Ruhun Gıdası Nedir?
Ruhun gıdası nedir? Bedenin yaşayabilmesi için nasıl ki hava, su ve gıdâ zarurîdir; aynı şekilde rûhun da hayatî derecede birtakım ihtiyaçları mevcuttur. Hattâ bunlar, bedenî ihtiyaçlardan çok daha ehemmiyetlidir. Zira ten, neticede toprağın bağrına tevdî edilecekken; ruh, sonsuzluğun seyyâhı olacaktır.
Mevlânâ Hazretleri bu hakikati şöyle ifade buyurur:
“Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek olan odur…”
“Cesedine yağlı-ballı şeyleri az ver. Çünkü tenini fazla besleyen, nefsânî arzulara düşüyor ve sonunda rezil olup gidiyor.”
“Rûha mânevî gıdâlar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış ve rûhî gıdâlar sun da, gideceği yere güçlü-kuvvetli gitsin!”
İşte Rabbimiz de ibadetleri, gönüllerin huzûr-i ilâhîye saâdet ve selâmetle varabilmesi için ihsan ve ikrâm eylemiştir. Öyle ki insanın gönül âlemi, ibadetlerden alacağı mânevî gıdâyı, başka hiçbir şeyden alamaz.
Bu hayatî ibadetlerin başında ise, dînin direği ve en evvel farz kılınmış ibadet olan “namaz” gelmektedir. Nitekim lâyıkıyla kılınabilen bir namazda, kalpten perdeler kalkar, “Namaz, mü’minin mîrâcıdır.”[1] hakîkatinin tecellîsiyle Hakk’ın huzûrunda târifsiz bir vuslat yaşanır. Bu vuslat, Cenâb-ı Hakk’ın “Secde et ve yaklaş!” (el-Alak, 19) emrine riâyetin âdeta mânevî bir mükâfâtı sadedinde tecellî eder.
Namazdan sonra ruhlarımızı besleyen diğer bir farz ibadet de Ramazan’da tutulan “oruç”tur. Oruç; insanı, sabır, kanaat, hâle rızâ ve meşakkatlere karşı metânet gibi ahlâkî fazîletlere erdirmekle beraber, mahrumiyet ve açlıkla, nîmetlerin kadrini hatırlatır. Yoksul, aç ve perişan insanların hâlini hatırlatmak sûretiyle varlıklı kimselerin yardım ve merhamet hislerini geliştirir. İnsanların birbirlerine karşı şükran duygularını takviye eder.
İslâm ictimâî nizâmında, fakir ile zengin arasında muhabbet tesis edip haset ve husûmeti bertaraf eden diğer bir farz ibadet de “zekât”tır. Bu farz ibadette, varlıklı insanlarda servete râm olma neticesinde meydana gelebilecek muhtemel azgınlıklara set çekmek, muhtaçlarda da zenginlere karşı menfî duyguların filizlenmesini engellemek, böylece ictimâî hayattaki dengeyi korumak gibi nice hikmetler bulunmaktadır.
Bu ibadetlerin yanında, hem mâlî hem de bedenî bir farz ibadet daha vardır ki, o da “hac”dır. Hac, gönüllerdeki îmânı kemâle erdiren ve mahşerin bir benzerini daha bu dünyada yaşatarak; “Ölmeden evvel ölünüz!” sırrına ermeye vesîle olan mühim bir ibadettir.
Hac, “refes, fısk ve cidâl”in[2] olmadığı, baştanbaşa bir nezâket ve zarâfet tâlimidir. Öyle ki, bir bitkiyi koparmak, avlanmak, hattâ bir avcıya avı göstermek de yasaktır. Bütün canlılara karşı tam bir zararsızlık, rikkat ve hassâsiyet tâlimidir. Hâlık’ın şefkat nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı kazanabilmektir.
Hacdaki şeytan taşlama, hayatın her safhasında iblisi taşlamak gerektiğinin bir tâlimidir. Şeytanın kalbe fısıldadığı her vesveseyi;
أَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ
“Taşlanmış şeytanın şerrinden Allâh’a sığınırım.” diyerek bertaraf edebilmenin bir tâlimi. Hâsılı şeytan taşlama, iblisin lânetlenmesi ve gönlün her türlü gaflet ve vesveseden âzâde bir şekilde Allâh’a yöneltilmesidir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni tahrik edecek olursa, hemen Allâh’a sığın!..” (Fussilet, 36)
Hacda giyilen ihram, iki parça dikişsiz elbiseyle hiçliğe bürünmenin ve Hakk’ın emri etrafında pervâne olup bütün dünyevî rütbelerden soyunmanın bir telkinidir.
Arafat, bir af ve ilticâ makâmıdır. Sanki kabirden kıyâmet sabahına kalkış ve fevc fevc mahşer meydanında toplanışın bir provasıdır. Bütün kulların, Allâh’ın huzûrunda âciz, muhtaç ve ümitvar bir şekilde yaşlı gözlerle af beklemesidir.
Hazret-i Mevlânâ şöyle der:
“Nedâmet ateşiyle dolu bir gönülle ve nemli gözlerle duâ ve tevbe et! Zira çiçekler, güneşli ve ıslak yerlerde açar!”
Yine hac ibadetinin rükünlerinden biri olan tavaf da; Hazret-i İbrahim’in oğlu İsmail -aleyhisselâm- ile Allâh’ın evini nasıl inşâ ettilerse, aynı şekilde bir mü’minin de tavafla îmânın merkezi olan gönül evini yeniden inşâ etmesidir. Hiç şüphesiz ki Kâbe Allâh’ın evi, kalpler de O’nun nazargâhıdır.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Kâbe’yi tavaf ederken şöyle buyurduğu nakledilir:
“(Ey Kâbe!) Sen ne güzelsin ve kokun da ne güzel! Sen ne yücesin ve saygınlığın da ne yüce! Ama bu canı bu tende tutan Allâh’a yemin ederim ki, Allah nezdinde malıyla, kanıyla mü’minin hürmeti (saygınlığı), senin hürmetinden daha büyüktür!” (İbn-i Mâce, Fiten, 2)
Dolayısıyla Kâbe’ye gönül âlemlerini kuvvetlendirmek için gidenler, bunun ilk ve temel şartının mü’min kardeşinin kalbini kırmamaktan, bu dokunulmazlığı çiğnememekten geçtiğini iyi bilmelidirler.
“Kurban” ise, fedakârlığın ve Hakk’a yakınlığın bir zirvesidir. İbrahim -aleyhisselâm-’ın oğlu İsmail ile imtihan edilmesini hatırlayıp, o hâdisedeki ilâhî hikmetlerden nasîb alınması ve Allâh’a teslîmiyet ve takvâ ile kulluk edilmesi hususunda gönüllerin âgâh olmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak buyurur:
“(Kurbanların) ne etleri, ne de kanları Allâh’a ulaşır. Allâh’a ulaşan, ancak takvânızdır…” (el-Hac, 37)
Mevlânâ Hazretleri şöyle der:
“Hacca gidenler, orada Kâbe’nin sahibi ile buluşsunlar. O’nunla buluştuktan sonra Kâbe’yi her zaman ve mekânda bulabilirler.”
Kul, hacda Cenâb-ı Hak ile vuslat iklîmine girebilirse, yani haccın insan rûhuna kazandırmayı hedeflediği şekilde; dünyevî rütbelerden soyunur, hiçliğinin idrâki içerisinde ve dâimâ ilâhî müşâhedenin altında olduğu şuuru ile hareket edebilirse, artık her yerde Rabbi ile buluşur, dâimâ O’nun rızâsı peşinde koşar. Gıybet ve dedikodudan uzaklaşır, yalan ve iftirâya aslâ tevessül etmez. Elini, dilini, gözünü, kulağını, velhâsıl bütün uzuvlarını haramlardan korur. Hâsılı, hac mevsiminde kazandığı vuslat heyecanını son nefesine kadar devam ettirmeye gayret gösterir. Hayatının kalan kısmını geçen kısmından daha hayırlı kılabilmek için, Allah yolundaki hizmetlere fedakârca koşar.
Zira Cenâb-ı Hak kulundan dâimâ fedakârlık istemektedir. Samimiyetle fedakârlık gösteren kullarına da bunun mükâfâtını bol bol ihsân etmektedir.
Mevlânâ Hazretleri, Divân-ı Kebîr’inde ne güzel buyurur:
“Altın ne oluyor, can ne oluyor, inci-mercan da nedir; bir sevgiye harcanmadıktan, bir Güzel’e fedâ edilmedikten sonra?!”
Yani insan, kendisine Cenâb-ı Hakk’ın lûtfettiği canı ve malı, yine O’nun yolunda fedâ edebildiği takdirde, Allah katında büyük bir değer kazanmaktadır. Aksi takdirde can da mal da israf ve hebâ edilen kıymetler hükmüne girmektedir. Bir de kıyâmet günü o kimse, bütün bu nimetlerden dolayı ağır bir hesaba dûçâr olacaktır.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, tebliğe ilk başladığında kendisine teklif edilen mal, makam ve nefse hoş gelecek bütün vaatleri, hiç tereddüt göstermeden reddetti. Allâh’ın dînini bütün meşakkatlere rağmen insanlara ulaştırmaya devam etti.
Evini, malını ve bütün imkânlarını bırakarak doğup büyüdüğü vatanından çıktı ve Allah yolunda hicret etti. Ayrılırken Hazvere ismi verilen yerde durup Mekke’ye baktı ve hüzünle:
“Sen, Allah katında beldelerin en sevgili olanısın. Çıkarılmış olmasaydım, senden çıkmazdım. Senden başka bir yeri yurt tutmaz, yuva kurmazdım…” buyurdu. (Ahmed, IV, 305; Tirmizî, Menâkıb, 68/3925)
Medîne-i Münevvere’de, son derece sade ve mütevâzı bir şekilde, başını eğerek girdiği küçücük odasında hayatını devam ettirdi. Dileseydi müreffeh bir hayat yaşayabilirdi. Fakat O, fânî dünyanın süsüne, rahatlığına, zevk u safâsına aslâ iltifat etmedi. Mekke-i Mükerreme’yi fethettiği hâlde, Allâh’a ve kendisine en sevgili olan o mukaddes beldeye, Ensâr-ı Kirâm’ı üzmemek için tekrar dönmedi. Müslümanlara zor zamanlarında kucak açan Medînelilere muhteşem bir vefâ örneği sergiledi.
On senelik Medîne hayatına Allâh’ın dînini yaymak için 13 gazve ve 21 seriyye sığdırmış olması, O’nun nasıl bir gayret ve fedakârlık içinde yaşadığını göstermeye kâfîdir.
İşte İslâm nîmeti, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ve O’nun izini samimiyetle takip eden gayret-i dîniyye sahibi mü’minlerin fedakârlıkları sayesinde günümüze ulaştı. Bizler de dâimâ fedakârlıklarda bulunarak İslâm’ı gelecek nesillere taşımalı ve böylece Allâh’a ve Rasûl’üne karşı vefâ borcumuzu ödemeliyiz. Zira bu vefâ, îmânın en mühim alâmet-i fârikasıdır.
Cenâb-ı Hak, bütün ibadetlerimizi dâimâ ihlâs ve takvâ ölçüleri içerisinde edâ edebilmeyi, cümlemize nasip buyursun. Âhiret yolculuğumuzda namaz, oruç ve haccımızı ebedî yoldaşımız; zekât, infak ve fedakârlıklarımızı sonsuzluk aşımız eylesin. İbadetlerimizin her birini rızâsına muvâfık bir vasıfta îfâ edebilmeye cümlemizi muvaffak kılsın. Âmîn!..
Dipnotlar: [1] Süyûtî, Şerhu İbn-i Mâce, I, 313. [2] Bkz. el-Bakara, 197.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Şebnem Dergisi, Yıl: 2020 Ay: Temmuz Sayı: 193