Resim Yarışmasını Resim Yapmadan Kazandılar

Tasavvuf

Çin ve Türk ressamlar arasında geçen resim müsabakasında meydana gelen muhteşem ve bir o kadar ibretlik bir hadise. Resim yapmadan resim yarışmasını kazananlar...

Nasıl ki dış görünüşümüzü seyretmek için bir aynaya muhtaç isek, iç âlemimizi, karakterimizi, huy ve şahsiyetimizi teşhis ve tedâvi için de bir velînin feyiz ve telkinlerine, yâni bizi terbiye edecek, kendimizi iç âlemimizle tanıştıracak bir gönül aynasına muhtâcız.

RESİM YARIŞMASINI RESİM YAPMADAN KAZANDILAR

Birgün Çin ressamları:

“–Biz, Türk ressamlarından daha ileri, daha hünerliyiz.” diye bir iddiâda bulundular.

Buna karşılık Türk ressamları da:

“–Hayır, biz daha üstünüz. Bizim hünerimiz daha ileridir.” diyerek bu iddiâya karşı geldiler.

Bunu işiten Sultan, ressamları imtihan etmeye karar vererek her iki tarafa da:

“–Birbirinizle çekişmeyi bırakın da ortaya bir eser koyun!” dedi.

Her iki taraf da Sultân’ın bu îkâzını kabul ettiler. Ancak Çinliler, kendi yaptıklarının kopya edilmesini engellemek için odanın ortasına kalın bir perde çektirdiler. Sultan’dan da türlü türlü boyalar istediler.

Türk ressamlar ise, çok şey istemediler. Sadece duvardaki pasları giderecek ve onu cilâlayıp parlatacak bir çalışma için gereken şeyleri aldılar. Çok renkli olmaktansa, renksiz olmayı tercih ediyorlardı. Çünkü onlar, renksizliğin fazîletinin idrâki içindeydiler. Biliyorlardı ki, bu kadar çok rengin nihâyeti renksizliktir. Mârifet, renklerin bolluğunda değil, renksizliğin zuhûrundadır. Nitekim göklerdeki bulutların, deryâlardaki suların kendi renkleri yoktur. Onları renkten renge koyan, semâdaki Güneş’tir.

Çalışmalar bitince Sultan, önce Çin ressamlarının odasına girdi, resimleri beğendi. Gördüğü renk saltanatına ve şekil güzelliğine cân u gönülden vuruldu.

Sıra Türk ressamlarının odasına gelince, onlar, aradaki perdenin kaldırılmasını istediler. Perde kaldırılınca, Türk ressamlarının cilâlayıp parlak aynalar hâline getirdikleri duvarda ruhları cezbeden bir güzellik ve sanat ortaya çıktı. Aslında oraya akseden, Çin ressamlarının yaptığı resimlerdi, fakat aslından daha parlak ve güzel görünmekteydi. Bu mükemmel manzara karşısında hayranlıkla kendinden geçen Sultan, Türk ressamlarını takdîr etti.

Böylece Türk ressamları, hiçbir resim yapmadan, sâdece Çin ressamlarının eserlerini binbir hünerle cilâladıkları duvarda aksettirdikleri için daha hünerli sayıldılar.

MESNEVÎ:

“Ey oğul! Sôfîler, Türk ressamları gibidirler. Onların, ne ezberlenip tekrarlanacak dersleri, ne kitapları, ne de hüner gösterme merakları vardır. Yâni onlar, zâhirî ilimlerin muhtevâsı içinde sıkışıp kalmamış, sûret engelini aşmışlardır.

Onlar, gönüllerini mükemmel bir şekilde cilâlamışlar, parlak aynalar gibi tozdan ve pastan uzak olmuşlardır. Bunun içindir ki, onların gönül aynasına, güzelliklerin en hakîkîsi akseder. Tecellî, işte böyle kalb-i selîm aynalarında Hakk’a vâsıl olmuş sôfî gönüllerinde zuhûr eder.

Onların, gönüllerini bu parlaklığa erdirmek için temizledikleri şeyler ise, kin, kibir, benlik, ikilik, şehvet, ihtiras ve her türlü dünyevî isteklerdir.

Cenâb-ı Hak, Mûsâ -aleyhisselâm-’a:

«–Ey Mûsâ! Elini koynuna sok; kusursuz bembeyaz çıksın!» diye emretmişti.

Mûsâ -aleyhisselâm-, bu emri yerine getirmiş ve eli “cihân güneşi gibi beyaz ve nûr saçıcı olarak” görünmüştü. Çünkü Hazret-i Mûsâ’nın gönül aynasına gayb âleminin uçsuz bucaksız ve sûretsiz olan nâmütenâhîliği aksetmişti. Yâni Hazret-i Mûsâ, elini, sanat-ı ilâhiyyeyi görmekten gayri her şeyden müstağnî kılarak kalbinin üzerine koyunca, eli, tecellî nûrlarıyla parlayan bembeyaz bir ışık hâlesi hâline gelmişti.

Mûsâ -aleyhisselâm-’ın gönlüne akseden uçsuz bucaksız nâmütenâhîlik, hakîkatte ne göklere, ne yere, ne denizlere sığar. Çünkü bu sayılanların, sayılabilir bir hudûdu vardır. Hâlbuki hudûdu olmayanın, hudûdu olana sığması mümkün değildir. Bunun içindir ki, hudûdu olmayan zât ve sıfatlar, ancak her türlü dünyâ kirlerinden sıyrılmış bir gönül aynasına akseder. Çünkü gönül aynası da, tıpkı kendisine akseden güzellik ve ilâhî esrâr gibi hudutsuzdur. Rabb’in tecellîleri ile dolan gönül aynası, hadsiz, hesapsız nâmütenâhîliğin aksettiği bir mekândır.

Gönüllerini Allah aşkıyla cilâlamış olanlar, her an oraya bir başka güzelliğin aksettiğini görürler; her an Allâh’ın sayısız kudret akışından birine şâhid olurlar. Yâni kendilerinde meknûz olan «ahsen-i takvîm» hakîkatini keşfederler. Çünkü onlar için, bizim güzelliklerine sarıldığımız mecâzî renkler ve kokular yoktur. Onlar, dünyevî renk ve kokuları aşmışlardır.

Çünkü onlar, mârifetullâha ermişlerdir. Dünyâ ilimlerinin kabuğundaki nakışı bırakmışlar, «ayne’l-yakîn» bayrağını yüceltmişlerdir ki, artık onlar, bu yücelmenin neticesi olarak «hakka’l-yakîn» mertebesine ulaşmış, ilâhî sonsuzluğu oradan seyretmektedirler.”

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Mesnevî Bahçesinden BİR TESTİ SU, Erkam Yayınları