
Ramazan’ın Kıymeti ve Bereketinden İstifade Yolları
Ramazan’ın kıymeti/önemi ve bu ayın bereketinden istifade yolları nelerdir? Ramazan ayı nasıl bir aydır?
Ramazan ayı, oruç ibadetiyle birlikte, namaz, sadaka ve nefis mücâdelesi yoluyla güzel ahlâka nâil olabilmek için müstesnâ bir kazanç mevsimidir. Feyiz ve bereket dolu bir Kur’ân hayatı yaşatması ile de ayrı bir kıymeti hâizdir. Ramazan ayı, fânîlikten bekāya uzatılmış bir nevî fazîlet köprüsü mesâbesindedir.
RAMAZAN’IN KIYMETİ VE BEREKETİNDEN İSTİFADE YOLLARI
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu ayın kıymetini ve bereketinden istifâde yollarını, bir Şâban ayının son gününde şöyle ifâde buyurmuşlardır:
“Ey insanlar! Sizi mübârek ve büyük bir ay gölgelemiştir. O, içinde bin aydan daha hayırlı bir gece bulunduran aydır. Allah Teâlâ’nın oruç tutulmasını farz kıldığı, gecesinde ibadet yapılmasını sevap kıldığı bir aydır. Kim bu ayda hayırlı bir amelle Allâh’a yakınlık gösterirse diğer aylardaki bir farzı yerine getirmiş gibi olur. Kim de bu ayda bir farz ameli yerine getirirse diğer aylardaki yetmiş farzı yerine getirmiş gibi olur. O, sabır ayıdır. Sabrın karşılığı da cennettir. Bu ay, başkalarının dert ve sıkıntısına ortak olma ayıdır. Bu, mü’minin rızkının artırıldığı bir aydır.
Kim bu ayda bir oruçluya iftar verirse, bu onun günahlarının bağışlanmasına, cehennem azâbından kurtulmasına ve kendi mükâfâtından hiçbir şey eksilmeden bir oruç tutma sevâbına daha nâil olmasına vesîle olur.”
Bunun üzerine sahâbîler:
“–Ey Allâh’ın Elçisi! Hepimiz bir oruçluyu doyuracak kadar yiyeceğe sahip değiliz.” dediklerinde, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Kim bir oruçluyu bir hurma ile veya içecek su ile veya tadımlık bir süt ile iftar ettirirse, Allah ona bu sevâbı verir.” buyurdu ve sözlerine şöyle devâm etti:
“Bu öyle bir aydır ki, başı rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennem azâbından kurtuluştur. Kim bu ayda, emrinde olan insanlara kolaylık gösterir de yüklerini hafifletirse, Allah onun günahlarını bağışlar ve onu cehennem azâbından âzâd eder. Bu ayda dört önemli hususa daha fazla riâyet edin. Onlardan ikisi Allâh’ın rızâsını kazanmak için, diğer ikisi de kendilerinden hiçbir zaman uzak kalamayacağınız şeylerdir. Kendileri ile Rabbinizin rızâsını kazanacağınız şeyler, bol bol kelime-i tevhîd getirip istiğfâr etmeniz ve kendilerinden uzak kalamayacağınız iki şey de Allah’tan dâimâ cenneti talep etmeniz ve cehennem ateşinden O’na sığınmanızdır. Kim bir oruçluya su ile iftar ettirirse, Allah Teâlâ da ona benim havuzumdan içirir. Hattâ o, cennete girinceye kadar bir daha susuzluk çekmez.” (Ali el-Müttakî, VIII, 477/23714)
Görüldüğü üzere, bu hadîs-i şerîfin muhtevâsında her biri ebedî saâdet sermâyesi durumunda olan pek çok müjdeler bulunmaktadır. Bu müjdelere erişebilmek için her mü’min öncelikle bunların kıymetini iyi takdir etmeli ve ciddî bir gayret ile bunları tatbike yönelmelidir. Ehemmiyetine binâen, hadîs-i şerîfteki bu noktaların bazıları üzerinde biraz durmakta fayda mülâhaza ediyoruz:
Ramazân-ı Şerîf’in büyük bir lûtuf ayı olmasının en mühim sebeplerinden biri, “Kadir Gecesi” gibi muazzam bir ilâhî ikrâmı içinde bulundurmasıdır. Kadir Gecesi, ilâhî mağfiretin dolup taştığı, ümmet-i Muhammed’e sonsuz hazinelerin bahşedildiği bir gecedir. Onun ihtişâmına binâen, hakkında müstakil bir sûre indirilmiştir. Bu gece, Kur’ân-ı Kerîm’in nüzûlüyle nurlanmış, Cebrâil -aleyhisselâm- ve diğer meleklerin yeryüzüne indirilmesi ile de rûhânîleşmiştir.
Mü’minlere görülmez nûrânîler tarafından selâm verilen feyz ve bereket dolu bu gece; Rahmân’ın kullarına bir merhamet gecesi ve Ramazan ayının bahar faslıdır. Bu gecenin kıymetini bildiren şu hadîs-i şerîf, ne kadar ferahlatıcıdır:
“Kadir Gecesi’ni, fazîlet ve kudsiyetine inanarak ve sevâbını yalnız Allah’tan bekleyerek ibadet ve tâatle geçiren kimsenin -kul hakkı hâriç- geçmiş günahları bağışlanır.” (Müslim, Müsâfirîn, 175)
Kadir gecesi yalnız ümmet-i Muhammed’e bahşedilmiş, müstesnâ bir lûtuf, af ve merhamet gecesidir. Rabbimiz bu geceyi ihyâ edenlere bin ayın, yani 83 küsûr senenin ecrini lûtfeder ki, bu da Cenâb-ı Hakk’ın bu ayda mü’min kullarına olan ikrâmının azametini ifâdeye kâfîdir.
Âişe -radıyallâhu anhâ-, Peygamber Efendimiz’e:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Kadir Gecesi’nin hangi gece olduğunu bilecek olursam, o gece nasıl duâ edeyim?” diye sormuş, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:
“«Allâh’ım! Sen çok affedicisin, affetmeyi seversin. Beni bağışla!» diye duâ et!” buyurmuştur. (Tirmizî, Deavât, 84; İbn-i Mâce, Duâ, 5)
RAMAZAN-I ŞERİF NASIL BİR AY?
Ramazân-ı Şerîf, oruç tutmanın farz kılındığı bir aydır. Hazret-i Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr’inde bu mübârek ay için bizleri şu şekilde îkâz eder:
“Ramazan geldi, artık maddî yiyeceklerden elini çek ki, gökten mânevî rızıklar gelsin. Bu ay, gönül sofrasının kurulduğu aydır. Gönlün, bedenin hatâlarından kurtulduğu aydır. Gönüllerin aşk ve îman ile dolduğu aydır.”
Gönüller, fânî hazlardan uzaklaşmadıkça bâkī lezzetlere kavuşamaz. Tıpkı çocukların sütten kesilmedikçe yüksek gıdâlara ve hayâtî lezzetlere eremedikleri gibi. Oruç, günün belli bir kısmında bizi bazı helâllerden dahî uzaklaştırarak, haram ve şüphelilerden ne kadar kaçınmamız gerektiğini de hatırlatan bir ibadettir. Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“…Oruçlu için iki sevinç vardır: Biri orucunu açtığı andaki; diğeri de Rabbine kavuştuğu zamanki sevincidir…” (Müslim, Sıyâm, 164)
İftar Duası
Oruçlarımızı açmadan önce yaptığımız iftar duâsında:
“Ey Allâh’ım! Sen’in için oruç tuttum. Sana îman ettim. Sana tevekkül ettim. Sen’in verdiğin rızıkla orucumu açtım.” diyerek Hakk’a ilticâ ediyoruz. İftar duâsı, esâsen orucun mânevî cihetini de îzâh etmektedir. Yani orucun nasıl bir hâlet-i rûhiye ile tutulması gerektiğini de bildirmektedir. Buna göre:
“اَللّٰهُمَّ لَكَ صُمْتُ” yani “Ey Allâh’ım! Sen’in için oruç tuttum.” derken, oruçtaki kalbî seviyemizi yani riyâdan uzak niyetimizi belirtmiş oluyoruz.
“وَبِكَ اٰمَنْتُ” yani “Sana îman ettim.” derken, ibadetlerin ana zemininin îman olduğunu beyân etmiş oluyoruz. Yani namaz ve oruç gibi ibadetleri bedenî zindelik ve sıhhat gibi tâlî faydaları için değil, sırf îmânımızın bir gereği olduğuna inanarak îfâ etmek gerekmektedir. Zira Hakk’a ibadet ve kulluğun mânevî derecesi, îmânın gücü nisbetindedir.
“وَعَلَيْكَ تَوَكَّلْتُ” yani “Sana tevekkül ettim.” demek sûretiyle de acziyetimizi îtiraf etmiş, Rabbin sonsuz kudret ve azametine teslîmiyetimizi ifâde etmiş oluyoruz. Demek ki, fânîlere değil, Bâkī olan Rabbimiz’e tevekkül hislerimizi de güçlendirmek sûretiyle ibadetlerimize ayrı bir mânevî kıvam kazandırmamız gerekmektedir.
“وَعَلٰى رِزْقِكَ اَفْطَرْتُ” yani “Sen’in verdiğin rızıkla orucumu açtım.” derken de rızıktan çok “Rezzâk”a yönelme şuuruyla, Rabbimiz’in mülkünde yaşadığımızı ve rızkın Allah’tan geldiğini kalben de îtiraf etmiş oluyoruz.
Makbûl bir oruç tutabilmek için dikkat etmemiz gereken esasların başında, riyâdan korunmak gelir. Riyâ ve gösterişten uzak, kalbî bir kıvâm ile edâ edilen oruç ibadeti, en fazîletli kulluk tezâhürlerinden biridir. Fakat dünyevî gâyelerle bulandırılmış, gösteriş ve gafletle kirletilmiş oruç ve namazlar hakkında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:
“Nice oruç tutanlar vardır ki, orucundan kendisine kuru bir açlıktan başka bir şey kalmaz! Geceleri nice namaz (terâvih ve teheccüd) kılanlar vardır ki, namazlarından kendilerine kalan yalnız uykusuzluktur.” (İbn-i Mâce, Sıyâm, 21)
Ehlullâh hazarâtı, oruç tutanların kalbî kıvamlarına göre ayrıldıkları kademeleri şöyle ifâde etmişlerdir:
“Oruç, mükellef olan bir kimsenin niyet ederek, imsaktan akşam ezanına kadar, yemek, içmek ve cinsî alâkalar gibi en çok arzu duyulan ihtiyaçlardan kendini uzak tutması demektir. Bu, avâm tabakasındaki mü’minlerin orucudur. Havâssın orucu, yasaklanan her şeyden uzak durmak sûretiyle olur. Ehassu’l-havâssın orucu ise Allah’tan başka her şeyden kendilerini tutmaları ve uzaklaşmalarıdır. (Bursevî, I, 289)
Hak dostları, benzer bir kalbî kıvâma işaret ederek yemedeki israf hususunda da oruçtakine benzer kademelerden bahsetmişlerdir. Şöyle ki:
- Şerîatte doyduktan sonra yemek israftır,
- Tarîkatte doyuncaya kadar yemek israftır,
- Hakikatte ise Hakk’ın huzûrunda olduğunu unutarak yemek israftır.
Diğer taraftan, oruç tutarken gösterilmesi îcâb eden kalbî hassâsiyet, namazın Hak katında kabûlü için de zarûrîdir. Namaz kılarken kalbin riyâ ve ucuptan korunmasının lüzûmuna dâir Şeyh Sâdî’nin Gülistan adlı eserinde anlattığı şu hâtırası ne kadar ibretlidir:
“Çocukluğumda zühde, riyâzete, gece ibadetine çok düşkündüm. Bir gece babamın yanında oturuyordum. Bütün gece gözümü yummamış, Kur’ân-ı Kerîm’i elimden bırakmamıştım. Birtakım kimseler etrâfımızda uyuyorlardı. Babama:
«–Şunların bir tanesi bile başını kaldırıp iki rekât teheccüd namazı kılmıyor; sanki ölü gibi uyuyorlar.» dedim. Bu sözüm üzerine babam:
«–Oğlum Sâdî! Başkalarının dedikodusunu edeceğine, keşke sen de onlar gibi uyusaydın! Zira senin hor gördüklerin, şu anda ilâhî rahmetten mahrûmiyet içindelerse de, onlara Kirâmen Kâtibîn melekleri menfî bir şey yazmıyor. Senin amel defterine ise, din kardeşlerini küçük görme ve gıybet günahı yazıldı.» karşılığını verdi.”
Nasıl ki namazı gayr-i ciddî bir şekilde ve gafletle kılanlar hakkında “yazıklar olsun”[1] itâb-ı ilâhîsi sâdır olmaktaysa, orucun da Hak katında makbûl olarak îfâ edilebilmesi için, kalbî bir kıvam ve huşû şarttır. Namaz, sür’atli kılınarak bir hazım vâsıtası, oruç da kuru bir açlık ve perhiz hâline getirilmemelidir.
Bunun içindir ki namazda olduğu gibi oruçta da kulu hassâsiyet ve ihlâsa yönlendiren pek çok incelik bulunmaktadır. Zira oruç ve namaz, yalnız bedenin değil, kalbin de iştirâk ettiği mânevî bir âhenk neticesinde kâmil bir sûrette îfâ edilebilir.
Orucu Ne Zedeler?
Orucun Hak katında makbûl olması için mîdenin açlığına ilâveten, dil, göz, kulak gibi diğer uzuvları da günahlardan muhâfaza etmek gerekmektedir. Nitekim, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün:
“Oruç, oruçluya yakışmayan şeylerle zedelenmedikçe (tutan için) bir kalkandır.” buyurdu. Ashâb-ı kirâm:
“(Oruçlu) onu ne ile zedeler?” diye sorunca Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Yalan ve gıybetle...” cevâbını verdiler. (Nesâî, Sıyâm, 43)
Bilhassa -Kur’ânî ifâdeyle- “hümeze” ve “lümeze”, yani dedikodu-gıybet yapmak, kaş-göz hareketleriyle eğlenmek, mü’min kardeşini küçük düşürmek ve yalan söylemek gibi orucun rûhâniyetini zedeleyecek hâllerden sakınmak gerekmektedir.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in âzadlısı Ubeyd şöyle anlatır:
İki kadın oruç tutuyorlardı. Öğle üzeri bir kimse Peygamber Efendimiz’e gelerek:
“–Yâ Rasûlâllah! Şurada iki kadın var, oruç tutuyorlar. Neredeyse susuzluktan ölecekler. (Müsâade buyurursanız oruçlarını bozsunlar.)” dedi.
Allah Rasûlü ondan yüz çevirdi, cevap vermedi. Gelen kimse sözünü tekrar ederek:
“–Yâ Nebiyyallâh! Vallâhi neredeyse ölecekler.” dedi. Fahr-i Kâinat Efendimiz:
“–Çağır onları!” buyurdu.
Kadınlar geldi. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir kap istedi. Kadınlardan birine vererek:
“–İçindekileri çıkar!” dedi. Kadın kabın yarısını dolduracak kadar kan, cerâhat ve et kustu. Diğerine de aynı şekilde emir buyurunca o da kabı dolduruncaya kadar kan ve taze et çıkardı. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Bu iki kadın Allâh’ın helâl kıldığı şeylerden kendilerini tutarak, onlara karşı oruçlu oldular, haram kıldığı şeyleri yaparak da iftar edip oruçlarını bozdular. Biri diğerinin yanına oturup insanların etlerini yemeye başladılar (yani gıybet ettiler).” buyurdu. (Ahmed, V, 431; Heysemî, III, 171)
Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulmaktadır:
“Kim yalan konuşmayı ve yalan-dolanla iş yapmayı terk etmezse, Allâh’ın, o kimsenin yemesini ve içmesini bırakmasına ihtiyâcı yoktur.” (Buhârî, Savm, 8)
Gıybet, yalan-dolan gibi mânevî haramlardan kaçındığımız gibi maddî haram ve şüphelilerden de kaçınmalıyız. Zira lokmanın kaderi, kişinin mânevî hâline tesir eder. Allâh’a yaklaşmak, ancak şüphelilerden kaçınmaya, haramlardan ise kat’î sûrette nefret ederek uzaklaşmaya bağlıdır. Nefis tezkiyesi ve kalp tasfiyesi de ancak helâl lokmayla mümkündür.
Mevlânâ -rahmetullâhi aleyh- buyurur ki:
“Dün gece ilham, bize başka türlü tecellî etti. Çünkü mideye inen birkaç şüpheli lokma, ilhâmın yolunu tıkadı.”
Süfyân-ı Sevrî Hazretleri de şöyle buyurur:
“Kişinin dindarlığı lokmasının helâlliği nisbetindedir.”
Ecdâdımızın haram lokma karşısındaki titizlik ve hassâsiyetine misal olan şu hâdise ne kadar ibretlidir:
Yavuz Sultan Selîm Han, İslâm’ı tek bir bayrak altında toplamak gâyesiyle Mısır seferine giderken, Gebze yakınlarındaki bağlık-bahçelik bir arazide ordusuna istirahat vermişti. Hareket edecekleri esnâda bütün askerin heybesini arattırdı ve hiçbirinde meyve cinsinden bir şey bulunmadığını görünce, ellerini semâya kaldırarak:
“Allâh’ım, Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun. Bana haram yemeyen bir ordu lûtfettin. Eğer askerimin içinden tek bir kişi sahibinden izinsiz bir meyve koparıp yeseydi ve ben bunu haber alsaydım, Mısır seferinden vazgeçerdim! Zira haram yiyen bir topluluk asla zafere ulaşamaz.” diyerek Allâh’a şükretmiştir.
Ramazân-ı şerîf; oruç, terâvih namazı, sahur ve seher uyanıklığı bakımından da çok mühimdir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Allah -celle celâlühû-, size Ramazan orucunu farz kılmıştır. Ben de onun kıyâmını, yani Ramazan gecelerindeki terâvih namazını sizin için sünnet kıldım. Eğer bir kimse îmanlı bir yürekle ve sevâbına ermek ümidi ile Ramazan orucunu tutar, terâvih namazını (tâdil-i erkân ve huşû ile) kılarsa, anadan doğduğu gün gibi günahlarından kurtulur.” (İbn-i Mâce, Salât, 173)
Hakîkaten bu ayın gündüzleri gibi gecelerinin ve bilhassa seher vakitlerinin de ayrı bir feyiz ve rûhâniyeti vardır. Esâsen yılın hangi ayında olursa olsun her seher vakti, ârif gönüller için paha biçilmez ve müstesnâ bir kazanç vesîlesidir. Çünkü o anlar, Allâh’ın kulunu halvetine dâvet ettiği demlerdir. Hak Teâlâ, seher vakti ve seherleri ihyâ edenler hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Kuşluk vaktine ve sükûna erdiğinde geceye andolsun ki.” (ed-Duhâ, 1-2)
“Onların yanları yataklardan uzaklaşır, korku ve ümid içinde Rab’lerine duâ ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan hayra sarf ederler.” (es-Secde, 16)
Yine Rabbimiz, Cennet nîmetleriyle taltif edeceğini vaad ettiği has kullarının vasıflarını bildiren âyet-i kerîmelerde şöyle buyurmaktadır:
“Gecelerini Rab’lerine secde ederek ve kıyam durarak geçirirler.” (el-Furkân, 64)
“(Onlar) geceleri pek az uyurlardı. Seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi.” (ez-Zâriyât, 17-18)
Kalpler, ancak Hak Teâlâ ile beraberlik sâyesinde, yani kalbin bir nazargâh-ı ilâhî hâline gelmesi neticesinde uyanır. Bunun en feyizli yolu ise bilhassa seherlerde îfâ edilen zikirdir. Zira insanda fıtraten mevcud olan “nisyan” ve “gaflet”ten doğan zararların telâfisi için, Allâh’a kulluk idrâkinin dâimâ canlı tutulması gerekir. Bunun için de zikre ihtiyaç vardır. Zira her tekrar, tekrar edilen şeyin idrak ve iz’andaki yani kalpteki yerini kuvvetlendirir.
Cenâb-ı Hak, kulunun sûret yapısına değil, kalbine nazar eder. Bu bakımdan her mü’min, kalbini gafletten koruyup zikir ile ihyâ etmeyi vazife bilmelidir. Kulluk vazifeleri içindeki bu husûsî ehemmiyeti sebebiyledir ki, zikir kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de iki yüz elliden ziyâde yerde geçmektedir. Cenâb-ı Hakk’a hakîkî mânâda kulluk yapabilmek, zikrin kalpte kazandığı mevkî nisbetinde gerçekleşir. Cenâb-ı Hak, kullarının zikrin rûhâniyetinden gâfil kalmamaları için şöyle buyurmaktadır:
“Îmân edenlerin, zikrullah ve Hak’tan inen Kur’ân sebebiyle kalplerinin huşû içinde ürperme zamanı henüz gelmedi mi?..” (el-Hadîd, 16)
İşte zikir ve tesbihâtla ihyâ edilen seherler, -tıpkı güzelliklerini inbât etmek için hasretle yağmur bekleyen bir bahar toprağı gibi- gönlündeki istîdatları inkişâf ettirmek isteyen mü’minler için; kritik, hassas, rûhânî ve feyizli vakitlerdir.
Bir Mevlânâ muhibbi, seher vakitlerinin rûhâniyetini şu şekilde ifâde eder:
“…Derûnî olarak vicdanlardan gelen sesler, mü’mini seher vaktinde ibadete çağırmaktadır. Bu ses, aşk müezzininin okuduğu mânâ ezânının sesidir. Bu ses mü’mine; «Uykudan uyan, çünkü Hakk’a muhabbet uykudan hayırlıdır.» demektedir. Çünkü mü’min, seher vakitlerinde Rabbini zikrederken; gönlünde Hak, hakîkat ve mârifetullah tecellî edecek; namazları ise, mîrâc hâline gelecektir. Rahmetin âdeta tuğyân ettiği bu zamanda uyumak, büyük bir tâlihsizliktir. Nasıl ki on iki aylık bir sene içinde Ramazan ayı mü’minlere rahmet ayı olarak gelmişse, yirmi dört saatlik bir gün içinde de seher vakitlerine âit birkaç saat çok mübârektir. Bu saatlerde Allâh’ın has kulları uyanmışlar, hakîkî mahbûblarını bulmuşlardır.”
Seherlerde rahmet kapıları açılır, uyanık gönüllere “buyrun” denilir. Üstelik bu dâvet, ayların sultânı olan Ramazân-ı Şerîf’in feyiz ve rûhâniyeti ile taçlanmış seherlerde olursa, elbette ecir ve nâiliyetler de o mübârek ayın şânına lâyık bir sûrette tecellî edecektir.
Sultan 1. Ahmed Han, zikrullâhın fazîlet ve faydalarını ne güzel terennüm eder:
Dil hânesi pür-nûr olur
Envâr-ı zikrullâh ile
İklîm-i dil mâmûr olur
Mîmâr-ı zikrullâh ile
*
Her müşkil iş âsân olur
Derd-i dile dermân olur
Cânın içinde cân olur
Esrâr-ı zikrullah ile
*
Zikreyle Hakk’ı her nefes
Allah bes bâkī heves
Bes gayrıdan ümmîdi kes
Tekrâr-ı zikrullâh ile
İbadet Mevsimi
Ramazân-ı Şerîf, bir ibadet mevsimidir. Nitekim Âişe -radıyallâhu anhâ-’dan rivâyet edildiğine göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ramazan’da diğer aylardan daha fazla (kulluk yapmaya) çalışırdı. Ramazan’ın son on gününde ise evvelki günlerinden daha fazla ibadet ederdi. (Müslim, Îtikâf, 8; İbn-i Mâce, Sıyâm, 57)
Ramazan ayı, diğer ibadetler açısından da bereketli bir toprak gibidir. Meselâ Ramazan Umresi için Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Ramazan ayında yapılan umre, tam bir hac sayılır veya benimle birlikte yapılmış bir haccın yerini tutar.” buyurmuştur. (Buhârî, Umre, 4; Müslim, Hac, 221)
Ramazân-ı Şerîf’in bir adı da “Şehru’s-Sabr” yani “sabır ayı”dır. Sabır, güzel ahlâkın ağırlık merkezi, îmânın yarısı, ferah ve saâdetin anahtarıdır. Cennet nîmetlerine kavuşturan büyük bir fazîlettir. Sabır, hoşa gitmeyen ve ıztırap veren hâdiseler karşısında muvâzeneyi bozmadan sükûnete bürünmek, Hakk’a teslîm olmaktır. Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Hiçbiriniz oruçlu olduğu gün çirkin söz söylemesin ve kimse ile çekişmesin. Eğer biri kendisine söver veya çatarsa «ben oruçluyum» desin.” (Buhârî, Savm, 9)
Ramazan ayında bilhassa öfkeden şiddetle kaçınmak îcâb eder. Zira oruç, bir yönüyle, davranış ve muâmelelerin kontrol altına alınması ve disipline edilmesidir. Oruç; sahibini, azm ü sebât, hâle rızâ, metânet ve bilhassa sabır gibi fazîletlere erdiren bir ibadettir. Şartlarına riâyetle tutulan oruç; rûhu, nefsânî temâyüllere esir olmaktan kurtarır. Oruç, içimizdeki nefs canavarını zabt u rabt altına alan ve böylelikle insanın derûnunda fıtraten meknûz olan merhamet ve şefkat duygularının inkişâfını sağlayan rûhî bir disiplindir.
Bize merhameti en iyi tâlim eden ve onu en iyi besleyen ibadet, oruçtur. Nefsin açlıkla terbiye olarak, hodgâmlıktan diğergâmlığa doğru seviye alması îcâb eder ki; gönlümüz merhamet duygularıyla dolsun, yardım elimiz zayıf ve bîçârelere uzansın, yüreğimiz onların dertlerini paylaşsın ve mâtemlerin civârında yer alsın. Zira, insanlığımızın bu âlemdeki bir şâhidi olan merhamet, bizi kalben Allâh’a yaklaştıran ilâhî bir cevherdir.
Oruçluda, nefsin tasallutundan kurtulan rûhun, mânevî fetihleri başlar. Öyle ki, katılık ve merhametsizlikle körelen can gözleri açılır, ruhlar selâmet semâlarına yükselir. Orucun öğrettiği ve bizi içerisinde yaşattığı merhamet, öyle engin bir fezâdır ki, onda nice âlemler gizlenmiştir. Merhametsiz insan ise, âlemi kendi benliğinin dar ufkundan seyrettiği için gâfilâne bir gidişât içinde hayatını ziyân eder.
İşte gönüllerimiz, lûtf-i ilâhî ile, hâdiseler karşısında bir hamiyyet dergâhı hâline gelerek; af, hilm, tevâzu, iffet, kanaat, şefkat, merhamet, nezâket ve müsâmaha gibi meziyetlerle tezyin edilmeli ki gönül bahçelerimizden cennet râyihaları yükselsin.
Mü’minlerin ıztıraplarına ortak olmanın, bilhassa Ramazân-ı Şerîf’te daha büyük bir ehemmiyeti vardır. Ramazân-ı Şerîf, kardeşlik duygularını kuvvetlendiren bir aydır. İslâm’da kardeşlik, birbirini yıkayan iki el gibidir. Ebu’l-Hasan Harakānî Hazretleri, İslâm kardeşliği hakkındaki duygularını ifâde ederken tahdîs-i nîmet kabîlinden şöyle buyurur:
“Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada birinin parmağına diken batsa, o benim parmağıma batmıştır. Birinin ayağına taş çarpsa o benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben hissederim. Bir kalpte hüzün varsa o kalp benim kalbimdir.”
Ramazân-ı Şerîf’te tutulan oruçlar, aynı zamanda mahrûmiyet ve açlık temrinleriyle nîmetlerin kadrini bildirip şükür duygularını da kuvvetlendirir. Muhtaçların hâllerini düşündürerek, infak ve ikram yoluyla, onların gönüllerini ve duâlarını alma temâyülleri uyandırır. Bu bakımdan Ramazan ayı, güzel bir infak ayıdır. Bu ayda nâfile infaklara da farz ibadetlerin ecri ihsân edilir. Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu aydaki infak heyecanını Abdullah bin Abbas -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Allâh’ın Rasûlü insanların en cömerdi idi. Ramazan ayında ise cömertliği daha da artardı. Çünkü Cebrâil -aleyhisselâm-, her sene Ramazan’da gelir, ayın sonuna kadar beraber olur, Efendimiz ona Kur’ân-ı Kerîm’i arz ederdi. İşte bu günlerde Allah Rasûlü, esen rüzgârlardan daha cömert olurdu.” (Müslim, Fedâil, 50)
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de, O’nun zirve cömertliği hakkında şu teşbihte bulunur:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, öyle güzel bir cömertlik numûnesidir ki, onun varlığı hürmetine denizler inci verir, sert taştan yâkut çıkar ve dikenden gül açar. Eğer bir bahçede onun güzel ahlâkından bahsedilirse, sevinçten ağzını açıp gülmeyen yani açılmayan bir gonca bulamazsın.” (Dîvân, s. 65-66)
Malın hayırlısı, sağlıkta infâk edilen ve sahibinden evvel ukbâya gönderilendir. Ömrün hayırlısı Allah yolunda geçendir. İnsan bu âleme gözlerini kaparken, fânî hayatın hâtıralarıyla gömülecektir. Nitekim hadîs-i şerîfte:
“Mü’min öldüğü zaman, namazı baş ucunda, zekâtı sağında, orucu solunda bulur.” buyrulmaktadır. (Bkz. Heysemî, III, 51)
Öte yandan:
“Kişi ölünce melekler; «–Ne getirdi?» derler. İnsanlar da; «–Ne bıraktı?» derler.” buyrulması da, mü’minin istikbâlini ve geride bıraktıklarını düşünmeye mecbur olduğunu bildirmektedir. Zira akıllı kişi, yarınını bugünden düşünendir.
Ramazan, bir takvâ mektebi, bayram ise onun rûhânî bir şehâdetnâmesidir. Bayramlar, tâtil günleri değil, Allâh’ı zikir,[2] şükür, sıla-i rahim ve ictimâî ibadet günleridir. Îman kardeşliğinin cemiyet plânında yaşandığı mübârek vakitlerdir. Bu sürûr günlerinde bilhassa muhtaçların ve gariplerin gönüllerini hoşnud etmeliyiz. Zira merhamet edene merhamet edilir, Hak rızâsı için sevindireni, Hak Teâlâ sevindirir.
Ramazan gecelerinden sonra kavuşulan bayram geceleri de ince ruhların kavrayabileceği nûrânî tecellîlerle doludur. Zira hadîs-i şerîfte:
“Ramazan ve Kurban bayramı gecelerini, sevâbını Allah’tan umarak ibadetle ihyâ edenlerin kalbi, -bütün kalplerin öldüğü günde- ölmeyecektir.” buyrulmuştur. (İbn-i Mâce, Sıyâm, 68)
Bu cihetle bayram geceleri de ganimet bilinmelidir. Unutulmamalıdır ki esas bayram; mü’minlerin takvâ imtihanından muvaffakıyetle Hakk’ın huzûruna çıktıkları gündür. Nitekim Hak dostları:
“Gerçek bayram, yeni elbise giyene değil, Allâh’ın azâbından emîn olanadır.” demişlerdir.
Bursevî Hazretleri şöyle buyurur:
“Bizim üç bayramımız vardır. Birincisi Ramazan (ve Kurban) bayramıdır. Bu tabîatın, nefsin bayramıdır. İkincisi, kâmil îmanla göçmek şartıyla ölüm bayramıdır. Bu, büyük bir bayramdır. Üçüncü ve en büyük bayram ise âhirette Allâh’ın tecellisine mazhar olunduğu zamanki bayramdır.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, II, 200)
Hulâsa Ramazân-ı Şerîf’te orucun fazîletine ermeli ve bilhassa gece namazları olan terâvih ve teheccüdlerle, kalplerimizi ihyâ etmeliyiz. Bu mübârek ayda namazlara daha da îtinâ göstermeli, Kur’ân-ı Kerîm’i huşû ile okumalı, zikirle rûhumuzu inceltmeli, zekât, infak ve sadakalar ile de, vicdan huzuruna kavuşmalıyız. Kur’ân-ı Kerîm’in dünya semâsına indirildiği bu mübârek ayda; nefsimizi hesâba çekerek kulluk hayatımızı Kur’ân terbiyesi istikâmetinde bir daha gözden geçirmeliyiz.
Dipnotlar:
[1] Bkz. el-Mâûn, 4. [2] Ebû Dâvûd, Edâhî, 9-10/2813.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, 12 Saadet Damlaları, Erkam Yayınları
YORUMLAR