Rûm Suresi 32. Ayet Meali, Arapça Yazılışı, Anlamı ve Tefsiri
Rûm Suresi 32. ayeti ne anlatıyor? Rûm Suresi 32. ayetinin meali, Arapçası, anlamı ve tefsiri...
Rûm Suresi 32. Ayetinin Arapçası:
مِنَ الَّذ۪ينَ فَرَّقُوا د۪ينَهُمْ وَكَانُوا شِيَعًاۜ كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ
Rûm Suresi 32. Ayetinin Meali (Anlamı):
O ortak koşanlar ki, dini bir bütün hâlinde kabul edip uygulamaları gerekirken, onu parçalayıp bölük bölük olmuşlardır. Üstelik her grup, parçaladıkları dinden yanlarında kalan bilgi kırıntılarıyla böbürlenip durmaktadır.
Rûm Suresi 32. Ayetinin Tefsiri:
İslâm, insan fıtratına en uygun olan, onu hem maddeten hem de mânen kemâl noktasına eriştirecek kâideler ihtivâ eden tek makbul dindir. Bu sebeple açık ve gizli tüm şirk izlerinden arınarak, bütün sapıklık ve eğriliklerden uzaklaşarak ve tevhid akîdesine teslim olarak bu dîne bağlanmak emredilmektedir.
30. âyette geçen اَلْفِطْرَةُ (fıtrat), ilk yaratılış hâli, temiz ve aslî tabiat demektir. “Allah’ın, insanları yaratmada esas kıldığı fıtrat” ise, beşerî varlığın Allah’ın yaratma fiili neticesinde ortaya çıkan başlangıçtaki saf ve aslî hâlidir. İnsan şahsiyetinin çevre tesirlerinden korunmuş olarak var olan özü, bütün insanlar için ortak olan teşekkül ve gelişim kabiliyetidir. Tek tek her insanın geliştirdiği şahsiyet özellikleri bu ortak fıtrattan beslenir. İslâm’a göre insanın ilk yaratılış hâli temiz, günahsız, gelişme ve olgunlaşmaya hazır ve elverişli, insan olmanın ve insanca yaşamanın gerektirdiği bütün imkân ve özellikleri bünyesinde taşıyan potansiyel bir tamlığa sahiptir. Buna göre insan fıtratında Allah’ın varlığını ve birliğini tanımaya doğru tabiî bir temâyülün var olduğu söylenebilir. (Karaman ve diğerleri, Kur’an Yolu, IV, 313) Bu temâyülün ilk yaratılış anında insanla Allah arasında yapılmış temsilî sözleşmeyle de bir irtibatı düşünülebilir. Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Her çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra ana-babası onu yahudi, hıristiyan veya mecûsî yapar.” (Buhârî, Cenâiz 80; Müslim, Kader 22-25)
Bu hadis-i şerif, din duygusunun fıtrî olduğunu fakat kişinin içinde yetiştiği çevrenin ve özellikle ailenin bu duygunun şekillenmesi ve gelişmesinde veya geçici olarak yahut bütünüyle körelmesinde çok mühim bir tesire sahip bulunduğunu gösterir. Bir başka hadiste de çocuğun konuşmaya başlayıncaya kadar fıtratını koruduğu belirtilerek (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 24) kültür değerleriyle irtibat kurmanın en önemli vasıtası olan dilin bu konuda oynadığı role işaret edilir.
Bu izahlardan anlaşıldığına göre “din duygusu” insan fıtratının aslî bir husûsiyeti olmakla beraber bu kendiliğinden uyanıp gelişmez. Zira insanda hazır bir Allah inancı değil, onu bu inanca götürecek kabiliyet ve imkânlar vardır. Nitekim insan gerek kendi varlığındaki gerekse kâinattaki ilâhî kudret tecellilerini derinlemesine tefekkür ettiğinde veya son derece çaresizlik ve sıkıntı içinde bocaladığı zamanlarda bu duygunun alâmetleri gözükmeye başlar. Fakat bu hissî taşmalar, kişinin gerçek mânada dindar olması için yeterli değildir. Bu fıtrî temâyülün kişinin şahsiyet planında ciddî olarak yerleşmesi ve şahsiyetin ayrılmaz bir parçası hâline gelmesi için, samimi bir arayışa, ciddî bir gayrete ve dinin gereklerini yaşamaya müsait İslâmî bir muhîte ihtiyaç vardır. İşte bu âyet-i kerîmeler, müslümanlara, sadece fıtratlarında var olan dinî temâyülle yetinmeyip, şuurlu bir İslâmî hayat yaşamalarını telkin etmektedir. Bu bakımdan:
Allah’a inanmış tevhid ehli kimseler olarak bütün varlıklarıyla dine sarılmalarını; düşünce, söz ve fiillerinin, sevgi ve nefretlerinin, bağlı olduğu ölçü ve değerlerinin dine uygun olmasını,
Başka her şeyden yüz çevirerek yalnızca Allah’a yönelmelerini,
Allah’tan korkup günahlardan uzak durmalarını,
Namazı dosdoğru kılmalarını ve
Dinlerini bölük pörçük etmiş, kendi içlerinde gruplara ayrılmış, buldukları ve bildikleriyle böbürlenip duran müşriklerden olmamalarını öğütlemektedir.
30. âyetteki “Allah’ın yaratıp varlık üzerinde hâkim kıldığı kanunlarda ve gönderdiği inanç esaslarında hiçbir değişme olamaz” şeklinde meâl verdiğimiz لَا تَبْد۪يلَ لِخَلْقِ اللّٰهِ (lâ tebdîle li halkillâh) ifadesinden şu mânalar anlaşılabilir:
› Allah’ın esas yaratışı olan fıtratın gereği dışına çıkarak onu bozmaya, değiştirmeye kalkışmayın. Çünkü onun yaratışına bedel bulunmaz; zayi ettiğiniz bir kabiliyeti hiç bir sanat ve çabayla yerine koyamazsınız.
› Allah’ın yarattığı fıtrata uygun olmayan bir din uydurmaya, hükümler koymaya kalkışmayın.
› Allah’ın yaratmasını başkalarına isnat etmeye, başkalarını da yaratıcı yerine koyup şirk koşmaya yeltenmeyin. Zira Allah’ın mülkiyet ve hâkimiyeti sizinkiler gibi değişikliğe uğratılamaz.
› Din, fıtratı değiştirmek için değil fıtrattaki güzel istidat ve kabiliyetleri geliştirmek içindir.
› Allah Teâlâ insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa kendisi onda bir değişiklik yapmaz. (Elmalılı, Hak Dini, V, 3824-3825)
İnsan fıtratına yerleştirilen tek Allah’a inanma, yönelme ve yalvarma din duygusunun ortaya çıktığı en önemli anlar, ciddi bir tehlikeyle karşılaşıldığı zamanlardır:Rûm Suresi tefsiri için tıklayınız...
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
Rûm Suresi 32. ayetinin meal karşılaştırması ve diğer ayetler için tıklayınız...
YORUMLAR