Sabır mı Zor, Şükür mü?
Şükür nedir? Şükür hali insanı hangi tehlikelerden korur? Sabır ve şükür hali insana ne katar? İnsan için sabır mı, şükür mü? Hangisi daha zor? Bu soruya ibretlik yaşanmış bir kıssa ile cevap... Osman Nuri Topbaş Hocaefendi anlatıyor.
SABIR MI ZOR, ŞÜKÜR MÜ?
Şükür nedir? Allâh’ın nîmetlerini, Allâh’ın arzu ettiği şekilde kullanabilmektir şükür.
Her namazda Fâtiha okuyoruz.
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
(“Hamd, Âlemlerin Rabbi Allâh’a mahsustur.” [el-Fâtiha, 2])
“Yâ Rabbi, hamd ü senâ…” Hamd ü senâ ediyoruz.
Cenâb-ı Hak bize her rekâtta, Cenâb-ı Hakk’a hamd etmemizi, şükretmemizi hatırlatıyor.
Velhâsıl şükretmek, sonsuz nîmetleri karşısında Cenâb-ı Hakk’ın, kendimizi gafletten muhafaza etmek. Daima hamd ve şükür hâlinde yaşayabilmek.
Dilin şükrüne ilâveten, fiilin de şükrü hâlinde bulunabilmek lâzım. Dil; “Yâ Rabbi şükür!” dedi, fiilinde yok; o şükür değil!.. Hâlinle o şükrü ispat etmen lâzım. Onun için şükür, en zor amellerden biridir.
Bana on-on beş sene evvel bir âmâ talebem dedi ki:
“–Hocam dedi, size bir soru soracağım.”
“–Buyur oğlum.” dedim.
“–Şükür mü zordur, sabır mı zordur?” dedi. Âmâ kendisi…
“–Oğlum dedim, duruma göre değişir dedim. Şükrün de zor olduğu zamanlar olur dedim, sabrın da zor olduğu zamanlar olur.” dedim.
“–Hocam dedi, ben âmâyım dedi. Fakat şunu söyleyeyim dedi; şükür zordur dedi. Nasıl olsa dünya, gelip geçip bitiyor dedi. İnsan olarak gelmek, müslüman olarak gelmek, ümmet-i Muhammed olarak gelmek… Şükür zordur hocam.” dedi. Hayran oldum…
Akıl, büyük bir nîmet. Fakat iki uçlu bıçak gibi. İnsan bu aklını vahyin içinde kullanıyor, peygamberlerin yolunu izliyor, selâmete çıkıyor. Aklını nefsinin üzerinde kullanıyor, zâlim oluyor.
O akıl, iki uçlu bıçak gibi. Tefekkür, bir îman anahtarıdır. Tefekkürü vahyin içinde kullanırsın; ilâhî manzaralar seyredersin, kalben tekâmül edersin. Tefekkürü yanlış yerde kullanırsın; nefsini palazlandırır tefekkür, şeytanî vitrinler seyrettirir.
Kâinat, şu gördüğümüz cihan, şu mekteb-i âlem, her safhasında insana sunulmuş bir kitap. İnsan orada hikmetleri okuyacak, kalp ilâhî vitrinler seyredecek, şükreden bir kul olmaya gayret edecek.
En büyük şükür kime? En büyük şükür, Cenâb-ı Hakk’a olan şükürdür.
وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ
(“…Birbirlerine hakkı tavsiye edenler…” [el-Asr, 3])
En çok üzerimizde Cenâb-ı Hakk’ın hakkı var. İnsan olarak, müslüman olarak, en büyük Peygamber’e ümmet kıldı. Onun için yine Cenâb-ı Hak, Câsiye Sûresi’nde, on üçüncü âyetinde;
“Göklerde ve yerde ne varsa Biz insana âmâde kıldık (ve emrine verdik)…” (Bkz. el-Câsiye, 13)
Güneş emrinde, Ay emrinde, toprak terkibinden çıkanlar emrinde, çiçekler, sebzeler, hep kullarının emrinde.
“…Âmâde kıldık (buyruluyor) düşünen bir toplum için.” (Bkz. el-Câsiye, 13) buyuruyor.
Demek ki devamlı kul, şükür hâlinde olacak. Kalben Cenâb-ı Hakk’ı unutmayacak.
“…Nîmetlerimi sayamazsınız…” (Bkz. İbrahim, 34) buyuruyor.
“Ver gözünü, al dünyayı!” deseler, “Ver kulağını, al dünyayı!” deseler, kim değişir?
Rasûlullah Efendimiz’e ümmet olmanın şükrü:
Bir rahmet insanı olabilmek, Efendimiz’e olan şükür. Çünkü o “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (Âlemlere Rahmet) idi. Biz de bir rahmet insanı, rahmet mü’mini olabilmek…
Cenâb-ı Hak:
وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ
(“(Rasûlüm!) Biz Sen’i âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” [el-Enbiyâ, 107]) buyuruyor O’na.
Bize de Cenâb-ı Hak:
مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ buyuruyor.
“Allah Rasûlü’ne itaat, Allâh’a itaattir...” (Bkz. en-Nisâ, 80) buyuruyor.
Demek ki şükür neyle olacak? Allah Rasûlü’yle beraber olmakla şükür olacak.
Din kardeşliğinin şükrü:
Cenâb-ı Hak bizi yalnız bir yerde, Cenâb-ı Hak bizi bırakmıyor. Bir toplum içindeyiz. Kardeş, kardeşe zimmetli.
Maddeten üstün olanları değil, maddeten aşağı olanlara bakacaksın, şükredeceksin. Senden mânen yüksek olanlara bakacaksın, onlarla beraber olmanın gayreti içinde olacaksın.
Kul diğer taraftan kardeşliğin gereği daima bir merhamet sahibi olacak. Merhamet nedir? Sende olanı, onda olmayanın mahrumiyetini senin telâfi etmendir. Bütün mahlûkat senin için yaratıldı. Onun için Cenâb-ı Hakk’a şükredeceksin. Onun için bütün mahlûkata Hâlık’ın nazarıyla bakacaksın.
İşte kurban bayramıydı. Cenâb-ı Hak, bizi koyun olarak yaratabilirdi, koyunu insan olarak yaratabilirdi.
Mevlânâ diyor;
“Bu kebap mevsimi değil bu…” diyor. Gör ve ibret al diyor. Tefekkür et diyor.
Orada bir can çekişmeyi görüyoruz. Ölenin ne hâlde olduğunu biliyor muyuz? Kendimiz de dûçâr olacağız aynı hâle.
Velhâsıl mahlûkata, bütün mahlûkat Cenâb-ı Hakk’ın mahlûkatı, insan için. Bu dünyada olan başka yerde, galaksilerde bu hayvanlar yok. Bizim için, bu dünya için yaratıldı. Kiminin etini, sütünü vesâire, onları ikram hâlinde. Denizdekilerden ayrı, karadakilerden ayrı.
Kimi yılanlar, çıyanlar, akrepler, hepsi bir ibret. Eli yok, kolu yok, herkes ondan korkuyor. O olarak gelebilirdik dünyaya. Bir toprağın altında yaşayan bir solucan olarak, gözleri görmeyen bir solucan olarak gelebilirdik. Demek ki bütün mahlûkata da biz bir merhamet, Hâlık’ın nazarıyla bakacağız. Çünkü o hayvanlar da yaratılacak kıyamet günü. Zulüm gören hayvanlar… Onlar da hakkını isteyecek. Eğer bir kamçı fazla vurmuşsan, bir tarlayı yakmışsan…
Efendimiz buyuruyor; “Deve diyor, kendisini aç bırakan, zulüm eden sahibine deve diyor, kıyamette o da yaratılacak, çiğneyecek diyor, onu.” diyor. Ondan alacak mukâbilini.
Velhâsıl hep şükür, Cenâb-ı Hakk’a şükür, Rasûlullah Efendimiz’e ümmet olmanın şükrü. Din kardeşliği, bir İslâm cemiyetinde, bir İslâm topluluğunda olma, bu da bir şükür. Sibirya’nın bir köşesinde, yalnız yaşayan bir insan olabilirdik.
Bütün mahlûkatın eti, sütü, hepsi yine Cenâb-ı Hakk’a şükür. Onlara merhametli davranmak.
Demek ki kendimizi, bir toplum içindeyiz, kendimizi toplumdan mesul göreceğiz. En başta îman nîmeti, maddî-manevî paylaşacağız.
Bedenimizde ise her uzvun bir hesabı verilecek.
Dilin şükrü: Ya susacaksın ya hayır söyleyeceksin. Sustuğun zaman da tefekkür edeceksin. Efendimiz’in sükûtu tefekkürdü. Semâya bakardı, tefekkür ederdi. Toprak terkibine bakardı, tefekkür ederdi.
Gözün şükrü: Gözü haramdan, şeytanî vitrinlerden korumak. Gözlerimizin istikametini rûhânî vitrinlere çevirmek. Bu şekilde nazar edilen her işte ilâhî azameti tefekkür edebilmek. “Aman yâ Rabbi!” diyebilmek. Kalbe bir mesajlar verilmesi, o gözün gördükleriyle.
Kulağın şükrü: Dedikodu, gıybet, tecessüs, nemîme sözleri dinlememek. Kulağımızı; vahyin sesiyle, sohbetler, ezanlar, faydalı tilâvetler, rûhânî sadâlara tevcih etmek kulağımızı.
Hâlin şükrü:
Varlıklı, Süleyman -aleyhisselâm-’ı düşünecek. İnfak hâlindeydi, devamlı şükür hâlindeydi. Verdikçe şükür ediyordu. “Ne güzel bir kul” diyor Cenâb-ı Hak. “نِعْمَ الْعَبْدُ” buyuruyor. (Bkz. Sâd, 30)
Eyyûb -aleyhisselâm- varlıkta değil yokluktayız, varlıklarımız elden gitti. Eyyûb -aleyhisselâm-’ı misal veriyor “نِعْمَ الْعَبْدُ” buyuruyor. (Bkz. Sâd, 44) Kul daima hâline şükredecek.
Efendimiz’e birisi geldi, dedi ki, bir sürü şeylerde bulundu. İşte malım yok dedi, mülküm yok dedi, vesâire yok dedi. Hattâ Sâlebe diye bir zât vardı. Peygamberimiz’in arkasında namaz kılardı. Hemen namazı kılıp giderdi. Sordu Efendimiz:
“‒Sâlebe, nedir acelen?” dedi. “Tesbihâtı çeksene.” dedi.
“‒Yâ Rasûlâllah! Bir örtüm var dedi, ben örtündüm kıldım namazı, vereceğim ailem kılacak dedi. Bir örtüyü paylaşıyoruz dedi. Yâ Rasûlâllah! Bana dua et dedi, Allah bana çok mal versin dedi. Uzun uzun dedi, oturayım dedi, mescitte.” dedi.
Efendimiz dedi ki:
“‒Sâlebe dedi, şükredebileceğin az bir mal, şükredemeyeceğin çok maldan hayırlıdır.” dedi.
Sâlebe yine ısrar etti.
“‒Sâlebe dedi, benim hâlim sana misal değil mi?” dedi.
Efendimiz’in, midesine taş bağladığı zamanlar oluyordu. Geleni dağıtıyordu.
“‒Benim hâlim sana misal değil mi?” dedi.
Fakat tabi o kadar ısrar etti ki Cenâb-ı Hak ona da mal verdi. Zaman zaman artık namazlara gelmemeye başladı. Zekât vermemeye başladı. Hattâ Efendimiz buyurdu ki:
“‒Bundan sonra ona gidip bir şey istemeyin.” dedi.
Ölürken dedi:
“‒Ah dedi, vah vah dedi, bana Rasûlullah buyurmuştu ki; «Sâlebe, şükredebileceğin az bir mal, şükredemeyeceğin çok maldan hayırlıdır dedi. Sâlebe, benim hâlim sana misal değil mi?» demişti.”
Onun için kul, hâliyle şükreden bir kul olabilmek.
Bedenin şükrü:
Allâh’ın sana verdiği güç ve kuvveti, Allah yolunda kullanabilmek, hayır-hasenatta kullanabilmek. Ticaretin doğru olacak, mesleğin en doğru olacak.
فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْ وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ
(“Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul ve yalnız Rabbine yönel.” [el-İnşirah, 7-8])
Bir boşluk olmayacak. O boşlukta daima bir hayır işine koşacaksın.
Kalbin şükrü:
Allâh’ın verdiği nîmetleri daima tefekkür edecek, Cenâb-ı Hakk’ı unutmayacaksın. Kendinden aşağılara bakacaksın. “Yâ Rabbi, Sana şükür!” diyeceksin.
Bişr-i Hâfî var, Allah dostlarından. O da diyor, şükrü şöyle izah ediyor. O diyor ki:
“Âzâları içinde yalnızca diliyle şükreden kimsenin şükrü az olur.”
Dil kâfî değil. Şükrün… Çünkü gözün şükrü, bir hayır gördüğün zaman ondan hikmet devşirmek. Dolayısıyla tefekkürün artması. Şer gördüğün zaman ateşten kaçar gibi kaçmak.
Kulağın şükrü: Bir hayır işittiğin zaman onu ezberlemek. Şer işittiğin zaman onu unutmak.
Ellerin şükrü, midenin şükrü, ayakların şükrü, velhâsıl ayrı ayrı misallerle gidiyor.
Mevlânâ’dan güzel bir misal:
“Nerede akarsu varsa orada yeşillik vardır. Nerede gözyaşı dökülüyorsa oraya rahmet gelir, merhamet olur. Bostan dolabı gibi inleyerek gözünden yaşlar saç da yaşlar tevzî et de, can bağında yeşillikler bitsin. Gönül âleminde yeşillikler bitsin.
Gözyaşı istiyorsan, gözü yaşlı olanlara acı. Acınmak, merhamete kavuşmak arzu ediyorsan zayıflara ve zavallılara merhamet et.
Akıllı kişiler önceden ağlarlar, ahmaklar ise işin sonunda başlarını vururlar, hayıflanırlar. Sen işin başlangıcını ve sonunu gör de kıyamet gününde pişman olup gitme!..”
Cenâb-ı Hak ondan sonra bu Cehennemliklerin durumunu bildiriyor, o azâbı. Cennetliklere olan mükâfatını bildiriyor. Ondan sonra bir kıssaya geçiyor Cenâb-ı Hak. Bu Hazret-i Ali ile Fâtıma Vâlidemiz’in hâli.
“O kullar, şiddeti her yere yayılmış olan bir günden korkarak...” (el-İnsân, 7)
Kıyamette hiçbir yer kıyametten uzakta kalamayacak. Büyük bir infilak…
“…Verdikleri sözü yerine getirirler.” (el-İnsân, 7)
Nasıl yerine getirirler?
“Onlar kendi canlarının çekmesine rağmen (yemeği) yoksula, yetime ve esire verirler.” (el-İnsân, 8)
Çok ağır bir imtihan. Îsar deniyor, en yüksek derecesi infâkın. Bu Efendimiz’e, Fâtıma Vâlidemiz’e indi. Üç sefer Fâtıma Vâlidemiz ekmek yaptı. Fakir geldi, yetim esir geldi; üçüne de verdiler. Verirken de dediler ki:
“…Biz sizden teşekkür beklemiyoruz.” (el-İnsân, 9) dediler. Minnet altında kalmayın dediler. Çünkü dediler:
عَبُوسًا قَمْطَرِيرًا
“Biz o sert, belâlı, musîbetli günden korkarız.” (Bkz. el-İnsân, 10) dediler. Cehennemden korkarız dediler.
“Cenâb-ı Hak da onların şeyine bir huzur hâli verir, o günün şerrinden korur.” (Bkz. el-İnsân, 11) buyruluyor.
Şimdi bunu düşünelim. Yani demek ki Cenâb-ı Hakk’a yaklaştıkça nasıl güzel manzaralar meydana geliyor. Açlığını duymuyorlar. O Allâh’ın rahmetine kavuşmak, o Cehennem azâbından kurtulmak, o günün zorluğundan kurtulmak. O hâle geliyor kalp, açlığını unutuyor. Büyük huzur buluyor…
Yermuk Harbi’nde de öyle oldu. Bir bardak su, üç tane şehidin arasında dolaştı. Elli derece Güneş’in altında, “su, su” diyordu. Ona suyu götürdü. Öbür taraftan su istenenince o öbürünü işaret etti. Oradan ses gelince öbürünü işaret etti. Üç kişinin arasında dolaştı, üçü de kızgın çölde bir damla su içemeden şehid oldu.
Nasıl bir kardeşlik! Bunlar ne oluyor? Îsâr oluyor. Kendinden koparıp verme oluyor. O dünyevî ıztırâbın tesiri azalıyor. Ne için?
اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
(“…Kalpler ancak Allâh’ın zikriyle huzur bulur.” [er-Ra‘d, 28])
İşte Gazâlî diyor ki burada:
“Çocuk diyor, ilk defa sütle beslenir diyor. Sonra büyüdüğü zaman sütü almaz daha, süt ona lezzetsiz gelir diyor. Diğer gıdaları almaya başlar, hafif, hafif gıdalar. Ondan sonra yavaş, yavaş diyor, daha güçlü gıdalar almaya başlar diyor. Dünyevî bütün zevkler, muhabbetler de öyledir diyor. Fakat diyor, Cenâb-ı Hakk’a yaklaştığı zaman hepsi biter gider.” diyor.
اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
(“…Kalpler ancak Allâh’ın zikriyle huzur bulur.” [er-Ra‘d, 28])
Cenâb-ı Hak’la beraber olmak, hepsini diyor, bir çakıl taşı gibi olur biter diyor.
İşte Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“En çok çile çemberinden geçen peygamber benim.” buyuruyor. (Bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)
Fakat hiçbir teessür yok Efendimiz’de. Daima bir huzur hâlinde. Hak dostlarına baktığımız zaman o hâlde. Kendi bir hiçliğini düşünüyor. Bahâüddin Nakşibend Hazretleri:
“Âlem buğday, ben saman; âlem yahşi, ben yaman!..” diyor.
Hepsi evliyâullahta ayrı ayrı tecellîler…
Demek ki en büyük zevk, lezzet; Cenâb-ı Hak buyuruyor ya okunan âyette:
“Dünyada da âhirette de müjdeler var…” (Yûnus, 64) diye. En büyük zevk, lezzet; Cenâb-ı Hak’la beraber olabilmek.
Allah cümlemize -inşâallah- öyle bir beraberlikten nasipler ihsân eylesin -inşâallah-.