Kerîm ekseni içinde bir ömür yaşayacak. Öyle saâdeti bulacak.
Kurʼân-ı Kerîm bizleri tefekküre dâvet ediyor. Düşünüp ders almamız için gönüllerimizi uyandırıyor.
İnsan nedir? Aslı nedendir? Varlığı nasıl başlamıştır? Yolculuğu nereyedir? Hep Kurʼân-ı Kerîmʼin tâlimatları…
Kurʼânʼın tefekkür iklimine lâyıkıyla girebilen bir gönle;
“‒Bu Cihan nedir? Bu Dünya mekânına nereden ve ben niçin geldim? Ömür takvimindeki fânî günlerin hakîkati nedir? Yaşayanları istikbâli olan ölüm ve kabir muammasının hikmeti nedir? Velhâsıl ben neyim, kimin nesiyim, benim nasıl bir istikâmetim olmalı ve ben nasıl ölmeliyim?..” suallerinin cevabını Kurʼân-ı Kerîm veriyor.
Ve bunu bir idrak hâlinde, bir şuur hâlinde yaşamamız, kendimizi ilâhî kameranın altında olduğumuzun bir idrâki hâlinde bulunabilmemiz.
Okunan âyet-i kerîmeler… Cenâb-ı Hak gönlümüzü, semâdaki azamet-i ilâhiyyeye döndürmemizi arzu ediyor. Gökten, semâdan, semâ âleminden bahsediyor:
“Gökte burçlar var eden…” (el-Furkân, 61)
Yani yıldız kümeleri var eden, oraya bir dikkatimizi çekiyor. Nasıl yıldız kümeleri? Sayısı ne kadar, adedi ne kadar, hacmi ne kadar, kaderi ne kadar? Hepsi bir beyaz delikten doğuyor, Cenâb-ı Hakkʼın takdir ettiği ömrü yaşıyor, kara delikte bitiyor, gidiyor, yıldız mezarlığına giriyor. Bizim idrâkimizin ötesinde çok ayrı bir âlem.
Mesâfeler ne kadar? O da idrâkin, muhayyilenin çok ötesinde. Bilmem kaç ışık yılı/senesi deniyor. Ki ışık hızının bir saniyesini zihnimizin alması mümkün değil. “Bir” denildiği zaman ekvatoru sekiz sefer katlıyor. Binlerce ışık yılı, nasıl bir sonsuz mesafeler, uçsuz bucaksız.
Adedi olmayan yıldızlar. Cenâb-ı Hak bu gökteki o yıldız kümelerine bizim dikkatimizi çekiyor. Hepsi ayrı ayrı bir âlem. Daha ilim bunun kaçta kaçını keşfetti? Ya binde birini, yahut milyonda birini.
Yine ondan sonra Cenâb-ı Hak bizim kendi dünyamıza ufkumuzun çevrilmesini arzu ediyor.
“…Onların içinde bir çerağ, (bir Güneş, bir ışık menşei, güç menşei) ve nurlu bir Ay barındıran…” (el-Furkân, 61)
Kendi menşe değil, Güneş vâsıtasıyla bir ışık veriyor.
“…Nurlu Ay barındıran Allah, yücelerin yücesidir.” (el-Furkân, 61)
Demek ki Cenâb-ı Hak burada bizim bir semâyı, bir gökyüzünü temâşâ etmemizi… Nasıl bir, ilâhî bir âvîze semâ?!. Nasıl bir sonsuzluk?!. Bizim görebildiğimiz, kaç trilyonda biri?!.
Ondan sonra Cenâb-ı Hak bizim dünya semâmıza bizi yönlendiriyor:
Güneş… Onunla ısınıyoruz. O bütün mahlûkâta hayat veriyor, pişiriyor. Muayyen bir mesafede. İlâhî bir ateş topu. Yüz elli milyon km. uzakta. Yüz elli milyon… Sekiz dakikada ışığı geliyor. Üç yüz bin km. hızla sekiz dakikada ışığı geliyor.
Yaşı beş milyar yıl olarak tahmin ediliyor o da. Isısı, bugünkü astrofizik, içindeki nükleer santralle, yani atom infilâk ettirmekle, sirkülasyonunu devam ettiriyor. Ve içindeki nükleer santrali, yirmi milyon santigrat diyorlar, yirmi milyon santigrat… Bir milyon üç yüz bin Dünyaʼyı içine alacak hacimde. Her saniyede beş yüz altmış dört bin ton hidrojen beş yüz altmış bin ton helyum hâline geliyor. Dört bin tonu da bütün Dünyaʼya ışık olarak, hararet şeklinde veriyor.
Diğer âyette Cenâb-ı Hak:
وَالشَّمْسِ buyuruyor; “Güneşʼe yemin olsun…” (eş-Şems, 1) diyor.
Demek ki, bir kalbî nazarla seyredebilmek her şeyi.
“…Ve nurlu bir Ay barındıran.” (el-Furkân, 61) buyuruyor. Oradan ışığını alıyor, toprak parçası, mehtap veriyor vs. Birçok da fizikî hâdiselerde, med-cezir vs. onlarda fonksiyonu oluyor. Bilemediğimiz birçok hâdise.
Demek ki Cenâb-ı Hak Kurʼânʼla uyanmamız, öğütleriyle uyanmamız, Efendimizʼin nasihatleriyle intibâha gelmemiz ve kâinattaki ilâhî azamet, ilâhî kudret tecellîleriyle kalbin uyanması…
Cenâb-ı Hak bizden hamd hâli istiyor, şükür hâli istiyor, tesbih hâli istiyor. Vazifemiz bu. Cenâb-ı Hakkʼı unutmayacağız. Unutmadıkça muhabbetimiz artacak, dostluğumuz artacak. Unutmadıkça, zikrettikçe, Allâhʼın men ettiği şeylerden kendimizi koruyacağız, Cenâb-ı Hakkʼa yakın bir kul olacağız. Bu şekilde Cenâb-ı Hak bizi Dâruʼs-Selâmʼa dâvet ediyor.
Yine âyet-i kerîmenin devamında:
“İbret almak ve şükretmek dileyen kimseler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren Oʼdur.” (el-Furkân, 62)
Ne gündüze gece karışıyor, ne gece gündüze karışıyor. Ne Ayʼda, ne Güneşʼte ne takdim ne tehir var.
En modern, bugün bir makine bile, bir araç bile, daha yeniyken bile arıza yapmaya başlıyor. Demek ki kalp uyanacak.
İnsan bu dünyaya boş bir kaset olarak geliyor. Bu kaset Kurʼân ve Sünnet ile dolarsa kemâl buluyor. Ahsen-i takvîm, en güzel bir yaratılış hâline geliyor ve kalp, sonsuza doğru açılıyor. Tefekkür derinleşiyor, zirveleşiyor. Hâdisat ve vukuat kalpte tahlil ediliyor. Kalpte mârifetullâha, yani Allâhʼı kalpte tanıyabilmeye ufuk açılıyor.
Yaratılış (gâyemiz):
لِيَعْبُدُونِ (“…Bana [Allâhʼa] kulluk etsinler diye.” [ez-Zâriyât, 56]) Allâhʼa kul olmak.
لِيَعْرِفُونِ (Beni [Allâhʼı] bilsinler diye…) Cenâb-ı Hakkʼı tanıyabilmek.
Bu da kağıttaki, yazılı olan satırlardan tanınmaz. Cenâb-ı Hak kalpten tanınır. Eğer satırlardan, kağıttaki satırlardan tanınsa herkes müslüman olur.
Kalbin aldığı mesafeye göre Kurʼân o kalpte derinleşir. Aynı bir dalgıcın daldığı bir derinlik gibi. Her derinlikte ayrı bir manzara.
İlk âyet, ilk tâlimat:
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ
“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” (el-Alak, 1)
Yani Cenâb-ı Hak şunu buyuruyor:
“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” Seyrettiğin her manzarada, gördüğün her zerrede Oʼnu oku. İlâhî azameti oku, ilâhî azameti düşün. İlâhî azametle buluş orada. Kalbinin istikâmetini ona göre tanzim et. Yani bu cihan, yani bu kâinat, insan idrakine ve şuuruna kudret eliyle tutuşturulmuş bir ayna. Hikmet ve tecellîler aynası. Bu aynada sırlar ve hikmeti sezebilmek, gönül aynasının berraklığına bağlı.
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا
(“Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 9])
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى
(“(Nefsini kötülüklerden) arındıran kurtuluşa ermiştir.” [el-A‘lâ, 14]) buyuruyor.
قَدْ اَفْلَحَ buyuruyor. تُفْلِحُونَ buyuruyor, مُفْلِحُونَ buyuruyor.
اَفَلَا تَعْقِلُونَ : (“Akıl erdirmez misiniz?” [Bkz. Âl-i İmrân, 65; el-A‘râf, 169; el-Bakara, 44, 76; el-En‘âm, 32…]) buyruluyor.
اَفَلَا يَعْقِلُون (“…Hiç akletmez misiniz?” [Yâsîn, 68]) buyruluyor.
اَفَلَا تَذَكَّرُونَ (“…Düşünüp ibret almayacak mısınız?” [el-Câsiye, 23]) buyruluyor.
Hep Cenâb-ı Hak, bizim kalbimizi inkişâf ettirmek ve kalbimizin uyanması. O uyanan kalp ne şekilde olacak:
“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerinde yatarken (her vakit) Allâhʼı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191)
Kul, hayatın hiçbir safhasında Cenâb-ı Hakkʼı unutmayacak. O beraberliği yaşayabilecek. Kendisinin ilâhî kameranın altında olduğunun idrâki içinde olacak. O kamera kendisine kıyâmet günü o kaset açılacak. Kendisini seyredecek, dünya hayatını.
Bu, hayatın her safhasında Cenâb-ı Hakkʼı zikreden kimselerin durumu ne oluyor, âyet-i kerîmenin devamında:
“…Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derinden derine tefekkür ederler…” (Âl-i İmrân, 191)
O sonsuz ilâhî azamet, ilâhî kudret akışları… Ne derler:
“…Yâ Rabbi! Sen bunları boş yere yaratmadın…” (Âl-i İmrân, 191)
Ne semâvat boş yere, bu kâinat boş yere, ne bu insanlar, bu hayvanlar, maddî ve mânevî her şey. Hiçbir boş, hiçbir abes yok.
“…Sen bunları boş yere yaratmadın. Yâ Rabbi! Sen bizi Cehennem azâbından koru!” (Âl-i İmrân, 191) derler.
Kulun bu idrâk içinde olabilmesi ve dünya dershânesinde bu tefekkür içinde bulunabilmemiz…
RAMAZÂN-I ŞERÎF SOHBETİ – 4
Kalp dâimâ sayısız vitrinler seyrediyor. Her şey ayrı bir vitrin. Neyi görsek ayrı bir vitrin. Kalbin hangi vitrini seyrettiğine dikkat etmemiz lâzım. Rahmânî vitrinler mi seyrediyor, yoksa şeytânî vitrinler mi seyrediyor?
Rahmânî vitrinler seyreden kalbin tefekkürü rûhânîleşir. -Allah korusun- şeytânî vitrinler, yani nefsânî vitrinler seyreden kalbin tefekkürü ise nefsânîleşir.
Nasıl parmak izi maddî bir kimlik ise, her müʼminin iç dünyası da ayrı bir kimlik. O ayrı kimlikle kıyamet günü kabirlerimizden kalkacağız.
Bizden rûhânî tefekkür istenmektedir. Lâkin insan, bu rûhânî tefekkürünü devam ettiremezse, o da maalesef tefekkür istîdâdını nefsinin girdaplarında, anaforunda helâk etmiş olur.
Niye bu tefekkür? Cenâb-ı Hak niye bu kâinâtı bu kadar ince, zarif, insan idrakine tutulmuş bir ayna mesâbesinde Cenâb-ı Hak halketti?
Zira duyuşlar derinleşecek. Şükür artacak:
“–Yâ Rabbi! (diyecek.) Beni bir hiçten meydana getirdin. Sıfır sermâye ile dünyaya geldim. Her şey Senʼin lütfundur…”
Tefekkür artacak. Şükür artacak. Ve kalpte esmâ tecellîleri derinleşecek, cemâlî esmâ tecellîleri. Kalpler, cemâlî tecellîlerin bir mazharı hâline gelecek. Ve netice âhiret endişesi artacak.
Bu kadar nîmet, bu kadar ihsan, bu kadar ikrâm-ı ilâhî… Benim vazifem nedir? Kulluğum nedir? Cenâb-ı Hak bir de bize son nefes, bize Hâdî, hidâyet şeyiyle (tecellîsiyle) geldik dünyaya. Fakat son nefeste Cenâb-ı Hak bize garanti vermiyor.
وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ : “…Ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.
Yani bu talebeliğimizin neticesinde, diplomamız; müslüman olarak can verebilmek. O da bir sefere mahsus. Yani o bir kaybedersek bir tekrarı yok. Onun için hayatımızın her ânı bir teyakkuz hâlinde geçirmeye mecburuz.
Yine Cenâb-ı Hak Yusuf -aleyhisselâm-ʼın bir duâsını bildiriyor:
تَوَفَّنِى مُسْلِمًا وَاَلْحِقْنِى بِالصَّالِحِينَ
“…(Yâ Rabbi!) Benim müslüman olarak canımı al. Ve beni sâlihler arasına kat.” (Yûsuf, 101)
Rûhânî tefekkür insana dâimâ huzur verirken, nefsânî tefekkür ise ihtirasları artırır, insanın kalbini yorar.
Cenâb-ı Hak bizden ne istiyor? Bu kadar nîmet, bu kadar ihsan karşısında? Kalb-i selîm istiyor. Nedir kalb-i selîm? Rafine olmuş bir kalp.
Nasıl bir zeytinyağını bir şeyden geçirirler, süzgeçten, en tatlı hâle gelsin diye. Petrolü bir süzgeçten geçirirler, ayrıştırırlar, faydalı hâle gelmesi için.
Kalp de o şekilde olacak. Kalp, Allahʼtan uzaklaştıracak her şeyden rafine edilecek, tezkiye edilecek, tasfiye edilecek. Kalp, kalb-i selîm olacak. Cenâb-ı Hak bu kalb-i selîmi Dâruʼs-selâmʼa, kulu Cennetʼe dâvet ediyor.
“Kalb-i münîb” buyruluyor. Kalp, artık hep hayırda gidiyor. Nasıl insan ateş üzerine gitmez, bu kadar nefsânî arzuları bertaraf ediyor, dâimâ bir hayır hasenat üzere kalp. Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşma gayreti içinde.
Yine “Veʼl-Fecri”de “nefs-i mutmainne” buyruluyor. Allah ne verdi? Akıl, izʼan, idrak, göz, kulak, ağız vs. hepsini Allah yolunda istikâmetdirmek.
Mânevî olarak da dünyada değişen şartlar… O şartlarda kul, râdıye, Allahʼtan kul râzı olacak. Neden, niçin, neden bu çıkmaz sokaklarda dolaşmayacak.
“–Yâ Rabbi! Senʼden râzıyım.” diyecek.
Merdıyye; kul da Allahʼtan râzı olacak.
“(Sâlih) kullarıma katıl ve Cennetʼime gir.” (el-Fecr, 29-30) buyrulacak.
Cennetʼe girenlere:
“سَلَامٌ عَلَيْكُمْ طِبْتُمْ فَادْخُلُوهَا خَالِدِينَ” (ez-Zümer, 73) buyruluyor.
“Selâm size!” Cennetʼin bekçileri:
سَلَامٌ عَلَيْكُمْ طِبْتُمْ فَادْخُلُوهَا خَالِدِينَ
“Selâm size! Tertemiz geldiniz, artık ebedî kalmak üzere girin buraya.” (ez-Zümer, 73) diyecekler.
Orada artık bitmeyen “يَوْمُ الْخُلُودِ” “bitmeyen bir gün” başlayacak. (Bkz. Kāf, 34)
Cenâb-ı Hakkʼa biz demek ki hamd hâlinde, dâimâ Cenâb-ı Hakkʼı senâ hâlinde olacağız, şükür hâlinde olacağız. Verdiği nîmetlere mukâbele edemememiz için, devamlı istiğfar edeceğiz, zikir hâlinde bulunacağız.
Cenâb-ı Hak yine bu, bize azamet-i ilâhiyyeyi tefekkür hâlinde olmamız için Kur’ân-ı Kerîmʼde muhtelif âyetler bildiriyor.
Yağmur nasıl yağıyor, onu bildiriyor. Nasıl bir rahmet tevzî ediyor, onu bildiriyor.
Mevlânâ da diyor ki:
Bir yağmuru düşün, diyor. Kendin bu yağmuru oku, diyor. Cenâb-ı Hak sana bu kâinâtı okumak için verdi, diyor. Bak diyor; Cenâb-ı Hak diyor, Güneş vasıtasıyla bütün diyor; kirli su, temiz su, acı su, tatlı su, hepsini diyor, tebahhur ettiriyor diyor. Hepsi diyor, semâda diyor, bulut olarak dolaşıyor diyor.
Neredeyse bir Akdeniz semâda dolaşıyor. Tonlarca bir su semâda dolaşıyor. Orada temizleniyor. Tertemiz oluyor, yine dünyaya akıyor. Yediğin sebzenin içine giriyor, meyvenin içine giriyor. İnsanın içine giriyor, hayvanın içine giriyor. Göz damlası olarak çıkıyor, ter olarak çıkıyor, idrar olarak çıkıyor. Tekrar onu Güneş buharlaştırıyor. Tekrar yukarı çıkıyor. Tekrar temizleniyor. Tekrar iniyor…
Suyun yaratıldığı günden beri, belki bir bardak suyun mâcerâsı yazılmak istense, yerden semâya kadar kitap yazmak lâzım. Kaç sefer yere indi, nerelerden geçti, kaç sefer semâya çıktı, kaç sefer temizlendi, kaç sefer indi?..
Mevlânâ da diyor ki:
İşte sen de yağmur gibi ol, diyor. Bütün diyor, nefsânî arzularını buharlaştır, diyor. Allâhʼın istemediği; kibirdi, gururdu, hasetti vesâireydi, yalandı, bunların hepsini buharlaştır, diyor. Öyle bir ol ki diyor, hep bir rûhâniyet tevzî et, diyor.
Buna göre Mevlânâ çok misal veriyor:
Meselâ gülü düşün, diyor. Oku, diyor. Cenâb-ı Hak sana:
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ
(“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” [el-Alak, 1]) buyuruyor.
Bak diyor, gül sana ne diyor: Benim sapıma bak diyor, dikenlerimi gör diyor. Benim diyor, dikenlerime ben katlandığım için, ben gül oldum diyor.
Dağın içindeki ırmaklara bak diyor. Nasıl diyor, kaskatı diyor, kayaların içinden sular geliyor diyor. Senden ne kadar gözyaşı akıyor, diyor.
Muhammed İkbal vardır, Pakistanʼın feylesofu. O da Mevlânâ şeyinde birtakım şeyler, hikâyeler hâlinde anlatır. Bâzı mücerredleri müşahhas hâle getirir. Bir hikâyesinde güve ile, o kağıt yiyen hayvan; ışık etrafında dolaşan kelebek konuşuyor:
Güve diyor ki:
“–Ben diyor, kitapları kemirmekten bıktım artık. Hep diyor, karanlıkta gezdim diyor. Hep diyor, feylesofların diyor, Fârâbîʼnin diyor, bilmem kimin kitaplarını kemirdim diyor. Hep diyor, karanlıkta kaldım diyor. Bir ışık göremedim diyor. Sen ise hep ışık etrafında dönüyorsun, diyor. Sana ne mutlu, diyor. Bana bir öğüt ver.” diyor.
Pervane de diyor ki:
“–Sen benim kanatlarıma bak diyor. Ben diyor, bu kanatlarımı ışık etrafında yakmadan diyor, yanmadan diyor, o ışığa nâil olamadım.” diyor.
İşte Mevlânâ da:
“Hamdım diyor, piştim ve yandım.” diyor ilâhî tecellîlerin şeyinden.
Velhâsıl Cenâb-ı Hak bizim muhabbetimizin artmasını arzu ediyor. Tefekkür bir îman anahtarı olmuş oluyor.
Ondan sonra gelen âyette Cenâb-ı Hak bizden bir ahlâkî yapı istiyor. Cenâb-ı Hakkʼın rahmetinin tecellî ettiği kullar. Yani Allâhʼın sâlih kulları. Cenâb-ı Hakkʼa dost olan kullar.
لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
“Onlar, kıyâmet günü korkmayacak, üzülmeyecek.” olan kullar. (Yûnus, 62)
Onların Cenâb-ı Hak vasıflarını sayıyor. Birkaç vasfını burada sayıyor:
“İbâduʼr-Rahmân (Allâhʼın o dost kulları, rahmetin, Cenâb-ı Hakkʼın rahmetinin tecellî ettiği kullar) yeryüzünde mütevâzı olarak dolaşırlar…” (el-Furkân, 63)
Çok ibretli!.. Güzel huylar birbirini çeker. Şimdi, mütevâzı bir insana baktığımız zaman, türâbî bir insana baktığımız zaman, o insanda cömertlik vardır. Toprak gibi cömertlik vardır. Hizmet ehlidir ve merhametlidir.
Bunun zıddını alalım: Yeryüzünde tevâzuyla dolaşmayanlar, kibirliler, gururlular… Bunlara baktığımız zaman, bunlarda da merhamet fukarâlığı vardır. Hizmetten uzak kalırlar. Bencil, egoist bir hayat yaşarlar.
Demek ki Cenâb-ı Hak bir câmî olarak güzel huyları, burada:
“Yeryüzünde ibâdurrahman mütevâzı olarak dolaşırlar…” (el-Furkân, 63)
Onun için bize en ibretli manzaralar, -o manzaraları da iyi seyretmeliyiz- kabirler…
Hep ecdad onu şehrin ortalarına yapmış, câmi önlerine yapmış. Dâimâ önümüzden her an bir tabut geçiyor, musallâya gidiyor. Her an; “–O tabutun içinde ben olabilirdim, orada gömülü olan ben olabilirdim. Kendi yaşımdan aşağı çok insan var…”
Devamlı insan bir acziyet, bir hiçliğini bir tefekkür etmesi…
مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ
(Nefsini bilen, Rabbini de bilir.)
İbadetler birer, her biri birer gıdâ, bir vitamin. Demek ki ibadetlerimiz ne kıvamda? Bunu da bize en müşahhas gösterecek (olan), ahlâkî yapımızdır.
Kalp terakkî ederse, bu kötü huylar da kendiliğinden oradan çıkar gider.
Nasıl içimizde cihazlar var, fakülteler var; karaciğer, akciğer vs. bir de mânevî -letâif deniyor- mânevî merkezler var.
Bir Hak dostu buyuruyor ki:
“Letâiflerin hepsi tasfiyeye muhtaç olduğundan, bir Hak yolcusu, sırasıyla bütün letâiflerini zikre alıştırması zarûrîdir. (Hep Kur’ân-ı Kerîmʼde zikir, zikir, zikir… 200 küsur yerde hep zikir buyruluyor.) Nasıl bir insana gusül gerektiğinde bütün vücudunun yıkanması, hiç boş, hiç kuru bir yer kalmaması lâzım; işte bütün bedenimizi de o şekilde rûhânîleştirmemiz zarûrîdir.”
Çünkü o rûhâniyetle biz -inşâallah- kıyâmet günü kalkmış olacağız ve kabir hayatımız da o rûhâniyet içinde devam edecek -inşâallah-.
Yine bir Hak dostu, yine bir talebesine yazdığı mektupta:
“Cenâb-ı Hak (diyor), kalp gözünü nurlandırsın (diyor). Gül yaprağının her noktasında mevcut olan gül suyu gibi, senin de kıymetli vücudunun her zerresi, muhabbet ve dâimî zikrin hoş kokusuyla güzelleşsin.” buyuruyor.
Bu da neyle olacak? Bütün hâllerimiz Sünnet-i Seniyyeʼye uygun olacak.
Seherler…
وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ
(“…Seher vaktinde (Allahʼtan) bağışlanma dileyenler.” [Âl-i İmrân, 17])
Seherler ihyâ edilecek; istiğfarla, kelime-i tevhidle, salevât-ı şerîfeyle, istikbâlimizi, ölümümüzü düşünmekle…
İçimizdeki o letâiflere, içimizdeki o fakültelere, o cihazlara, zikretmek suretiyle, o şekilde bir “ibâduʼr-Rahmân” olabilmenin gayreti içinde bulunabilme…
Ve “…Onlar mütevâzı olarak dolaşırlar…” (el-Furkân, 63) buyruluyor.
Bu hususta Hacı Bayram Velî Hazretleri buyuruyor:
“Kibir, bele bağlanmış taş gibidir, onunla ne yüzülür ne de uçulur.” diyor. Yani mânevî bir tedâvisi olmayan bir kanser.
Yine Sâdi-i Şîrâzî Hazretleri:
“Akıllı, mûtenâ Hak dostları mütevâzı olurlar. Meyveleri olgunlaşmış ağaçların başlarını yere eğdiği gibi olurlar.”
Olgunlaşmış ağaçların başlarını yere eğdiği gibi olurlar.
Yine Mevlânâ Hazretleri:
“Câhil kimsenin yanında kitap gibi sessiz ol. Sükût limanına sığın.”
“…Câhillerle münâkaşa etmezler, «selâmâ» derler geçerler.” (el-Furkân, 63) Câhillerde nefsâniyet aşırı olduğu için…
Yine Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:
“Câhille sakın (diyor), latîfe etme (diyor), şakalaşma (diyor). Dili zehirli olduğundan, senin gönlünü yaralar.” buyuruyor.
Hep, Cenâb-ı Hakkʼın hep tâlimatları, yani güzel bir müslüman olabilmek…