Rıza Göstermek İle İle İlgili Örnekler
Kadere rıza göstermek ne anlama gelir? Kadere rıza ve teslimiyet nasıl olur? Hâle rızâ göstermek ile ilgili örnekler.
Aşırı sürûr ve aşırı ıztırap, insan nefsi için büyük bir tuzaktır. “Hâle rızâ” ve bunun netîcesi olan “sabır ve tevekkül” ise kemâl sâhibi mü’minlerin fârik vasfıdır.
Saâdetin şaşmaz kâidesi; aklı vahye tâbî kılmak, kalbi güzel ahlâk ile tezyîn etmek ve bu sâyede hayâtın beklenmedik sürprizlerine karşı rızâ gösterebilmektir. Yine gerçek saâdet, hayâtın med ve cezirlerini olduğu gibi kabul, meşakkatlerine tahammül, ıslâhına gayret ve her şeyin güzel tarafını görüp Âlemlerin Rabbi’ne teslîm olmakla mümkündür.
-
Takdire rıza göstermek
Lokmân Hakîm’in şu nasîhati ne güzeldir:
“Yavrucuğum! Gönlünü kederlerle ve üzüntülerle meşgul etme! Aç gözlülükten sakın. Takdîre rızâ göster. Allâh tarafından sana verilene kanaat et ki, hayâtın güzelleşsin, gönlün sürurla dolsun ve hayattan zevk alasın.”
Gönle sürur veren tecellî ve hâdiseler karşısında râzı olup, buna mukâbil gam ve keder veren hâdiseler karşısında hoşnutsuzluk göstermek, İslâm ahlâkıyla bağdaşmaz. Fakat insan, mânevî olgunluğun zirvesine varmadıkça, bu beşerî zaaftan kolay kolay kurtulamaz. Nefsini tezkiye edip “Râdıye” makâmına ulaştığında ise, ilâhî irâdenin hayır veya şer şeklinde tecellî eden bütün kazâ hükümlerine tereddütsüz teslîm olup rızâ gösterir, aslâ şikâyetçi olmaz. Böyleleri hakkındaki ilâhî müjde ne büyüktür:
“Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön. (Sâlih) kullarım arasına katıl ve cennetime gir!” (el-Fecr, 27-30)
Sevilen ve benimsenen şeyi yapmak veya ona katlanmak insana kolay gelir. Kolay gelen şey ise, rahatlıkla yapılır, zevkle yerine getirilir. Allâh’ı seven mü’mine de O’ndan gelen her şey kolay gelir, zevk verir ve hoşuna gider.
Yakînî îmâna sâhip olan sâlihler, Allâh’ın kazâsına rızâ gösterir ve Cenâb-ı Hakk’ın yazmadığı hiçbir musîbetin başlarına gelmeyeceğini bilirler. Bu sâyede dünyâda başlarına gelen her şeyi, âhiret azâbına kıyasla küçük görürler ve Allah Teâlâ böyle kimselerin gönül âlemlerine huzur hâli ihsân eder. Hattâ onların nazarında Hakk’ın muhtelif tecellîleri, bu geçici hayâl ve serap âleminin sürûr ve bayramlarından bin kere evlâdır! Çünkü onlar, avâmın yöneldiği lûtuf zannedilen şeylerden el çekmişlerdir.
MÜKÂFATIN BÜYÜKLÜĞÜ, BELANIN ŞİDDETİNE GÖREDİR HADİSİ
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurur:
“Mükâfâtın büyüklüğü, belânın şiddetine göredir. Allâh, sevdiği topluluğu belâya uğratır. Kim başına gelene rızâ gösterirse, Allâh ondan hoşnud olur. Kim de rızâ göstermezse, Allâh’ın gazabına uğrar.” (Tirmizî, Zühd, 57/2396; İbn-i Mâce, Fiten, 23)
Diğer bir hadîs-i şerîf de şöyledir:
“Kuvvetli mü’min, (Allâh katında) zayıf mü’minden daha hayırlı ve daha sevimlidir. (Bununla birlikte) her ikisinde de hayır vardır. Sen, sana faydalı olan şeyi elde etmeye çalış. Allah’tan yardım dile ve asla acziyet gösterme. Başına bir şey gelirse, «Eğer şöyle yapsaydım, böyle olurdu.» diye hayıflanıp durma! «Allâh’ın takdîri bu, O, ne dilerse yapar.» de! Zîrâ; «Eğer şöyle yapsaydım.» sözü, şeytanı memnun edecek işlerin kapısını açar.” (Müslim, Kader, 34; İbn-i Mâce, Mukaddime, 10)
Hâle rızâ göstermeyip “Keşke şöyle şöyle yapsaydım.” diyen bir insan, rızâsızlık, kadere karşı çıkma ve Allâh’ın irâdesini beğenmeme gibi îmâna zıt hâllere dûçâr olur. Bu ise şeytanı sevindiren, insanı hüsrâna sürükleyen bir durumdur. Hâle rızâ ise, insanı Allâh’ın rızâsına erdirir. Kur’ân-ı Kerîm’de dünyâ ve âhirete âit bütün bahtiyarlıklar sayıldıktan sonra:
“…Allâh’ın rızâsı bunların hepsinden üstün, hepsinden daha büyüktür. İşte asıl büyük kurtuluş da budur.” (et-Tevbe, 72) buyrulur.
RIZA GÖSTERMEK HAKKINDA ÖRNEKLER
-
Allah ancak merhametli kullarına rahmet eder
Üsâme bin Zeyd -radıyallâhu anhümâ- şöyle anlatır:
Kızı (Zeynep), Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e:
“–Oğlum ölmek üzeredir, lütfen bize kadar geliniz.” diye haber gönderdi. Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-:
“–Alan da veren de Allah’tır. O’nun katında her şeyin belli bir vakti vardır. Sabretsin ve ecrini Allah’tan beklesin!” buyurarak kızına selâm gönderdi.
Bunun üzerine kızı, Allah Rasûlü’ne:
“–Ne olur, mutlakâ gelsin!” diye tekrar haber yolladı.
Bu defa Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yanında Sa’d bin Ubâde, Muâz bin Cebel, Übey bin Kâ’b, Zeyd bin Sâbit ve başka bâzı sahâbîler olduğu hâlde, kalkıp kızının evine gitti. Çocuğu Hazret-i Peygamber’e verdiler, kucağına aldı. Yavrucak nefes almakta güçlük çekiyordu. Rasûlullâh’ın mübârek gözlerinden yaşlar boşandı. Durumu gören Sa’d bin Ubâde:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü, bu ne hâldir?” dedi. Allah Rasûlü de:
“–Bu, Allâh’ın, kullarından dilediğinin kalbine koyduğu merhamet duygusudur. Zâten Allâh, ancak merhametli kullarına rahmet eder.” buyurdu. (Buhârî, Cenâiz 33, Eymân 9, Merdâ 9; Müslim, Cenâiz 9, 11)
Fahr-i Kâinât Efendimiz’in kızına gönderdiği ilk selâm ve yaptığı tavsiyeler, tam mânâsıyla başa gelene rızâ göstermektir. Asıl mârifet, o acılı anda kadere rızâ göstererek teslîm olmaktır. İkinci hâli de, bâzı sahâbîlerin ilk anda zannettikleri gibi, Efendimiz’in yasakladığı şekilde kadere isyân ile bağıra çağıra ve üst-baş yırtarak ağlamak değil, Allâh’ın kullarına lûtfettiği merhamet hissinin bir tezâhürüdür.
-
Sabreden müminin mükafatı
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, rızâ hâlindeki bir mü’minin mükâfâtını şöyle bildirir:
“Bir kulun çocuğu vefât ettiğinde Allah Teâlâ meleklerine:
«–Kulumun çocuğunun rûhunu mu aldınız!» buyurur. Melekler:
«–Evet yâ Rabbi.» derler. Allah Teâlâ:
«–Onun gönül meyvesini mi kopardınız?» buyurur. Melekler:
«–Evet yâ Rabbi.» derler. Hak Teâlâ:
«–Peki kulum ne dedi?» buyurur. Melekler:
«–O Sana hamd etti ve:
“…Biz Allâh’a âidiz ve yine O’na döneceğiz.” (el-Bakara, 156) diyerek yalnız Sana ilticâ etti.» derler. Bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle buyurur:
«–Kulum için cennette bir ev inşâ edin ve ismini de “Beytü’l-Hamd: Hamd Evi” koyun.»” (Tirmizî, Cenâiz, 36/1021)
-
Bir kul hastalandığında Allah ona iki melek gönderir
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:
“Kul hastalanınca, Allah Teâlâ ona iki melek gönderir ve onlara:
«–Gidin bakın, kulum yardımcılarına ne diyor bir dinleyin!» diye emreder.
Eğer o kul, melekler geldiği zaman Allâh’a hamd ediyor ve senâda bulunuyor ise, onlar kulun bu hâlini, her şeyi (zâten) en iyi bilmekte olan Allâh’a yükseltirler. (Meleklerini sırf kulunun ameline şâhid olsunlar diye gönderen) Allah Teâlâ:
«–Kulumun rûhunu kabzedersem, onu cennete koymak, kulumun üzerimdeki hakkı olmuştur. Şâyet şifâ verirsem, onun etini daha hayırlı bir etle, kanını daha hayırlı bir kanla değiştirmek ve günahlarını da affetmek, üzerimde hakkı olmuştur.» buyurur.” (Muvatta, Ayn, 5)
-
Peygamberimizin ashabına altın nasihatleri
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Bir gün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına:
“–Şu kelimeleri kim benden alıp onlarla amel edecek ve (buna ilâveten) onlarla amel edecek olana öğretecek?” buyurdular. Ben hemen atılıp:
“–Ben, ey Allâh’ın Rasûlü!” dedim.
Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- elimden tuttu ve şu beş şeyi saydı:
“- Haramlardan sakınırsan, Allâh’ın en âbid kulu olursun!
- Allâh’ın sana olan taksîmine râzı olursan, (kanaatta) insanların en zengini olursun!
- Komşuna ihsanda bulun ki (kâmil bir) mü’min olasın.
- Kendin için istediğini, başkaları için de iste ki (kâmil bir) müslüman olasın!
- Fazla gülme! Çünkü fazla gülmek kalbi öldürür.” (Tirmizî, Zühd, 2/2305; İbn-i Mâce, Zühd, 24)
-
En abid kimse
Rivâyete göre Yûnus -aleyhisselâm-, bir defasında Hazret-i Cebrâîl’e:
“–Bana yeryüzünün en âbid kimsesini gösterir misin?” dedi.
O da, bir adam gösterdi ki, elleri ve ayakları cüzzamdan dolayı çürümüş bir vaziyetteydi ve gözünü de kaybetmişti. Fakat şöyle demekteydi:
“Ey Allâh’ım! Bana bu eller ve ayaklar vâsıtasıyla ne vermiş isen, ancak Sen verdin. Neden uzaklaştırmış isen de, ancak Sen uzaklaştırdın. Ey Allâh’ım! Benim içimde sâdece bir arzu bıraktın ki, o da yalnızca Sana vuslat arzusudur.”
-
Eyüp Peygamber’in Sabrı
Hazret-i Eyüp -aleyhisselâm-, hastalığının en şiddetli günlerini yaşıyordu. Hanımı Rahme Hâtun:
“–Sen bir peygambersin! Allah Teâlâ’dan sıhhat ve âfiyet istesen de bu dertlerden kurtulsan!” dedi. Eyüp -aleyhisselâm-:
“–Sıhhat ve âfiyetle geçen günlerimiz ne kadardı?” diye sordu. Rahme Hâtun:
“–Seksen yıl idi.” dedi. Bunun üzerine Hazret-i Eyüp -aleyhisselâm-:
“–Ey Rahme! Cenâb-ı Hak bana seksen sene sıhhatli bir ömür ihsân etti. Hastalık müddetim sıhhatle geçen ömrüme nazaran çok az. Hâl böyleyken Cenâb-ı Mevlâ’ya hâlimi şikâyet etmekten hayâ ederim. Allah Teâlâ, bizlere nîmetler verirken (râzı oluyoruz da), O’ndan gelen belâlara niçin sabretmeyeyim?! Ben Rabbimden râzıyım!” dedi.
Eyüp -aleyhisselâm-’ın bu tavrı, rızânın en güzel misâlini sergiler. Eyüp -aleyhisselâm-, bütün musîbet ve sıkıntılarına rağmen, hâlinden şikâyetçi duruma düşmemek ve takdîre rızâda kusur göstermemek için, hastalığını Cenâb-ı Hakk’a arz etmekten, kendisi için sıhhat ve âfiyet dilemekten bile çekinmiştir. Nihâyet zevcesinin ısrarları karşısında sâdece:
“…(Rabbim!) Başıma bu dert geldi. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin!..” (el-Enbiyâ, 83) diye niyazda bulunmuştur.
Bu duâ üzerine Allah Teâlâ, kullukta dâim olanlara bir rahmet hâtırası olmak üzere onun derdini gidermiş, hastalığına şifâ vermiş ve kendisine yeniden mal ve evlâtlar lûtfetmiştir. Cenâb-ı Hak sabır, şükür ve hâle rızâ makâmında zirveleşen Eyüp -aleyhisselâm- için; “… نِعْمَ الْعَبْدُ : O ne güzel kuldu!..” (Sâd, 44) iltifâtında bulunmuştur.
-
Rıza ve teslimiyet göstermek
Hazret-i Mevlânâ, hakîkî muhabbet ve dostluğun, dosttan gelen ezâ ve cefâyı dahî hoş karşılamakla, ona rızâ ve teslîmiyet göstermekle mümkün olabileceğini aşağıdaki hikâyede şöyle anlatır:
“Bir efendiye, ziyârete gelen yakın dostları hediye olarak kavun getirmişlerdi. O da sevdiği, gönüldaşı, derin duygulu sâdık hizmetkârı Lokmân’ı çağırttı.
Lokmân gelince, efendisi kavundan bir dilim kesip, ona ikrâm etti. Lokmân o dilimi sanki bal gibi, şeker gibi âfiyetle yedi. Öyle hoşlanarak öyle zevkle yemişti ki, onu görenlerin de iştahları kabarıyor, ona âdeta imreniyorlardı. Efendisi ona ikinci bir dilim daha verdi. Zîrâ efendisi, sâdık hizmetkârı Lokmân’ın duyduğu bu lezzet karşısında huzur buluyordu. Derken kavundan son bir dilim kaldı. O zaman efendisi:
“–Bunu da ben yiyeyim de, ne kadar tatlı bir kavun olduğunu anlayayım!” dedi. Fakat efendisi o dilimi yer yemez, kavunun acılığından ağzını bir ateş kapladı. Dili uçukladı, boğazı yandı. Kavunun acılığından kendinden geçti. Bunun üzerine Lokmân’a:
“–Ey benim canım hizmetkârım! Ey benim cihânım!” dedi. “Böyle bir zehri, nasıl oldu da tatlı tatlı yedin? Böyle bir kahrı, nasıl oldu da lûtuf saydın? Bu ne sabırdır? Kim bilir, şimdiye kadar ne acılara katlandın da yüzünü ekşitmeden sabrettin? Yoksa sen tatlı canına düşman mısın? Neden bir şey söylemedin? Neden; «Beni mâzur görün, şimdi yiyemem!» demedin?”
Lokmân dedi ki:
“–Ben, efendimizin elinden o kadar tatlı yemekler yedim, maddî mânevî o kadar nâdide gıdalar aldım ki, size bunlar için mukâbelede bulunamadığımdan dolayı utancımdan iki büklüm olmuşumdur. Elinizle sunduğunuz bir şeye, nasıl olur da; «Bu acıdır, yenilemez.» diyebilirim?! Hem, sizin elinizle gelen her acı bana tatlı gelir. Çünkü bedenimin her hücresi, sizin nîmetlerinizle perverde olmuştur.”
Sonra Lokmân, heyecan ve muhabbet dolu sözlerle içini dökmeye şöyle devâm etti:
“–Efendim! Sizden gelen bir acıdan feryâd edersem, başıma yüzlerce defa toprak saçılsın. Lûtufkâr elinin tadı, bu kavunda nasıl acılık bırakır? Muhabbetten acılar tatlılaşır, muhabbet yüzünden bakırlar altın olur. Muhabbet ile tortular durulur, arınır. Muhabbetten, dermansız dertler şifâ bulur. Muhabbetten ölüler dirilir. Muhabbet yüzünden pâdişahlar kul olur. Muhabbetten zindanlar gül bahçelerine döner. Muhabbet yüzünden karanlık evler aydınlanır. Muhabbet yüzünden nâr, nûr olur. Muhabbet yüzünden, çirkinler bile hûri kesilir. Muhabbetten kederler, üzüntüler neşe olur, sevinç olur. Yoldan çıkaranlar, yol kesenler, muhabbet sâyesinde yol gösterici bir saâdet rehberi olur. Muhabbet yüzünden hastalıklar, sıhhat ve âfiyete çevrilir. Muhabbetten kahırlar rahmet olur.”
İşte Allâh’a muhabbetin en bâriz alâmeti, gerçek bir rızâ hâlidir.
-
Neyi seversin?
Ömer bin Abdülazîz -rahmetullâhi aleyh- kendisine:
“–Neyi seversin?” diye soranlara:
“–Benim sevincim, yalnız mukadderâttadır. Ben Allah Teâlâ’nın hükmünü severim...” derdi.
-
Allah’tan istekte bulunmak benim neyime?
Bir efendi ile kölesi arasında geçen şu mükâleme, ne kadar ibretlidir:
Adamın birisi bir köle satın almıştı. Köle, takvâ sâhibi, sâlih bir mü’min idi. Efendisi onu alıp evine götürünce, aralarında şöyle bir konuşma geçti:
Efendi:
“–Benim evimde neler yemek istersin?”
Köle:
“–Ne verirsen onu.”
“–Nasıl elbiseler giymek istersin?”
“–Ne giydirirsen onu.”
“–Evimin hangi odasında kalmak istersin?”
“–Hangi odada kalmamı istersen orada.”
“–Evimin hangi işlerini yapmak istersin?”
“–Hangi işleri yapmamı istersen onları.”
Bu son cevâbın ardından, efendi bir müddet tefekküre daldı ve gözlerinden süzülen yaşları silerken şöyle dedi:
“–Keşke ben de Rabbime böyle teslîm olabilseydim. O zaman ne mutlu olurdum!..”
Bu arada köle dedi ki:
“–Ey benim efendim! Efendisinin yanında, kölenin irâde ve ihtiyârı olur mu?..”
Bunun üzerine efendi:
“–Seni âzâd ediyorum. Allâh için hürsün. Fakat, benim yanımda kalmanı da arzu ediyorum. Tâ ki canım ve malımla sana hizmet edeyim...” dedi.
Kim ki Allâh’ı hakkıyla tanır, O’na gerçek bir muhabbetle teslîm olur, O’nun kendisi için takdîr ettiği hâle rızâ gösterirse, onda ne irâde kalır ne de ihtiyâr. O artık yalnız şöyle der:
“–Allah’tan istekte bulunmak benim neyime?”[1]
-
Merkez Efendi ismi nereden gelir?
Hak dostlarından Sünbül Sinan Efendi, bir gün mürîdânına sordu:
“–Farz-ı muhal, Cenâb-ı Hak bu kâinâtın sevk u idâresini size vermiş olsaydı, ne yapardınız?”
Böyle bir suâl ile hiç karşılaşmamış olan mürîdler, şaşırmakla beraber, Hazret-i Pîr’e cevap vermeme nezâketsizliğinde bulunmamak için, muhtelif mütâlaalar serdettiler:
“–Efendim, dünyâ üzerinde bir tek kâfir bırakmazdım!”
“–Bütün kötülükleri yok ederdim!”
“–İçki içenleri helâk ederdim!” gibi devâm edip giden cevaplar verdiler.
İçlerinde biri ise cevap vermeden susuyordu. Hazret-i Pîr’in dikkatini çekti ve ona bakarak:
“–Evlâdım! Ya sen ne yapardın?” dedi.
Edebinden yüzü kızaran mürîd, büyük bir mahviyet içinde:
“–Efendim! Allah Teâlâ’nın bu kâinâtı sevk u idâresinde -hâşâ- bir noksanlık mı var ki, ben farklı bir şey yapabileyim? Kâinâttaki ilâhî tanzîm, tasavvurların ötesinde bir kudret akışı içinde devâm ederken, benim âciz, kısıtlı, mahdûd akıl ve irâdemle; «Şunu şöyle yapardım, bunu böyle yapardım!» demek ne haddime!..” dedi ve utancından gözlerini yere indirdi.
Hazret-i Pîr ise, bu ârifâne cevaptan son derece memnûn kaldı. Mütebessim ve nurlu çehresiyle mürîdini derûnî nazarlarıyla süzerek:
“–İşte şimdi iş, merkezini buldu!..” dedi.
Bundan sonra o mürîdin adı “Merkez Efendi” olarak kaldı ve asıl ismi olan Mûsâ Muslihiddîn unutuldu.
-
Kulların elde edebileceği en yüksek makam
Hâsılı, hâle rızâ; Allâh’a muhabbet ve îtimâdın bir tezâhürüdür. Allâh’ın verdiğine râzı olmak, ancak hasetten, kıskançlıktan ve cehâletten kurtularak mârifete erişmiş kulların elde edebileceği yüksek bir makamdır.
Allah Teâlâ, kulunun iyiliğini, ondan daha iyi bilir. Bu sebeple en selâmetli yol, ilâhî takdîre râzı olmak ve her hâlükârda şükredebilmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak şu îkazda bulunur:
“…Hoşlanmadığınız bir şey, sizin için hayırlı olabilir. Yine sevdiğiniz bir şey de hakkınızda şer olabilir. Allâh bilir, siz bilemezsiniz.” (el-Bakara, 216)
Dipnot:
[1] Abdülkâdir-i Geylânî, el-Fethu’r-Rabbânî, (Abdülkâdir-i Geylânî’nin Sohbetleri), İstanbul 1987, s. 421.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 1, Erkam Yayınları
YORUMLAR