Resulullahta Marifetullah Nasıldı?
Resulullahta marifetullah nasıldı? İşte Peygamber Efendimiz'de (s.a.v.) marifetullah anlayışı...
Hazret-i Âişe –radıyallâhu anhâ- şöyle anlatır:
“Rasûlullâh –sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ashâbına bir şey emrettiği zaman (dâimâ) yababilecekleri amelleri emrederdi. O zaman ashâb-ı kirâm:
«Yâ Rasûlâllâh, biz senin gibi değiliz. Allâh Teâlâ senin olmuş ve olacak günahlarını bağışlamıştır.» derlerdi.
Bunun üzerine Efendimiz –sallallâhu aleyhi ve sellem-, gazap alâmetleri mübârek yüzlerinde belirecek kadar kızar ve ondan sonra da:
«En ziyâde takvâ sâhibi olanınız ve Allâh’ı en çok bileniniz şüphesiz ki benim!» buyururlardı.” (Buhârî, Îmân, 13) Sahâbe-i kiramın ibâdet niyetiyle her şeyden el-etek çekmelerine müsaade etmezlerdi.
Evet, Allah’ı tanıma konusunda, klasik ifadesiyle “mârifetullah” ilminde en önde olan hiç şüphesiz Fahr-i Kâinât Efendimizdir. İşte biz de bu yazıda âriflerin serdârı ve sultanı olan Habibullah’ın, şahsında tezâhür eden irfan tablolarından bazılarına işâret edeceğiz. Esasen idrâk edilebilirse, onun her hâlinin hakikatte bir irfân tecellisi olduğu müşâhede edilebilecektir.
Kur’ân-ı Kerim, insanın yaratılış gayesinin “Allah’a kulluk” olduğunu açık bir şekilde beyan eder1. Bu gayenin gerçekleşmesi ise her şeyden önce kulluğun kime ve nasıl yapılacağının bilinmesine bağlıdır. Zira ma‘budu/Allah’ı gereği gibi tanımayan kimse ona gerçek anlamda kulluk yapamayacağı gibi kulluğun nasıl yapılacağını bilmeyen de yaratılış maksadını gerçekleştiremeyecektir. Kulluğun kime yapılacağı meselesinin, nasıl yapılacağı meselesinden daha öncelikli olduğu ise açıktır. Binâenaleyh Allah’ı tanımak (mârifetullah), insanın yaratılış gayesinin ilk ve en önemli temelini oluşturmaktadır. Nitekim İbn Cüreyc (v. 150/767) “İnsanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler için yarattım”2 âyetinde zikredilen “liya‘büdûn” ifadesini, “beni tanısınlar” şeklinde yorumlamıştır3. Hatta denilebilir ki Allah elçilerinin insanlara sundukları mesajın özü, öncelikle ulûhiyyetin doğru anlaşılmasıdır.
MARİFETULLAH NİMETİ
“Bir şeyi, eserlerini tefekkür ve tedebbür yoluyla tam olarak bilmek”4 anlamına gelen “mârifet” terimi, İslâm literatüründe -özellikle tasavvufî eserlerde- “insanın kendini ve Rabbini tanıması” keyfiyetini ifade için kullanılagelmiştir. Bu tanımada da vasıta olan esas cevher “kalp” olarak gösterilmiştir.
Esâsen sûfîlerin mârifet anlayışı geniş bir konudur. Hatta konuyla ilgili müstakil çalışmalar bile yapılmıştır. Onlara göre akıl ve duyular yoluyla elde edilen (kesbî) bilgiler, çoğu zaman bulanıklıktan kurtulamayacağından, Allah’ı gerçek anlamda tanımak, ancak Allah’ın doğrudan kalbe ihsân edeceği (vehbî/ledünnî) bir ilimle mümkün olabilecektir. Bu bakımdan kalbin her türlü günah kirinden ve hatta Allah dışında her şeyden (mâsivâ) arınması gerekmektedir. Bunun için de mücâhede şarttır. Mücâhede kalbi saflaştıracak ve hakikat ilmi, kalp aynasında ayniyle yansıyacaktır. Bunun neticesinde de kul, mârifetullah nimetine mazhar olmuş olacaktır5.
Nitekim Şâh-ı Nakşbend –kuddise sirruh-’a:
«Seyr u sülükten (tasavvufî terbiyeye girip yol almaktan) maksat nedir?» diye bir sual sorulur. O da cevaben:
«Kısa ve kapalı bilginin, geniş ve açık bir duruma, istidlâlin (delillerle öğrenilen bilginin) de keşif hâline (âdetâ gözle görülür bir berraklığa) gelmesidir” der.
Evet, Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’de Zât-ı ulûhiyyetini, esmâu’l hüsnâsıyla (en güzel isimleriyle), fiil ve tasarruflarıyla kullarına tanıtır. Ancak bu bilgilerin kulda hâl hâline dönüşmesi, diri bir şuur olarak yaşanması, terbiye, tezkiye ve mücâhede ister. Diğer bir ifadeyle ilme’l-yakîn olan bigi seviyesi, ayne’l yakîne (müşahedeye) ve hatta “hakka’l-yakîne (fenâ fillâh ve bekâ billâh kıvamına) erişebilmelidir. İşte delillerle bilinen bilgilerin irfâna dönüşmesinden maksat da budur. Satırlardaki ve kâinattaki doğru bilgilerin (âyetlerin) sadırlarla (kalplerle) ve öz benliğimizin bütün derinlikleriyle kavranması ve yaşanması hâlidir. Hiç şüphesiz bu hâlin en güzel örneklerini Allah Rasûlü –sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin şahsında görürüz.
MARİFETULLAH SAHNELERİ
Fahr-i Kâinât –aleyhi ekmelü’t-tahiyyat- Efendimiz, doğup büyüdüğü ve çok sevdiği Mekke-i Mükerreme’den ayrılmak zorunda kalınca, arkadaşı Ebûbekir –radiyallâhu anh- ile Yesrib’e (Medine-i Münevvere’ye) doğru yola çıkmışlardı. Yolda düşmanlara görünmemek için bir müddet Sevr mağarasında kalmaları gerekti. Düşmanlar mağaranın ağzına kadar gelip de içeri girme ihtimalleri söz konusu olunca, Hz. Ebûbekir, belki kendi adına değil ama Efendimiz –sallallahu aleyhi ve sellem- adına endişelendi ve içinde bir ürperti hissetti. İşte orada Rasûlullâhın şu duruşu bir marifetullah duruşudur:
“Mahzûn olma kardeşim, tasalanma! Allah bizimledir”.
Allah Resûlünde bu beraberlik şuuru, uyurken, uyanırken, yürürken, otururken, kalkarken, bir bineğe binerken, yerken, içerken, hazarda ve seferde, barışta ve savaşta daimî bir haldi. Göz açıp kapayıncaya kadar da olsa Hak’tan gafil bir nefes bile almak istemezdi. İşte bu hâl marifetullahta kemâl hâlinin bir tezâhürüydü.
Allah’tan başka bütün barınak ve sığınakların, hakikatte yok hükmünde ve zâhiren bir örümcek ağından ibaret olduğunu en iyi bilen ve idrâk eden O idi. Taiflilerin İslâm’ı kabul etmemeleri ve küstahlıkları sonrasında Rabbine şu içli yakarışı bu hâlin ne güzel bir tablosudur:
“Allâh’ım! Kuvvetimin zaafa uğradığını, çâresizliğimi, halk nazarında hor ve hakîr görülmemi sana arzediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnet ve belâlara aldırmam! İlâhî, sen kavmime hidâyet ver; onlar bilmiyorlar. İlâhî, sen râzı oluncaya kadar işte affını diliyorum...” (İbn-i Hişâm, II, 30)
MARİFETULLAH İDRAKİ
O’nun mârifetullah idrâki, Hakk’a saygı ve tazimde çok farklı bir hassasiyet olarak tezâhür ediyordu.
“Allah ve sen dilersen” diyen bir kimseyi ikaz ederek onun bu ifadesini “Allah dilerse ve sonra sen de istersen” şeklinde düzeltmişti6.
Şirkin yani Allah’a ortak koşmanın bütün kapılarını böylece kapatmıştır. Hakk’ın gazabını celbedecek sözden, amelden ve hâlden son derece uzak dururdu.
VAHYEDİLENE TABİ OL!
Allah Teâlâ’nın, kullarına yönelik tasarruflarını önceden tahmin etme anlamına gelecek bakış açılarına hemen tepki göstermiş, yarına dair gerek kendisi ve gerekse başkaları hakkında dikkatli konuşulmasını arzu etmiştir.
Osman bin Maz’ûn -radıyallâhu anh-, Medine’de Ümmü’l-Alâ isminde bir kadının evinde vefât etmişti. Bu kadın:
“Ey Osman, şehâdet ederim ki şu anda Allah Teâlâ sana ikrâm etmektedir.” dedi.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- müdâhale ederek: “Allâh’ın ona ikram ettiğini nereden biliyorsun?” buyurdu.
Kadın: “Bilmiyorum vallâhi!” dedi. Allah Rasûlü şöyle buyurdu:
“Bakın, Osman vefât etmiştir. Ben şahsen onun için Allah’tan hayır ümîd etmekteyim. Fakat ben peygamber olduğum hâlde, bana ve size ne yapılacağını (yâni başımızdan ne gibi hâller geçeceğini) bilmiyorum.”
Ümmü’l-Alâ der ki: “Vallâhi, bu hâdiseden sonra hiç kimse hakkında bir şey söylemedim, (sadece Rabbimden hayır ümîd ettim).” (Buhârî, Tâbîr, 27)
Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“De ki: Ben peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilemem. Ben sadece bana vahyedilene tâbî olurum. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.” (Ahkâf Sûresi, 9)
MARİFETULLAH NE DOĞURUR?
Şu hadisede de Fahr-i Kâinât –aleyhi ekmelü’t- tehiyyât- Efendimizin Yüce Rabbimizin tasarrufları karşısında nasıl bir sığınma ve ürperti içinde olduğunu müşâhede ediyoruz.
Âişe vâlidemiz anlatır:
“Bir gece uyandığımda Allâh Rasûlü’nü yanımda göremedim. Aklıma, diğer hanımlarından birinin yanına gitmiş olabileceği ihtimali geldi. El yordamıyla etrâfı yokladım. Elim ayağına dokundu. O zaman Allâh Rasûlü’nün secdede olduğunu anladım. Kulak verdim, hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve şöyle yakarıyordu:
“Allâh’ım! Sen’in gazâbından Sen’in rızâna sığınırım. İkâbından affına sığınırım! Allâh’ım başka değil, Sen’den yine Sana sığınırım. Sen’i hakkıyla senâ etmekten âcizim. Sen Yüce Zâtını nasıl senâ ettiysen öylesin!” (Müslim, Salât, 222)
Evet, marifetullah aynı oranda haşyetullah (Allah korkusu) doğurur. Nitekim âyet-i kerimede: “Kulları arasında Allah’tan gereği gibi korkanlar ancak âlimlerdir”7 buyrulmuştur. (Fâtır Sûresi, 28)
Yukarıda zikredilen duanın sonundaki “Sen’i hakkıyla senâ etmekten âcizim. Sen Yüce Zâtını nasıl senâ ettiysen öylesin” ifadesi de ayrıca dikkat çekicidir. Bu ifadede de mârifetullahın nihâyetsiz bir derya olduğuna işâret vardır. Yine bu manada, Allah Resûlünün şu cümleleri de Hak Teâlâ’yı bütün yönleriyle idrak etmenin bir kul için imkânsız olduğunu beyan eder mahiyettedir. Zira esmâ-i ilâhiyyenin hepsinin kullar tarafından bilinemeyeceğine açıkça dikkat çekmektedir:
“Allahım! Ben senin kulunum. Senin kulların olan ana ve babanın bir evladıyım. Nâsiyem (perçemim) senin elindedir. Benim üzerimde ancak senin hükmün cereyan eder. Biliyorum ki benim hakkımda verdiğin hüküm, adâletin ta kendisidir. Rabbim, kullarından herhangi birine öğrettiğin veya kitâbında indirdiğin ya da bilgisini kendinde gizlediğin her bir güzel ismin hürmetine senden niyâzım şudur ki: Kur’an’ı, gönlümün neşesi, sadrımın nûru, hüzün ve kederimin çaresi eyle”8.
Elmalı’lı Muhammed Hamdi Yazır’ın ifadesiyle “Hak Teâlâ’ya bu âlemde ancak akıl ve kalb ile varılır. Cemâl-i ilâhî dünyâda sezilir, inanılır, âhirette erilir, görülür ve hiçbir zaman ihâta olunamaz.”9
MARİFETTEN DOĞAN MUHABBETULLAH
Resûl-i zîşân Efendimiz, hiç şüphesiz hayatının her safhasında, mârifetullah idrakinin tabiî bir sonucu olarak her şeyde âdetâ O’nu görerek, hissederek tam bir ihsân kıvamında bir kulluk ve risâlet hayatı yaşamıştır. Habibullâhın son anları da bu marifetten doğan muhabbetullah tecellisi ile taçlanmıştır. Şöyle ki:
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in son anları, heyecanın zirvesinde yaşanmış bir vuslat demiydi. O, ömrü boyunca her hâlükârda Rabbinin emrine itaat ve muhabbet hâlinde olduğundan, ölmeden evvel ölerek vefâtını bir şeb-i arûs hâline getirmişti. Nitekim Hazret-i Âişe ve Hazret-i Ali -radıyallâhu anhümâ-’dan rivâyet edildiğine göre, Peygamber Efendimiz’in vefâtına üç gün kala Cenâb-ı Hak her gün Cebrâil -aleyhisselâm-’ı göndererek Rasûlü’nün hatırını sormuştu. Son gün olunca Cebrâil -aleyhisselâm- bu sefer yanında ölüm meleği Azrâil de bulunduğu hâlde geldi.
Cebrâil -aleyhisselâm-: “Ey Allâh’ın Rasûlü! Ölüm meleği senin yanına girmek için izin istiyor! Hâlbuki o, Sen’den önce hiçbir Âdemoğlunun yanına girmek için izin istememiştir! Sen’den sonra da hiçbir Âdemoğlunun yanına girmek için izin istemeyecektir! Kendisine izin veriniz!” dedi.
Ölüm meleği içeri girip Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın önünde durdu ve:
“Yâ Rasûlallâh! Yüce Allâh beni Sana gönderdi ve Sen’in her emrine itaat etmemi bana emretti! Sen istersen rûhunu alacağım! İstersen, rûhunu sana bırakacağım!” dedi.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Ey ölüm meleği! Sen (gerçekten) böyle yapacak mısın?” diye sordu.
Azrâil -aleyhisselâm-: “Ben, emredeceğin her hususta sana itaatla emrolundum!” dedi.
Cebrâil -aleyhisselâm-: “Ey Ahmed! Yüce Allâh seni özlüyor!” dedi.
Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:
“Allâh katında olan, daha hayırlı ve daha devamlıdır. Ey ölüm meleği! Haydi, emrolunduğun şeyi yerine getir! Rûhumu, canımı al!” buyurdu.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yanındaki su kabına iki elini batırıp ıslak ellerini yüzüne sürdü ve:
“Lâ ilâhe illallâh! Ölümün, akılları başlardan gideren ıztırap ve şiddetleri var!” buyurduktan sonra, elini kaldırdı, gözlerini evin tavanına dikti ve:
“Ey Allâh’ım! Refik-ı A’lâ, Refîk-ı A’lâ (yâni yüce dost, yüce dost)!..” diye diye Rabb’ine duyduğu aşk ve iştiyâkın tezâhürü olan nice ulvî hâtıralarla dolu bir ömrü ardında bırakarak bu fânî âlemden hakîkî âleme hicret etti.10
Bize düşen mârifetullah ve muhabbetullahta ne güzel bir örneksin Yâ Resûlellâh! diyerek o izde yürüyebilmektir. Sallallâhu aleyhi ve sellem…
Dipnotlar: 1) ez-Zâriyât 51/56. 2) ez-Zâriyât 51/46. 3) Bkz. İbn Kesîr, Tefsir, VII, 401. “Beni tanısınlar” şeklindeki yorumun İbn Abbas’a ait olduğu da ifade edilmiştir (bk. Aliyyü’l-Kârî, el-Mevzûâtü’l-kübrâ, s. 269. 4) Râğıb, Müfredât, s. 331. Mârifet terimi ile ilim kavramı arasındaki farklar için bk. İbn Kayyim, Medâric, III, 351-354. 5) Tasavvufta mârifet problemi için bk. Güngör, Erol, İslâm Tasavvufunun Meseleleri, s. 116-145; Taylan, Necip, Gazzâli’nin Düşünce Sisteminin Temelleri, s. 91-112; Sevim, Seyfullah, İslam Düşüncesinde Mârifet ve İbn Arabî, s. 140-144. 6) Bkz. Buhari, Eyman, 8; Nesai, Eyman, 8, no: 3773. 7) Fâtır 35/28. 8) Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 391, 452. 9) Elmalılı, Makaleler, s. 316 10) Bkz. İbn-i Sa‘d, Tabakât, II, 229, 259; Belâzûrî, Ensâbu’l-Eşrâf, I, 565; Ahmed bin Hanbel, VI, 89.
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Altınoluk Dergisi, 360. Sayı, Şubat 2015
YORUMLAR