Ruhun Kuvveleri
İnsan fıtratındaki hususiyetler nelerdir? İnsanın ruhuna konulan üç kuvve: kuvve-i akliyye, kuvve-i gadabiyye, kuvve-i şeheviyye...
İnsanın suç veya günahı işlerken, vücudundaki birtakım hormonların yahut beyin fonksiyonlarının devreye girmesi de, irâdenin terbiyesine ışık tutan hakîkatlerdir. Zira insan, üç temel kuvve ile hareket eder:
- Kuvve-i Akliyye
- Kuvve-i Gadabiyye
- Kuvve-i Şeheviyye
İmâm-ı Gazâlî Hazretleri, bu üç kuvvenin ifrat ve tefritten kurtarılarak, îtidâl noktasına getirilmesinin ehemmiyetini bildirir.
RUHUN KUVVELERİ
1. Kuvve-i Akliyye
Kuvve-i Akliyyede İfrat:
En öz ifadesiyle; akla aşırı güvenmek, ona haddinden fazla değer atfetmek ve taşkınlıktır. Onu gerçek sınırları ve kâbiliyetleri içerisinde değerlendirmeyip putlaştırmaktır. Her şeyi akla ve aklın gücüne bağlamaya kalkışmaktır. Oysa akıl, bir âlettir. İki uçlu bıçak gibidir. Hayra da şerre de kullanılır. Her iki yöne de vasıtadır.
Dolayısıyla nefsâniyete râm olmuş bir akla dayanarak hareket etmek; insanı şerrin, isyanın ve mâsivânın kucağına bırakıverir. En olmadık iddiaların peşinde helâk eder. Firavunlar, Nemrutlar ve Ebû Cehiller, bu gerçeğin en bâriz ve ibretli misalleridir.
Onlar gibi kendi burnunun doğrultusunda giden her akıl, bir bakıma dalâlet ve isyan çukurlarında geziyor demektir. Bu itibarla şair Fuzûlî, aklın bu ifrat zaafına dikkat çekerek der ki:
Ben aklımdan isterim delâlet,
Aklım bana gösterir dalâlet!
“Ben aklımdan bana doğruya rehberlik etmesini isterim. Aklım da tam tersine beni dalâlete/sapkınlığa ve bâtıla yönlendirir.”
Şunu ifade etmeliyiz ki; vahyin rehberliğinden mahrum akıllar, -filozofların aklı da olsa- kendilerini bile irşâd edebilmekten âciz kalmışlardır. Çünkü onlar, Allâh’ın verdiği aklı nerede ve nereye kadar kullanacaklarını idrâk edememişlerdir. “Akıllıyız” derken dünyanın en ahmakça işlerini yapabilmişler ve milyonlarca insanı hakîkatten uzaklaştırmışlardır.
Meselâ meşhur Aristo; ahlâk felsefesinin birtakım kanun ve kâidelerinin temelini atmış olmasına rağmen, ilâhî vahyin rehberliğinden uzak olduğu için, onun felsefesine inanıp hayatına tatbik ederek saadete kavuşmuş bir fert veya toplum göremeyiz. Çünkü filozofların kalpleri tasfiye, nefisleri tezkiye görmemiş; fikir ve fiilleri, vahyin müstesnâ yardımlarıyla olgunlaştırılmamıştır. Bu sebeple, sistemleri de konferans salonlarından veya kitap satırlarından dışarıya çıkamamıştır. İşte onların ve ârif kulların hâline bir misal:
Güve ile Pervane
Büyük şair ve mütefekkir Muhammed İkbal’in temsîlî olarak dile getirdiği şu hakîkat ne kadar mânidardır:
Bir gece, kütüphanemde bir güvenin, pervaneye şöyle dediğini duydum:
“–İbn-i Sînâ’nın kitapları içine yerleştim. Fârâbî’nin eserlerini gördüm. (Onların bitmek bilmeyen kuru satırları ve o satırlardaki solgun harflerin arasında gezindim ve onları kemirdim. Bu meyanda Fârâbî’nin «faziletler şehri» mânâsına gelen el-Medînetü’l-Fâzıla’sını sokak sokak, cadde cadde dolaştım. Fakat) bu hayatın felsefesini bir türlü anlayamadım. Kâbuslu çıkmaz sokakların hazin bir yolcusu oldum. Bir güneşim yok ki, günlerimi aydınlatsın...” Güvenin bu feryadına mukâbil, pervane; güveye, yanık kanatlarını gösterdi:
“–Bak!” dedi; “Ben bu aşk için kanatlarımı yaktım.” Sonra da şöyle devam etti:
“–Hayatı daha canlı kılan, çırpınış ve muhabbetlerdir; hayatı kanatlandıran da aşktır!..” Yani pervane, yanık kanatlarını güveye göstererek hâl lisanı ile:
“Sen bu felsefenin çıkmaz sokaklarında helâk olmaktan kendini kurtar! Mesnevî’nin aşk, vecd ve feyz dolu mânâ deryasından nasiplenerek vuslata kanatlan!..” demekteydi. Çünkü hayattaki ilâhî tecellîleri kavramak, başka türlü mümkün değildir. Nitekim yaratıldığından beri insanoğlunun idrâkini zorlayan muammâların başında gelen;
Dört İlahi Tecelli
Dört ilâhî tecellî vardır:
- Zâhiri de bâtını da hayır,
- Zâhiri de bâtını da kahır,
- Zâhiri hayır, bâtını kahır,
- Zâhiri kahır, bâtını hayır.
Zâhiri de bâtını da hayır:
Allah yolunda kullanılan güç-kuvvet, sıhhat, ilim, helâl mal gibi bütün imkânlar, anne-babasına hayru’l-halef ve sadaka-i câriye olan göz nûru bir nesil…
Zâhiri de bâtını da kahır:
Kişiyi isyâna ve uhrevî felâkete götüren dünyevî sıkıntılar; hastalık, iflâs vb. musibetler…
Zâhiri hayır, bâtını kahır:
Doğduğunda göz aydınlığı ve gönül sürûru olan bir evlâdın, ileride fısk u fücûra veya küfre dûçâr olarak ana-babasına ağır bir musîbet hâline gelmesi; sahibini şımartıp azdıran zenginlik, gurur ve kibre götüren ilim, makam-mevkî vs…
Zâhiri kahır, bâtını hayır:
Hazret-i Mûsâ ve Hızır -aleyhisselâm- kıssasındaki sâlih gemicilerin gemisini zâlim kralın gasbından kurtarmak için Hızır -aleyhisselâm-’ın gemiyi delmesi, yine Hızır -aleyhisselâm-’ın ileride dalâlete düşecek çocuğu öldürmesi, Allah yolunda çilelere katlanmak, şehid olmak vs…
Hiç şüphesiz ki hayat, bu dört ilâhî tecellî etrafında devam edip gitmektedir. Mühim olan, onlardaki sırrı kavrayabilmektir. Ancak o zaman insanın aklî ve kalbî dengesi yerini bulur.
Bilir ki, meselâ bir tüccar iflâs edebilir. Dıştan bakıldığında bu bir kahır hâlidir. Ancak meselenin iç yüzünde, yani hâdisenin bâtınında, bu işin büyük bir hayra vesîle olması muhtemeldir. Çünkü bu sayede insan; bir yandan acziyetini kavrayacak, bir yandan çevresini tanıyacak, bir yandan tecrübe kazanacak, bir yandan da sabır ocağında pişerek olgunlaşacaktır. Öyle ki, bazen böyle bir durum, kimisi için ahlâkını muhafaza etmeye ve îmânını kurtarmaya vesîle olacaktır. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“...Hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olabilir. Yine sevdiğiniz bir şey de hakkınızda şer olabilir. Allah bilir, siz bilemezsiniz.” (el-Bakara, 216)
Unutmamalı ki aklın, hem derin hakîkatleri idrâk etmekte hem de mâkul davranışlar sergilemekte noksanlığı pek çoktur. Çünkü hapishanelerdeki yığınla mahkûmun hiçbiri akılsız değildir, hattâ kimisi pek zeki kimselerdir. Fakat akıllı ve zekî olmaları, kendilerine bir fayda temin etmemiş, onları taşkınlık ve yanlışlıklardan koruyamamıştır.
Dolayısıyla bütün kıymetine rağmen tek başına akıl, her zaman noksan ve kifâyetsiz kalmaktadır. Mantık ilmi de felsefe de, aklın bu noksanlık ve kifâyetsizliğini gidermeye muktedir olamamıştır. Akıl, ilâhî vahyin rehberliği altında hakîkati idrâk etme yolundaysa değerlidir. Aksi hâlde kendi başına hareket eden bir akıl; ya ifrata sürüklenip rûhâniyeti idlâl eder, muvâzeneyi bozar, yahut da tefrite düşerek sefilleşir.
Kuvve-i Akliyyede Tefrit:
Akılda tefrit, hamâkattir/ahmaklıktır. Böyle bir akıl; anlama kıtlığı içerisinde olan, alık, şaşkın ve bön bir akıldır. Tefrite düşmüş en zeki insan da, aslında en ahmak insan demektir. Şu fânî hayattaki en büyük hamâkat, dünyayı âhirete tercih etmektir. Yani âhireti bir tarafa bırakmış olan akıl, dünyada ne kadar zekice işler yapsa da esâsında ahmaklık içindedir. Onun bu fânî âlemde hangi dalâlet girdabında boğulacağı belli değildir. Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-, bir kimseyle arkadaş olmuştu. Bir gün yolda giderken bir kemik yığınına rastladılar. O şahıs hemen:
“–Yâ Îsâ, ne olur bana İsm-i Âzam’ı öğret de ben bu kemikleri dirilteyim.” dedi. Hazret-i Îsâ îkaz etti:
“–Sen gücünü aşan işlere kalkışma, haddini bil! Böyle taleplerden vazgeç!” Bu sefer adam:
“–Yâ Îsâ, o zaman sen oku da bâri dirildiğini göreyim.” dedi. Hazret-i Îsâ, ufak çocukların oyun oynamalarına benzeyen bu istek ve kendisindeki yüce mûcizeyle bağdaşmayan bu rastgele ve yersiz ısrardaki ahmaklığa hayret ederek şöyle mırıldandı:
“–Yâ Rabbi, bu nasıl iş ki; kendisi (kalben) ölü olduğu hâlde kemikleri diriltmeye kalkıyor?!..” Kuvve-i akliyyede tefrite sürüklenen ahmak kimselere, öğüt, nasihat, îkaz ve hatırlatmaların umûmiyetle bir faydası olmaz. Bu sebeple istifâde edecek kimseler dururken onlarla vakit kaybetmek de yanlıştır. Bunun içindir ki Hazret-i Mevlânâ:
“Körler çarşısında ayna satma, sağırlar çarşısında gazel atma!” îkâzında bulunur. Yine bir gün Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-, sanki kendisini bir aslan kovalıyormuş gibi canhıraş bir şekilde koşuyordu. Adamın biri, merakla ardından yetişerek niçin koştuğunu sordu. Îsâ -aleyhisselâm-:
“–Ahmaktan kaçıyorum!..” deyince bu sefer adam:
“–Sen, nefesi ile körlerin ve sağırların şifa bulduğu, duâsıyla ölülerin dirildiği «Mesih» değil misin? İstediğin her şeyi yapabildiğin hâlde ahmaktan niçin kaçıyorsun?” diye sordu. Îsâ -aleyhisselâm-:
“–Yemin ederim ki İsm-i Âzam’ı sağır ve köre okudum, onlar iyileşti; bir ölüye okudum, dirildi; bir fakire okudum, zengin oldu. Fakat o duâyı bir ahmağın kalbine binlerce defa okuduğum hâlde fayda vermedi. O ahmak, katı bir taş kesildi de ahmaklığından vazgeçmedi!” dedi. Hayreti daha da artan adam, Hazret-i Îsâ’ya tekrar sordu:
“‒İsm-i Âzam duâsı, her hastanın şifâ bulmasına vesîle olduğu hâlde niçin ahmaklığa tesir etmiyor? Bunun hikmeti nedir?” Îsâ -aleyhisselâm- cevap verdi:
“‒Ahmaklık, kahr-ı ilâhî olan bir hastalıktır. Diğerleri ise kahr-ı ilâhî’ye uğramayan iptilâlardır. İptilâ da bir hastalıktır; ancak sadece müptelâsına acınır. Ahmaklığa gelince, o da bir hastalıktır, lâkin ekseriyâ başkasını yaralar ve zarar verir.”
Kuvve-i Akliyyede Îtidâl:
Aklın her türlü ifrat ve tefritten, aşırılık ve gevşeklikten sâlim şekilde ilâhî bir denge içerisinde olmasıdır. Yani vahyin rehberliğine râm olarak makbul bir kıvam kazanabilmesidir. Kur’ân ve kâinatta sergilenen ilâhî sır ve hikmetlere vâkıf olabilmesidir.
İşte bunun için aklı vahyin belirlediği hudutlar içinde kullanmak şarttır. Nasıl ki gözün görme, kulağın da işitme mesafesi varsa, aklın da hiç şüphesiz ki bir idrâk mesafesi vardır. Akıl, o mesafenin dışına taştığı anda hiçbir işe yaramaz. Tıpkı atmosfer olmayan yerde insanın nefes alamayacağı gibi, akıl da kendi alanının dışında aynı durumdadır. Aklın her şeyi kavrayabileceğini düşünmek, küçük bir terazinin dağları tartabileceğini düşünmekten farksızdır. Hazret-i Mevlânâ’nın şu tespiti ne kadar mânidardır:
“Akıl insan için zarûrî ve gereklidir; ama insanda, aklın sınırlı olduğunu anlayacak kadar bir akıl olmalıdır.” Filozofların düştüğü aklın cinnetinden, her mü’min kendini muhafaza etmelidir. Dolayısıyla aklı, peygamberlerin irşâdı ile vahyin içinde kullanmak gerekir. Çünkü Hazret-i Mevlânâ’nın da dediği gibi:
“Hayvan, nasıl kâbiliyeti ile değer kazanırsa; insan da aklını, (vahyin rehberliğinde) kullanmasıyla değer kazanır.” Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e birisi medhedildiğinde, bu gerçeği kastederek;
“Aklı nasıldır?” diye sorardı. (Gazâlî, İhyâ, I, 211) Nitekim Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- da:
“İnsanlara (kendi aklınızın erdiği kadar değil), onların akıllarının kavrayacağı derecede söz söyleyin!” buyurmuştur. (Buhârî, İlim, 49) Çünkü akılların seviyeleri, yani bulundukları noktaya göre idrâk gerçekleşir. Tefrit hâlindeki bir akla bir gerçeği anlatmanın yolu ayrı, ifrat hâlindeki akla ayrı, îtidâl hâlindeki akla tamamen ayrıdır.
Bunun içindir ki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bir bedevî gelerek:
“–Yâ Rasûlâllah! Ben ne yaparsam Cennet’e girebilirim?” diye sorardı. Efendimiz de ebedî kurtuluş için lüzumlu olan en temel İslâmî vazifeleri hatırlatarak; “Sen şunları şunları yap, kâfî!” buyururdu. Fakat Muaz bin Cebel -radıyallâhu anh- gibi, idrâk kâbiliyeti yüksek bir sahâbî geldiğinde:
“–Bunları yapman kâfî değil, şunları şunları da yapmalısın.” şeklinde, onun seviyesine uygun telkinlerde bulunurdu. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, şâhid olduğu bir hâdiseyi şöyle anlatır:
“Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna girdim. Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ile tevhîd-i ilâhî hakkında sohbet ediyorlardı. Aralarında oturdum. Sanki Arapça bilmeyen biriymişim gibi sözlerinden hiçbir şey anlayamadım. Hazret-i Ebû Bekir’e:
“–Bu hâl neyin nesidir? Siz Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile hep böyle mi sohbet edersiniz?” diye sordum. Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“–Evet, bazen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile başbaşa iken böyle sohbet ederiz.” buyurdu. (Bkz. Ahmed bin Abdullah et-Taberî, er-Riyâdu’n-Nadra, II, 52) Bir hadîs-i şerîfte de Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Biz (peygamberler cemaati), insanların akıllarının alacağı tarzda konuşmakla emrolunduk.” buyurmuştur. (Deylemî, Müsned, c. I, s. 398, nmr. 1611) Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Ne kadar bilirsen bil; söylediklerin, muhataplarının anlayabileceği kadardır.”
“Okuyan, aklı miktarınca anlar.” Bu dengeyi kavramak, akılları eğitme yolunda mühim bir düsturdur. Maksat, ifrat ve tefritten kurtarılmış ideal bir akıl ve idrâke ulaşabilmektir. Bunu da Hazret-i Mevlânâ şöyle tarif eder:
“(İdeal) akıl, sonradan ah çekmek için değil; düşünüp tedbir almak içindir.” Sonradan ah çekmemeye bağlı olarak Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- da, ideal aklı takvâya göre değerlendirir:
“Akıllı kimse takvâ sahibi olan, akılsız da zâlim (nefsinin esiri) olandır.”
Aklın Sınırında
Filozoflar, akılla gidiyorlar, netice idlâle çıkıyor. Kelâmcılar, vahyin içinde akılla gidiyorlar, fakat onlar da bir noktada kalıyorlar. İşte bu sebeple tasavvuf ehli, aklın gücünün bittiği yerde teslîmiyetle kulluğun kemâline eriyor. Zira İslâm, teslîmiyet ile müsemmâdır. Bu açıdan ehl-i tasavvuf, Allâh’a, Peygamber’e ve Kitabullâh’a teslîmiyet göstererek yola devam ettiğinden, Allah ile cidâle girmiyor.
Allah ile ilk cidâle, kibri sebebiyle kuvve-i akliyyede ifrata sürüklenen şeytan cür’et etti ve mânen helâk oldu, ebedî hayatını mahvetti. O, aklının kifâyetsizliğini idrâk edemeyip Allâh’ın emrine karşı çıktı:
“–Ben, Âdem’den üstünüm.” dedi. Hâlbuki Allah ona:
“–Sen mi üstünsün, Âdem mi?” diye sormadı. Sadece; “İtaat et!” buyurdu. Bugün de aynı şekilde Allâh’ın emirlerinden taviz vererek:
“–Bu zamanda başka türlü olmaz. Bana göre böyle olması lâzım. Bugün peygamber gelseydi, o da benim düşündüğüm gibi yapardı.” demek, ucu küfre varan akıl tutulmalarıdır.
2. Kuvve-i Gadabiyye
Kuvve-i Gadabiyyede İfrat:
Kontrolsüzce kızmaktır ki, bunun adı hiddettir. Aklın âfetidir. Çünkü hiddet gelince akıl baştan gider. Bu itibarla müsbet ve ideal aklı zaafa uğratan en müthiş müessir, öfkedir. Nitekim cinayet ve zulümlerin büyük çoğunluğu bir anlık öfke neticesinde meydana gelmiştir. Nitekim şöyle denilmiştir:
“Öfke gelir göz kararır, öfke gider yüz kızarır.” Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e:
“–Bana Cennet’e girmek hususunda bir şey öğret!” deyince; Fahr-i Kâinat Efendimiz:
“–Öfkelenme!” buyurmuştur. (Buhârî, Edeb, 76; Tirmizî, Birr, 73) Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, aşırı öfkeye kapılan kimselere, abdest almalarını, ayaktaysa oturmalarını, oturuyorsa yatmalarını, yani bulundukları durumu değiştirmelerini tavsiye buyurmuştur.
Kuvve-i Gadabiyyede Tefrit:
Korkaklıktır. Korkaklığın en çirkin ve iğrenci, düşman ve zâlim karşısındaki korkaklıktır. Korkaklığın bertaraf edilmesi için de Allah’tan korkmak îcâb eder. Allah’tan korku arttıkça, fânîlerin korkusu azalmaya başlar ve nihayet hükmünü kaybeder. Meselâ Fahr-i Kâinat Efendimiz, muhtelif krallara İslâm’a davet mektubu gönderirdi.
“–Bu mektubu kim götürecek?” diye sorduğu zaman birçok genç kalkar:
“–Yâ Rasûlâllah, bu şeref bana âit olsun!” derlerdi.
“Şu çölleri nasıl aşacağım, kralların göz işaretine bakan cellâtların karşısında bu mektubu nasıl okuyacağım?” diye düşünmezlerdi. Büyük bir îman celâdetiyle yola koyulurlardı. Kralların huzûruna dimdik vaziyette çıkarlar ve cellâtların hunhar bakışlarından hiçbir ürperti duymazlardı. Canları pahasına da olsa, Efendimiz’in hidâyete davet mektubunu İslâm şahsiyetine yaraşır bir vakar ile okurlardı. Çünkü Allah ve Rasûl’ünün muhabbeti, onlarda fânîlere olan korkuyu sıfırlamıştı.
Kuvve-i Gadabiyyede Îtidâl:
Şecaattir. Yüksek bir irâde ile, gücü yerli yerinde ve gerektiği ölçüde kullanmaktır. Cezâlandırmada aşırılığa kaçmamaktır. Öfkeye kapılarak nefse mağlûp olma zaafını bertaraf etmektir. Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Güçlü ve kuvvetli pehlivan, herkesi sallayıp yere yatıran değildir. Asıl kahraman kişi, öfke zamanında kendini tutandır.” (Buhârî, Edeb, 102; Müslim, Birr, 106-108)
3. Kuvve-i Şeheviyye
Şehvet; ilâhî yasak ve haramların cazibesine kapılan bütün nefsânî isteklerin genel ifadesidir. Gerçekten de haramlarda ayrı bir cazibe vardır ki, insana azâb-ı ilâhîyi bile unutturacak ve hattâ umursatmayacak derecede onu tesiri altına alır. Yoksa peşinden gelecek onca azap karşısında haramlara kim talip olurdu ki? Hiç kimse.
Eğer haramlardaki cazibe olmasaydı, imtihan sırrı da olmazdı. Çünkü cezbedici olmayan bir şeye kimse yaklaşmaz. Hiç iştahla toprak yemeye kalkan akıllı bir insan var mı? Hiç zevkle odun kemiren akıllı bir insan olabilir mi?
İşte bu yüzden Cenâb-ı Hak, insanoğlunu imtihan etmek üzere haramların ve yasakların içine ayrı bir câzibe koymuş ve insana kuvve-i şeheviyye denen bir özellik vermiştir. Bu özelliğin yoğunlaştığı ve insanların en çok cazibesine kapıldığı hususlar ise ekseriyetle şu üç nokta etrafında toplanır:
- Servet
- Şöhret
- Şehvet
Bu üç husus, nefsâniyetin insanlığa kolaylıkla galebe çalabildiği üç imtihan vesîlesidir. İnsanlar için ebedî kayıpların da kazançların da anahtarı bunlar olmuştur. Îmandan kaynaklanan güçlü bir irâde ile bunlara aldanmayıp istikâmetini koruyanlar kazanırken, nefsine yenik düşerek haram yollara sapanlar da dâimâ hüsrana uğramışlardır.
Zayıf irâdeleri eriterek kendine râm etmesi sebebiyle niceleri, bir mücadelede karşı tarafa galebe çalabilmek için “servet, şöhret ve şehvet”i birer tuzak olarak kullanmışlardır.
Kuvve-i Şeheviyyede İfrat:
Fücur, yani günahlara dalmaktır. Cenâb-ı Hak, insanoğlunu imtihan için onun yapısına fücûru da takvâyı da ilham ettiğini beyan buyurmaktadır.[1] Bu demektir ki, fücûrun tedavisi takvâdır.
Takvâ, Allâh’ın rızâ ve muhabbetini kaybetme korku ve endişesiyle O’nun sevmediği hâl ve davranışlardan titizlikle sakınmaktır. Yine Cenâb-ı Hakk’ın sevip râzı olduğu hâl ve davranışlara sımsıkı sarılmaktır. Bu sayede nefsâniyeti bertaraf edip rûhâniyeti inkişâf ettirmektir.
İnsan ancak takvâ hayatı içerisinde yaşadığı takdirde, kuvve-i şeheviyye hususunda ifratlardan kendisini muhafaza edebilir, günahlara sürüklenmekten kurtulabilir. Gafleten bir günaha düşmüşse, hemen tevbe eşiğine baş koyar. Müttakî bir kulun bütün hazzı; helâle, sevâba ve ecr-i ilâhîye yönelik olur. Velhâsıl insanlık haysiyetini zedeleyen şehvetin; edepsizlik, hayâsızlık ve iffetsizlik gibi âfetlerinden korunmak için, takvâ kıvamında bir kulluk hayatı yaşamak zarurîdir.
Zira takvâdan uzak bir gönül, nefs-i emmârenin girdaplarında mânen intihar ederek ebedî hayatını mahvetmiş olur. Allâh’ın rızâsına uygun düşmeyen bir hayat yaşar da ömür boyu çöllerdeki seraplara aldanır. Aldandıkça haktan, hayırdan ve ebedî kurtuluş yolundan ayrı düşer. Şayet biraz tefekkür edip düzelmeye niyet etse bile, küçük bir şeytanî tahrikte yine tevbesini bozar. Günahlardan bir türlü el çekemez.
Dolayısıyla takvâ, ebedî kurtuluş için yegâne çıkar yol ve mutlak bir mecburiyettir. Yoksa insan, kuvve-i şeheviyyede dengeyi kuramaz. İfrattan kaçayım derken tefrite düşer.
Kuvve-i Şeheviyyede Tefrit:
Cümûd, yani donukluktur. Beşerî hayatta cansızlık, hareketsizlik ve pasiflik demektir ki, bu da aslâ makbul değildir. Bir yanlıştan diğer bir yanlışa kapılmaktır. Hristiyanlıktaki evlenmeyi yasaklayan ruhban hayatının birtakım çirkin fiillere sebebiyet vermesi gibi. Bütün bunlar, insanın ilâhî ölçü ve denge içerisinde eğitilmemesinden kaynaklanmaktadır.
Kuvve-i Şeheviyyede Îtidâl:
İffet, hayâ ve edep ölçüleriyle helâl dairesi içinde yaşamaktır. Bu ölçüler, kuvve-i şeheviyyenin insana veriliş gâyesi olan neslin devamı ve imtihân-ı ilâhîde kalbin kıvamı hususunda İslâm ahlâkının en temel şartıdır. Öyle ki tasavvuf büyükleri:
“Yolumuzun başı da sonu da edeptir.” buyurmuşlardır. Hazret-i Mevlânâ bunu şöyle ifade eder:
“«Îman nedir?» diye aklıma sordum. O da kalbimin kulağına eğilip; «Îman edepten ibarettir...» diye fısıldadı.” Velhâsıl ifrat ve tefritlerden kurtulup îtidâli bulmak, ancak mânevî terbiye neticesinde hâsıl olur. İşte bu terbiyenin adı “tasavvuf”tur.
Dipnot:
[1] Bkz. eş-Şems, 8.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslam Tefekkür Ufku, Erkam Yayınları