Sabır ve Duâ Hastalıklara Şifâ mıdır?
Sabır ve dua hastalıklara şifa olur mu? Hastalıklara sabır ve tahammülün, kişinin inancının ve yaptığı duânın iyileşme üzerinde tesiri var mıdır?
İnsan, bedeni itibariyle son derece mükemmel bir donanıma sahip olarak yaratılmış bir sanat harikasıdır. Aylardır kaleme aldığımız yazılarda, anne karnındaki bu gelişimi hayretler içerisinde szilere arz etmeye çalıştık. Bu vetîrenin tamamlanmasının ardından bebeğin, 40 haftasını geçirdiği korunaklı hânesinden ayrılarak dünyaya gelişi de câlib-i dikkat detaylarla doluydu. Dünyaya gözünü açan her canlı, burada kendisine biçilen ömrü tamamlanana kadar kalmakta ve ardından buradan ayrılmaktadır.
HASTALIK NEDİR?
İnsan, anne rahmindeki karanlıklar içinde, aklımızın almadığı inceliklerle hesaplanmış bir zamanı yaşarken pek çok cihazla donatılmaktadır. Saymakla bitiremeyeceğimiz nice fonksiyonlar için bütün sistem en ince teferruatlar düşünülerek hazırlanmış ve insan, muhteşem ve mükemmel olarak dünyaya gönderilmiştir. Bilemediği bir ömrü burada tamamlarken, akıl almaz sanat incelikleri ile var edilmiş bu cihazların zaman içinde eskiyip yıpranması, zaman zaman da mikrop kapması veya birtakım arızalar yaşaması da gayet tabiîdir. Muvakkat dünya hayatında ortaya çıkan bu duruma, “hastalık” adı verilir.
İnsan denen meçhul varlığın hastalanmasında pek çok faktörün tesiri olduğu gibi, iyileşmesinde de çeşitli sebeplerin tesiri olacağı muhakkaktır. Beden yapısı itibariyle mükemmel olan insanın en sırlı yönü, onun iç yapısı dediğimiz “ruh hâli”dir. Ruh, bir yandan elle tutulur, gözle görülür somut (müşahhas) bir nesne olmamasına rağmen, diğer taraftan insanın maddî yapısına tesiri göz önünde bulundurulduğunda, onun hem hastalanmasında hem de iyileşmesindeki rolü göz ardı edilemez. Hâl böyle olunca da insan denen sanat harikasına bir bütün olarak bakmadan, onun hastalık ve iyilik hâllerinde, sadece maddî sebeplere takılı kalmak, aslında ilmîlikten de uzak kalmak manasına gelmektedir.
Maalesef bir dönem Batı hayranlığı sebebiyle, insanı bütün yönleri ile bize tanıtan dînimizin öğrettiği bilgileri dışlama özentisi, tıp dünyasına da sıçramış ve bu sahada insanı rûhu ile bir bütün kabul etmek, tedavisine bu şekilde yaklaşmak; bağnazlık ve çağdışılık olarak yorumlanmıştır. Bu tesir, yıllarca sürmüş ve uzun zaman tıp doktorlarının bir kısmının, hastalarına bozulan ve ömrünü tamamlamak üzere olan bir makine gibi bakmalarına sebep olmuştur. Maalesef öğrencilik yıllarında böyle düşünen profesör hocalardan biz de nasibimizi aldık. İğne, ilaç ve cerrahîye, yani medikal tedaviye alternatif arayan hastalara farklı gözlerle bakmaya, bu tedavileri tavsiye edenleri önyargı ile eleştirmeye zorlandık. Hattâ komite sınavlarında bunlardan sual olunarak:
“-Bu bilgileri çivi ile kazımazsak ne sınıf geçebiliriz, ne de iyi bir doktor olabiliriz!” fikri, zihnimizin bir köşesine bir implant gibi yerleştirildi.
Yıllarca satır okuya okuya bitiremediğimiz insan denen muhteşem cihazın ârıza yapması durumunda iyi bir hekim olarak ne yapmalı idik? Normal işleyişi, yani fizyolojiyi okuduk öğrendik, bunun bozulması demek olan patolojiyi okuduk öğrendik. (Bu bozulma kesinlikle bir başıboşluk değildir. Onun dahî kuralları vardır.) Hastalıkları, bunların belirtilerini ve tedavi metotlarını; ilâ-âhir… Lâkin her şeye rağmen en bilinen hastalıklarda en meşhur tedavi yöntemlerinin işe yaramadığına da şâhit olduk mu? Veya yapılan operasyonlar sırasında her şey yolunda gidiyormuş gibi görünürken beklenmedik şeylerin olduğunu gördük mü? Aynı hastalıklarda uygulanan tedavi neticesinde kişilerin farklı iyileşme sürecine girdiklerini müşahede ettik mi?
Bunlara ilâveten bedeninde herhangi bir hastalık tespit edilemediği hâlde hasta olarak tanımladığımız “psikolojik” vak’alara da rastladık mı? Düzeyleri miligramın binde ya da milyarda biri ile ölçülecek kadar hassas olan kimyevî maddelerdeki dengesizlik sebebi ile insanların davranışlarının ve iyilik hâllerinin bozulabileceğini, lâkin bu maddeleri yerine koymakla o bozukluk tâbir ettiğimiz hâlleri tamamen düzeltemediğimizi biliyor muyuz? İlâ-âhir… Soruları ne kadar çoğaltsak da bunlara vereceğimiz cevap birdir; o da “Evet, öyle!” demekten ibarettir. Yani ne okursak okuyalım, ne öğrenirsek öğrenelim tıp tahsilinde de ilk önce öğrenmemiz gereken şey, “acziyetimiz”miş!
Demek ki insan, sadece basit bir madde olarak târif edilemez. O, son derece kompleks bir varlıktır. Dolayısıyla hastalıkların iyileşmesinde sadece maddeci yaklaşımların işe yaramayacağı âşikârdır.
SABIR VE DUÂ HASTALIKLARA ŞİFA OLUR MU?
Biz kaleme aldığımız bu yazılarda, “Hastalıklara sabır ve tahammülün, kişinin inancının ve yaptığı duânın iyileşme üzerinde tesiri var mıdır?” sorusuna kısaca cevap arayacağız.
Sabır; îtidâli muhafaza etme, tahammül gösterme, acıya katlanma, sıkıntı ve meşakkatlere karşı soğukkanlılıkla mukâvemet etme, olacak ya da başa gelecek bir şeyi telaş göstermeden, rızâ ile bekleme mânâlarına gelir. Kur’ân-ı Kerîm’de ve Nebîler Silsilesi’nde tekrarla bahsedilen sabır mevzuu; dünya ve âhirette saâdet ve selâmetin anahtarı olup yüksek ahlâkî vasıflara sahip kulların da en bâriz özelliklerindendir.
Sabır Sadece İnsana Mahsus Değil
Kâinata ibret nazarları ile baktığımızda, sabrın sadece insanın değil, diğer mahlûkatın hayatında da mühim bir yeri olduğunu görmekte gecikmeyiz. Toprağın kışın cefâsına katlanması ile sînesinde çeşit çeşit bitkiyi saklayıp vakti gelince büyük bir ihtişam ile bunları sergilemesi, tohumun birtakım zorlu safhaların ardından kabuğunu çatlatarak başını dışarıya uzatması, kuru ağaç dallarından ter ü taze yeşil filizlerin çıkması, karnında yavrusunu taşıyan mahlûkatın, cinsine göre geçirdiği bir olgunlaşma döneminden sonra evlâdını doğum ile dünyaya getirmesi gibi...
Bunlardan biri olan sisal bitkisinin mâcerası câlib-i dikkattir: Bu bitki, Amerika kıtasında, soğuk rüzgâr, sert-verimsiz toprak ve sıcak güneşte yetişen, muhtevasındaki sağlam ve dayanıklı elyaf sayesinde tekstil sanayiinde ve başka pek çok sahada sıklıkla kullanılan bir bitkidir. Elyafının kıymeti sebebiyle, uzmanlar bu bitkiyi daha verimli topraklara ektiklerinde bitkinin çok daha büyükçe yapraklarla yetiştiğini, lâkin yapraklarının içinde elyaf olmadığını müşahede ettiler. Sonradan anlaşıldı ki; bitkinin, kötü toprak, soğuk rüzgâr, sıcak güneşle mücadelesi, onun lifli yapısını meydana getirmekte, yani içindeki cevheri geliştirmekte imiş. Hayatının kolaylaştırılması bitkiyi mahvetmekte ve dış görünüşünü değiştirmekte, kendi ortamındaki özünü bulmasına engel olmaktaymış.
Yine Çin bambu ağacının yetiştirilmesi de hayreti mûciptir. Tohum için ekilecek yer seçilir, gerekli hazırlıklardan sonra ekim yapılır. Aradan bir mevsim geçer, bir sene geçer, iki-üç sene geçer, çimlenme olmaz. Dördüncü senede bakım devam eder, lâkin hâlâ bir değişiklik yoktur. Beşinci senenin sonuna gelindiğinde nihayet çimlenme başlar ve tohum; altı haftada boyu 27 metreye ulaşan bir ağaç hâline gelir. Tohum içindeki muhtevâ, beş senelik zaman zarfında, sabırla olgunlaşmıştır.
Eyüp Aleyhisselam’ın Sabrı
Bahsettiğimiz bu iki misalden de anlaşıldığı gibi, rüzgâr, yağmur, fırtınaların kamçısı ve zaman; nasıl ki tohumun içinde gizli olan çiçek ve meyve verme yeteneğini ortaya çıkarıyor ve onu insanların istifadesine hazırlıyorsa, insan da başına gelen musibetlere sabır ve tahammül sayesinde olgunlaşır. İçine sırlanan cevher ortaya çıkar, güzel ahlâka ulaşarak kâmil insan olma yolunda mesafe kat eder. Ve böylece o, bu hâli ile etrafını aydınlatan bir kandil hâline gelmiş olur. Kur’ân-ı Kerîm’de adı geçen peygamberlerin cümlesi, sabrın farklı vechelerinde misal teşkil etmekte iken, hastalıklara sabır konusunda Hazret-i Eyüp -aleyhisselâm- bir “üsve/örnek” olarak takdim edilmiştir. Hakikî ve kâmil bir îman, sabır, tahammül, duâ ve rızâ; kulların nice dermansız dertlerine devâ, hastalıklarına şifâ olmaktadır.
Saydığımız bu hasletler, insanı motive ederek bağışıklık sistemini güçlendirmekte, psikolojisini destekleyerek iyileşmesini hızlandırmakta, moral desteği ile tedaviye müsbet tesir ederek hastalıktan şifâ bulma nisbetini artırmaktadır. Hekime güvenmenin ve teslim olmanın, tedaviyi kabul etmenin, iyileşeceğine inanmanın ve moralini yüksek tutmanın tedavideki başarısı, bugün modern tıbbın kabul ettiği bir gerçektir.
DUA ŞİFA MIDIR?
Duânın iyileşme sürecine olan tesirleri her ne kadar bilim dünyasının en çok tartışılan konularından biri olsa da bugün pek çok uzman; îman, sabır, teslîmiyet ve duânın hastalığın iyileşmesinde ciddî tesirlerinin olduğunu kabul etmektedir. Bu maksatla, zikredeceğimiz şu yaşanmış hâdise, insana nasıl bakmamız gerektiğini açıklaması bakımından mühimdir. Cerrâhî şeyhlerinden Muzaffer Özak Efendi anlatıyor:
“Bir Cerrâhî şeyhi, Boğaz’da bir yalıda bir sünnet düğününe davet edilmiş. Davette vekil-vükelâ, erkân da var. Ev sahibi, 12-13 yaşlarında, henüz zekâsı gelişmemiş bir oğluna, efendinin duâ etmesini ricâ etmiş. Efendi de çocuğun yaşının ve hâlinin artık geçmiş olduğunu ve duânın fayda etmeyeceğini söylediğinde, bunu zamanın Osmanlı Sıhhat Vekili (Sağlık Bakanı) duymuş. Vekil, Avrupa’da eğitim görmüş bir doktor... Şeyh efendinin duyacağı kadar yüksek bir sesle ev sahibine:
«-Efendim!» demiş, «Artık böyle dert ve hastalıkların duâyla-muayla geçeceğine inanma devri geçti. Şimdi haplar, iğneler var. Böyle şeyleri artık bırakın.»
Şeyh efendi, gururla koltuğuna kurulmuş olan Sıhhat Vekili’ne şöyle bir bakmış ve o da herkesin duyacağı yüksek bir sesle:
«-Behey merkep herif! Süslü-püslü vekil kıyafetine bürünmüşsün, seni gören de insan sanır!» demiş.
Başka bir şey söylemeye lüzum kalmadan Sıhhat Vekili’nin rengi sararır, morarır, hiddetten tir tir titrer, ter döker, konuşamaz, kekeler. Şeyh efendi devam etmiş:
«-Af edersiniz evladım, o kelime size hiç lâyık olur mu! O çirkin kelimeyi şunun için söyledim: Size hap yutturmadık, iğne vurmadık; bakın, bir çirkin söz, sizi ne hâllere soktu, neredeyse bayılacaktınız. Peki, bir “merkeb” kelimesi insanı böyle harap ederse, Allah Teâlâ’nın Esmâü’l-Hüsnâ’sı (Güzel İsimleri) niye bunun aksini yapıp dertlerimize devâ olmasın?» deyince, Sıhhat Vekili kalkıp Şeyh efendinin elini öpüp af dilemiş.”[1]
Öyle Bir Söz Konuştun ki
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ile Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- arasında geçen şu hâdise de, sözün tesirine dikkat çekmesi bakımından zikredilmeye değerdir:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e:
“-Safiyye’nin boyunun kısa olması Sana yeter!” dedim.
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“-Öyle bir söz konuştun ki, denize atılsa, denizi bulandırır ve kokuturdu.” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Edeb, 35/4875; Tirmizî, Kıyâmet, 51)
Sözün Tesiri Var mıdır?
Sözün; müsbet ve menfî tesiri bulunmaktadır. Bu tesir, sözün tekrarlanması ile artmaktadır. Konu ile alâkalı olarak artık son günlerde iyice meşhur olmuş Japon bilim adamı Prof. Dr. Emoto’nun su kristalleri üzerinde 12 yıl boyunca yaptığı onbinlerce deneyin neticesi de câlib-i dikkattir.
Sınırlı sayfalarda bu deneyleri açıklamak mümkün değildir, ancak Emoto’nun yapmış olduğu deneyler, bize bütün kâinatın bir dili olduğunu ve cansız zannettiğimiz varlıkların dahî bu dilden anladığını göstermektedir. Suyun orijinal yapısını bozan menfî uyaranlar (kötü sözler) tâbiri-i câizse onu hasta etmekte, onu tekrar fıtratına döndüren müsbet tesirler (sevgi sözcükleri) de iyileştirmektedir.
Su; insanın var oluşunda çok büyük bir rol oynamakta ve hücrenin yarısından çoğunu oluşturmaktadır. İki atomun bir araya gelmesi ile oluşan cansız ve şuursuz bir madde olan suyun bile hâfızası ve hâricî tesirlere verdiği tepkiler varken, son derece karmaşık bir işleyişe sahip olan ve trilyonlarca atomdan meydana gelen insana da sadece maddeden ibaretmiş gibi davranarak, hastalandığı vakitlerde bozulan bir makine gibi tamiratına kalkmak, olsa olsa abesle iştigaldir.
Rahman Sûresi’nde bildirilen ilk âyetler, bize niçin yaratıldığımızı hatırlatmaktadır. “Sözün en güzeli” elbette var edenimize ait olan, türâbî yapımıza üflenen sır ile bize yüklenendir. İnsan rûhu, sevgi diline muhatap olduğunda fıtratını koruyacak, bedeni hastalığa dûçâr olduğunda da bu müsbet tesir, onun iyi hissetmesine, bağışıklık sistemini destekleyerek daha çabuk iyileşmesine sebep olacaktır. Ayrıca kulun Hâlık’ı ile irtibatını sağlayan bir dili olması, onu yalnızlık hissinden kurtaracak, iç huzurunu temin edecek, en zayıf hissettiği zamanlarda ona güç verecektir.
Dünyaya büyük bir acziyet içinde, ağlayarak gözlerini açan bebeğin çığlıkları, annesinin göğsünde sükûn bulmaktadır. Oraya yaslandığında, anne şefkati ile sarılıp sarmalandığında kendini güvende hissedip sâkinleşir bebekler…
Akl-ı selîm ile düşünen her insan; bu dünyada kendini kuşatan hâdisâtın içinde âciz olduğunu, sonsuz bir kudret ve azamet tarafından sarmalandığını hissettiği zaman sükûna kavuşacağını anlamakta gecikmeyecektir.
Hastalık da kulun acziyeti hissettiği hâllerden biridir. Bu durumda; kuvvetli birine dayanmak, onun her an yanında olduğunu ve iyileşmesi için elinden geleni yaptığını bilmek, kişiyi rahatlatacaktır. Hele ki sığınılan, sonsuz ve yüce bir kudret ise, her şeyin sahibi ve var edicisi, hastalıkların şifâ vericisi ise; O’nunla konuşmanın, O’na sığınarak kendini O’na emanet etmenin, bizzat O’nun öğrettiği kelimelerle şifâ dilemenin kişiye nasıl bir ruh hâli kazandıracağını tefekkür edelim.
Duâ, her şeyin sahibi yüceler yücesi Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, yakarışta bulunmak, merâmını vâsıta kullanmadan O’na arz etmek, işlerini O’na havâle etmek demektir.
Tıp dünyasında yapılan objektif araştırmalar, duânın insan psikolojisi ve fizyolojisi üzerinde müsbet tesirler meydana getirdiğini tespit etmiştir. Elbette duânın faydasına inanmak, tıbbî tedaviyi reddetmek mânâsına gelmemektedir. Lâkin “Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur.”[2] âyet-i kerîmesinde öğretilen hakikat üzere, ilacın tesirini de halk eden, şifâyı da veren Cenâb-ı Hak’tır. Tıp ilmini; Allâh’ın verdiği -başta akıl olmak üzere- pek çok nîmet ile tahsil edip, sonra da hâşâ Allah’sız(!) bir bilim üretip tedavi yapmaya kalkışmak ne büyük hadsizliktir, düşünmek îcab eder.
“Dua Kanseri Bile İyi Eder”
Nobel ödülü kazanmış olan cerrah ve fizyolog Alexis Carrel, duânın rûhî ve bedenî tesirlerini değişik hastalar üzerinde incelemiş ve uzun yıllar süren çalışmalarını “Duâ” isimli eserinde toplamıştır. Kitabında, “Duâ, rûhun Allâh’a yükselmesidir. Duâ, kanseri bile iyi eder!” diyen Fransız doktor, “Yarınlara Doğru” isimli eserinde de şu ibretlik hadiseyi aktarmaktadır:
Bir rahip, Alexis’e:
“-Öğrencilerinize duâ etmeyi öğretiyor musunuz?” deyince o şu cevabı vermiş:
“-Ben onlara bütün hayatlarını bir duâ hâline getirmelerini öğretiyorum.”
Eserinde belirttiğine göre, Batı dünyasında duâ ve telkin yoluyla tedavi yapan kişiler ile mukaddeslik atfedilen yerler vardır. Fransa’da Lourdes Sağlık Bürosu, duâ yolu ile şifa bulan hastaların câlib-i dikkat iyileşmesini, doktorların da şahitliği ile bir bültenle yayınlamıştır.
Dua Etmek İhtiyaçtır
İnsan en sıkıntılı anlarında kendisini boşlukta hissetmekte ve Yüce Yaratıcı’ya duâ etme ihtiyacı duymaktadır. Böylece bir rahatlık kazanmaktadır.[3] Hattâ inançsız insanların bile başları sıkıştığında duâya yöneldikleri bir hakikattir.
Duâ ile gönül rahatlar; üzüntü, keder ve stres dışarı atılır. Çünkü duâ eden kişi, Allah Teâlâ’nın duâsını kabul edeceğini ümit eder. Nitekim âyet-i kerimede buyrulur:
“(Habibim!) Kullarım, Beni Senden soracak olurlarsa, bilsinler ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana duâ edenin duâsına icâbet ederim.” (el-Bakara, 186)
Cenâb-ı Hakk’ın duâyı kabul edeceği ümidi, mü’minin üzüntü ve kederini hafifletir. Böylece insan kaygı, keder ve üzüntülerini duâ ile giderebilir.[4]
Son yıllarda Los Angeles’ta 400 hasta üzerinde yapılan bir araştırmada, duâ ve dînî hayatın güçlendirilmesi ile hastaların % 60’ında takıntı-saplantı, aşırı hassasiyet, fobik anksiyete, paranoyak düşünceler, psikotik durumlar ve genel hastalık belirtilerinin azaldığı tespit edilmiştir.
Şizofrenik halüsinasyonlarla duâ ve dînî faaliyetler arasındaki münâsebetin incelendiği başka bir çalışmada, duâ eden ve dînî kitaplar okuyan Suudî hastaların, başka bir metot kullanan İngiliz hastalardan daha mantıklı bir tutum içinde oldukları tespit edilmiştir.
AIDS ve kanser hastaları üzerinde yapılan araştırmalarda, dînî vecîbelerini yerine getiren hastalarda daha az depresyon belirtisi görülmüş ve kanserin tesirinin azalabileceği tespit edilmiştir. Bu tür hastalarda cerrâhî müdahalelerden sonra iyileşme oranı, diğer hastalara nazaran yüksek bulunmuştur. Hipertansif hastalarda yapılan klinik deneyde ise, duânın kan basıncının normalleşmesini sağladığı ve ağrıyı azalttığı görülmüştür.
DUA NE DEMEKTİR?
Çağırmak, seslenmek, istemek, yardım talep etmek, bütün benliğiyle Allâh’a yönelerek hâlini, maddî ve mânevî isteklerini, O’na arz etmek mânâsına gelen duâ; sonsuz kudret ve azamet sahibi, şefkatli, merhametli ve kerem sahibi Yaratıcı ile âciz ve muhtaç kulu arasında bir irtibattır.
Duâ; kişiye yalnız olmadığını hissettirmekte, ümit duygusunu diri tutmakta, psikolojik açıdan rahatlatmakta, maddî-mânevî sıkıntılardan kurtarıp feraha kavuşturmaktadır. Âlemlerin Rabbi tarafından “üsve-i hasene” olarak gönderilen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, “Duâ rahmet kapılarının anahtarı, mü’minin silâhı, dînin direği, göklerin ve yeryüzünün nurudur.”[5] buyurmuş; kendisi de bizzat “hastalık, isyan ettiren fakirlik, azgınlaştıran zenginlik, nefsin ve şeytanın şerri, sıkıntı ve üzüntülerden kurtulmak” gibi pek çok konuda duâ etmiş; hastalanan kişilere tıbbî açıdan tavsiyelerde[6] bulunmuştur.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hastalıktan korunmak ve şifâ bulmak için maddî çareler ile birlikte duâ etmeyi emretmiş[7]; fiilen kendisi de bunu uygulamıştır. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- şöyle rivayet etmektedir:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yatağına girdiği zaman, ellerine üfleyip Muavvizeteyn’i (Felak ve Nâs Sûreleri’ni) ve Kul hüvallâhu ehad’i okur; ellerini yüzüne ve vücuduna sürer ve bunu üç kere tekrar ederdi. Hastalandığı zaman aynı şeyi kendisine yapmamı emrederdi.”[8]
ÖLÜM HARİÇ HER DERDİN ŞİFASI VARDIR
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- “Cenâb-ı Hakk’ın, ölüm hâriç hastalıkların şifâsını yarattığını”[9], “duânın ölüm hâriç bütün hastalıklara şifâ olduğunu” şu hadîs-i şerîfi ile bizlere bildirmiştir:
“Kim, henüz eceli gelmemiş bir hastayı ziyaret eder de onun başucunda yedi kere; «Büyük Allah’tan, büyük arşın Rabbi Allah’tan sana şifâ vermesini istiyorum.» diye duâ ederse, muhakkak âfiyet bulur.”[10]
Yine kendisine bir hasta getirildiği zaman Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Bu hastalığı gider ey insanların Rabbi! Şifâ ver, çünkü şifâ verici Sen’sin. Senin vereceğin şifâdan başka şifâ yoktur. Öyle şifâ ver ki, hiçbir hastalık bırakmasın!” diye duâ ederdi.[11]
Kişiye bir başkasının ettiği duânın tesiri ile alâkalı olarak bir hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmaktadır:
“Bir mü’minin diğer bir mü’mine, gıyâbında (uzaktan) yaptığı duâsından daha çabuk kabul edilen hiçbir duâ yoktur.” (Tirmizî, Birr, 50)
Konu ile alâkalı yapılan ilmî çalışmalarda, duânın ve uzak mesafedeki kişilerin niyetlerinin sadece hastalara değil, bakterilere varıncaya kadar çevre üzerindeki tesirleri incelenmektedir. Batıda yapılan bu deneyleri yorumlayan Daniel I. Benor, neticelerin çok anlamlı olduğunu, mesafe ne olursa olsun gıyapta, yani başkaları hakkında yapılan duâların tesiri olduğunu belirtmektedir.
“Be Careful What You Pray For: Ne İçin Duâ Ettiğine Dikkat Et!” isimli eserinde Dr. Dossey, “Belli mesafedeki niyetlerin tesirine, şüpheciler bile inanmaktadır.” demektedir.
Norveç Toromso Üniversite Hastanesi Onkoloji Bölümü’nde yapılan bir çalışmada, dînin ve inanmanın kronik ve ölümcül hastalıkların tedavisinde önemli rol oynadığı neticesine varılmış, çalışma; hastaların % 70.5’inin “inanç tedavisi” ve “elle iyileştirme” olarak bilinen alternatif tedavi yollarına başvurduğunu göstermiştir.
Kansas eyaleti St. Look Hastanesi’nde Dr. William Harris ve arkadaşları, kalp-akciğer hastası 990 hastayı iki gruba ayırmış ve bir gruba onların bilgisi ve haberi olmadan beş din adamı tarafından duâ ettirmiştir. Dört hafta boyunca her gün duâ edilen gruptaki hastaların iyileşme oranları, duâ edilmeyen gruba kıyasla % 11 daha iyi bulunmuştur. San Fransisco Hastanesi’nde 393 kalp hastası üzerinde yapılan çalışmada duâ edilen 150 hastanın daha çabuk iyileştiği müşâhede edilmiştir.
Hâsılı, uzmanlar; “Çalışmalar, duânın gücü konusunda kesin deliller ortaya koymaktadır. Bu denemelerin neticeleri göstermektedir ki, daha üst varlık mertebesine sahip bir güç vardır ve biz onunla irtibata geçme kâbiliyetine sahibiz!” demektedir.
Duke Üniversitesi Psikiyatri bölümü öğretim üyesi Dr. Harold Koenig, dinin ve duânın insanlara olumlu ve iyimser bakış açısı sağladığı, ümit aşılayıp onlarda oto kontrol mekanizması geliştirdiği; meselâ Hazret-i Eyyûb gibi, sabırda rol modelleri edinmelerine yardımcı olduğu, stresi azalttığı, bu ve benzeri sebeplerle; duânın ve dînî hayatın elbette hastalıklar üzerinde sağlıklı hayat lehine yapıcı tesirleri olacağı üzerinde durmuştur.
Dr. Koenig; “Yapılan 3 bilimsel çalışmadan 3’ü dînî hayat ile vücudun bağışıklık ve endokrin sistem fonksiyonları arasında müspet münasebet olduğunu, 7 çalışmadan 5’i düzenli dînî hayatın kanserden ölüm oranını düşürdüğünü ve 23 çalışmadan 14’ü de tansiyon üzerinde müspet tesir yaptığını göstermektedir.” demiştir.
DUANIN TEDAVİDEKİ YERİ
Fizik tedavi uzmanı Prof. Dr. Mustafa Güler, “Duânın Tedavideki Yeri” konusunda yaptığı araştırma neticesinde şunları söylemiştir.
“Tamamlayıcı tedavilerin de yardımıyla, hastanın tedavi olabileceği konusunda ikna edilmesi, hekim kadar hastanın da tedaviye katılmasının sağlanması gerekir. Doktorun hastaya karşı tutumu, hastayı hafife alınmadığına ikna etme becerisi, hastanın güvenini kazanmadaki başarısı, yani olumlu telkin, tedavi açısından önemli bir husustur.
Tedavi, önce beyinde ve duygu-düşünce seviyesinde başlamalıdır. Hastaların iyi olacağı konusunda inandırılması-telkin için değişik metotlar bulunmaktadır. Muayene ve reçete yazma, hasta eğitimi, plasebo (ilaç olmayan maddelerin ilaç niyetiyle kullanılması), sözle telkin (hastanın kendisi veya başkası tarafından yapılan), duâ (başkaları tarafından yapılan veya hastanın kendisinin yaptığı) ve tamamlayıcı tedavilerin de kısmen telkin özelliği vardır.
Çağdaş tıbbı bırakıp ilkel tıbba dönelim demiyorum, ama hastanın içindeki tedavi olma kâbiliyetini açığa çıkartmamızı ve bunun için de yapılması gereken her şeyin yapılmasının gerekli ve çok önemli olduğunu düşünüyorum.”[12]
Prof. Dr. Güler’in çalışmasında yer alan “Duânın Tedavideki Yeri” konulu araştırmada yer alan diğer bilgiler de şöyledir:
“ABD’de çalışan müslüman bir bilim adamı «Kur’ân ve Stres» konusunda bir araştırma yapmış ve hazırladığı tebliği, 1984’te İstanbul’da yapılan İslâm Tıp Kongresi’ne sunmuştu. Dr. Ahmet el-Kâdî, bu tebliğinde Kur’ân’ın Arapça metnindeki kelimelerin ses özelliklerinin stresi azalttığını tespit ettiklerini anlatmıştır. Dr. Elisabeth Targ (Pasifik Tıp Merkezi, Psikososyal Onkoloji Araştırmaları Klinik Direktörü) duâ ve mâneviyatın AIDS hastalarının iyileşmesi üzerine tesirlerini araştırdığında şifa duâsı yapılanların daha iyi olduklarını gözlemlemiştir.
Duânın gerek fizikî gerek ruhî birtakım hastalıklar için tedavi edici gücü kabul edilen bir hakikattir. Bununla beraber kişinin hasta ya da muhtaç olmadığı vakitlerde duâ etmesi, duânın psikolojik faydasının belirginleşmesini sağlar. Batı ülkelerinde hastanelere din adamı tahsis ediliyor olması, dünyanın duâ ile tedavi konusuna bakış açısını göstermesi açısından kayda değerdir…”
DUA VE MANEVİYATIN İNSAN SAĞLIĞINA ETKİSİ
“…Duâ ve mâneviyâtın insan sağlığı üzerindeki tesirini araştıran yaklaşık 1200 araştırmanın sonuçlarının özetlendiği, «Handbook of Religion and Health»[13] adlı kitapta özetle şunlara yer verilmiştir:
«Bütün çalışmalar dindar insanların daha uzun ve sağlıklı yaşadığını göstermektedir. İbadetine düşkün ve düzenli olarak duâ eden insanlar, daha seyrek hasta olmakta; dindar olmayan hastalar, dindar olanlara göre üç katı daha uzun süre hastanede yatmaktadır. Herhangi bir dînî aktiviteye katılmayan kalp hastalarının ameliyat sonrası ölüm riski, dindar hastalara kıyasla 14 kat fazladır.
Düzenli olarak ibadet eden yaşlılarda, inme riski diğerlerinin yarısı kadar, dindar insanların kalp hastalığı ve kanserden ölme ihtimali, yüzde 40 daha az bulunmuştur. Dindarlar daha seyrek olarak depresyon yaşamakta, depresyona girince de daha çabuk düzelmektedir. Güne duâ etmekle başlamak, tansiyonun düşmesine yardımcı olmaktadır.
Bilim adamları, yaşları 25-45 arasında değişen ve kendilerini dindar kabul edip çok duâ eden 155 kişinin 24 saati aşkın zaman diliminde ölçülen tansiyon değerlerinin düşük olduğunu tespit etmiştir.»”
Harvardlı bilim adamı Dr. Herbert Benson, son 30 yılını duânın insan fizyolojisi üzerindeki tesirlerine adamış, bütün duâların stresi gideren, bedeni sakinleştiren ve iyileşmeyi hızlandıran etkisi olduğuna dikkat çekmiştir.
İnsanların duâ hâlindeyken yaşadıkları değişiklikleri beyin MR çekimleriyle izleyen Benson, duâ esnasında beyinde kompleks bir aktivitenin gerçekleştiğini tespit etmiştir. Harvardlı doktor, akıl ve beden arasındaki ilişkiyi uzun yıllar incelemiş:
“-İnanmanın, hastalıkların yüzde 60-90’ında iyileştirici tesiri vardır. Duâ etmek, iyi insan olmak yolculuğunda başvurulabilecek en ucuz ve en etkili ilaçtır. Duâ, bağışıklık sistemini güçlendirmekte, kan basıncını dengelemekte, kalp atışını düzenlemekte, stres yönetimini kolaylaştırıp depresyonu engellemektedir. Duâ etmek, sadece hastalıkları önlemekle kalmamakta, iyileşmeyi de kolaylaştırmaktadır. Duâ edenler daha hoşgörülü ve iyimser insanlardır.” demiştir.
Cornell Üniversitesi kalp cerrahlarından Dr. Mehmet Öz:
“-Kalp krizi geçirmiş stent takılacak 750 kişi üzerinde araştırma yaptık. Duâ edenlerin hızla iyileştiğini gözlemledik. Ben de duâ etmelerini tavsiye ediyorum.” demektedir.
İNSAN BİLMEDİĞİ ŞEY KARŞISINDA ACZE DÜŞER
Ocak 2020’de tanımlanan ve Mart ayında ülkemize de sıçrayan Covid-19 ya da “yeni corona virüs hastalığı” ile alâkalı henüz ilaç veya aşı tedavisi bulunamamıştır. Bu konuda çalışmalar devam etmekte iken, vücudumuzda pek çok sistemi tesir altına alarak sarsan bu hastalığa dair hemen hemen bütün uzmanların ortak olarak söylediği bir şey vardır:
“-İnsan bilmediği şey karşısında acze düşer; bu yüzden endişeleri artar, korkar. Bozulan iç huzuru, savunma sistemini zaafa uğratır. Belirgin bir tedavisi olmayan bu hastalıkta da bilinmezlerle mücadele edildiği için, oluşan panik havasında kişinin iç huzuru bozulmakta ve bağışıklık sistemi sağlıklı faaliyet yürütememektedir. Hâlbuki virüslerle vücudun savaşında en önemli güç, bağışıklık sistemidir. Bu sebeple endişelenmeyin, sakin olun, iç dengenizi bozmayacak aktiviteler yapın. Güzelce dinlenin, düzenli beslenin, uykunuzu alın, bol sıvı tüketin. Yani bağışıklık sistemini güçlü tutmak üzere tedbirler alın!”
İşte duâ ile; “bizlerin de virüslerin de var edicisi, her şeyin sahibi ve bileni, hastalıkların şifâ vericisi” olan En Yüce Kudret’e sığınarak, hem bağışıklık sistemimizle alâkalı en güçlü takviyeyi yapmış, hem de bünyemizdeki hastalıkları tedavi eden sistemi harekete geçirmiş olacağız.
Zira yapılan pek çok çalışma, duânın hem bize, hem başka varlıklara, hem de gıyâbında duâ ettiğimiz kişilere tesir ettiğini, hastalıkları iyileştirdiğini, kişinin bağışıklık sisteminde ciddî bir takviyeye sebep olduğunu ortaya koymuştur.
Rabbimize sığınmanın vermiş olduğu tevekkül hissi ile panik havası dağılacak ve her ne olursa olsun neticeye râzı olma duygusu, rûhumuzu sükûnetle saracaktır. Böylece bir şekilde hastalığa yakalanmış olanların da, onların iyileşmesi için ellerinden geleni yapan hekimlerin de işleri kolaylaşmış olacaktır.
DUA İLE İYİLEŞME
Hülâsa, sınırlı sayfalarda yazmakla bitiremeyeceğimiz daha pek çok araştırma, duâ ile iyileşme süreci arasındaki bağlantıyı incelemek maksadıyla yürütülmüş ve duânın hastalıkların tedavi sürecini hızlandırdığını göstermiştir.
İnsan, bedeni ve rûhu ile kompleks bir varlıktır ve hem kâinatla hem onu çepeçevre kuşatan kudretle bağlantısı bulunmaktadır. Bu yazımızda zikrettiğimiz makaleler bunu ortaya koymaktadır. Sözün tesirini göstermesi bakımından su kristalleri üzerine yapılan on binlerce deney de bu mânâda ayrıca değerlidir. Müspet söz, fıtratın özü olup onun tarafından tasvip görür, insanlık haysiyetini muhafaza ettirir. Yüce bir kudrete sığınmak, iç huzurunu temin eder, kişinin moralini yükselterek depresyonu azaltır, onu buhrandan kurtarır. İnanmak, bağışıklık sistemini güçlendirir ve hastalıklarla mücadeleyi kolaylaştırarak iyileşmeyi hızlandırır.
Her şeyi yoktan var edenin; sanat harikası olarak halk ettiği insan, bu dünyaya ebedî kalmak üzere gönderilmemiştir. Zamanla ihtiyarlayacak, bedeni yıpranacak ve kimi zaman da nasibine düşen hastalıklardan payını alacaktır. Modern çağ olarak tavsif edilen zamanımızda ilerleyen teknoloji ve artan bilgi, insanı “iyileştirmekten çok hasta etmeye yaramış” görünmektedir.
İnançsızlığın çıkmaz sokaklarında kaybolan, fıtrata yabancı telkinlerin istilâsında rûhunu ölüme terk eden, dermanını şifa maskesi giymiş zehirli metotlarda arayan asrın yorgun insanlarına; kâinâtı yoktan var eden şefkatli Rabbimiz çıkış yolunu göstermekte ve sözün en güzeli olan kelâm tecellîsi Kur’ân-ı Kerîm ve onun fiilî bir tefsiri olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ile; âb-ı hayat sunmaktadır.
14 asır öncesindeki beşeriyet inkılâbının en mühim müessiri; insanlara unutmuş oldukları en müthiş hakikatin; yüce Rabbimizin gönderdiği Raûf ve Rahîm elçisi tarafından, sözün en belagatlısı ve en tesirlisi ile hatırlatılması olmuştur. Ezel bezminde verilen ahde vefâ ile inşâ edilen bu toplumda ölü kalpler dirilmiş ve tarihe bir saâdet asrı hediye edilmiştir.
Rûhen hasta olan insanların buldukları şifâ; bedenlerini de tesir altına alarak yaşanan faziletli hayat, âdeta hastalıkları kendilerine yaklaştırmamıştır. Öyle ki civardan gelen hekimler, münevver şehir Medîne’de yaşayan bu güzîde insanları muayene etmek adına aylarca burada kalmasına rağmen iş yapamamış ve memleketlerine geri dönmek mecburiyetinde kalmışlardır.
Kullarının ihtiyaçlarını onlardan çok daha iyi bilen, sonsuz ilim ve kudret sahibi olan Allah; Furkan Sûresi’nin 77. âyet-i kerîmesinde:
“(Rasûlüm!) De ki: «Sizin kulluk, duâ ve yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?!» (Ne kıymetiniz var?!)” buyurmak sûretiyle bizi duâ ve kulluk ile özümüze üflenen sır ile buluşmaya ve aslî kıymetimize kavuşmaya davet etmektedir.
Bu çağrıya mukâbele ederek, yüce Rabbimizin istediği kulluk muhtevâsında yaşanan hayat sayesinde dirilen kalpler ve güçlü rûhânî yapı; maddî-mânevî hastalıklarla mücadeleyi kolaylaştıracaktır.
Dertlerimizin devâsı, gönüllerimizin şifâsı, gözlerimizin nûru ve ziyâsı, dünyada saâdet ve huzurumuzun, âhirette ebedî selametimizin irşâdı olan âyet-i kerîmelerden ikisini daha zikrederek yazımızı nihayetlendirelim. Merhameti sonsuz olan yüce Rabbimizden bize dünyada ve âhirette iyilik, sürûr, af ve âfiyet vermesini niyaz edelim. En büyük hadsizliğin “O’nun insanlığa öğrettiği ilmi, O’nsuz icrâ etmeye kalkmak!” olduğunu da hiçbir zaman unutmayalım:
“…De ki: «O (Kur’ân), inananlar için doğru yolu gösteren bir kılavuzdur ve şifâdır...»” (Fussilet, 44)
“Biz, Kur’ân’dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, mü’minler için şifâ ve rahmettir…” (el-İsrâ, 82)
Dipnotlar:
[1] Âdem Ergül, 365 Lider Davranış, sh: 131. [2] eş-Şuarâ, 80. [3] Yûnus, 12. [4] https://katalog.marmara.edu.tr/eyayin/tez/eTez024386.pdf [5] Bkz: Rudânî, Cem’u’l-Fevâid, 9219, 9220, 9221, 9222, 9225. [6] Buhârî, Tıb, 24. [7] Buhârî, Tıb, 34; Tirmizî, Tıb, 20. [8] Müslim, Selâm, 51, 149, IV. [9] Ebû Dâvûd, İbn-i Mâce, Tıp 1. [10] Ebû Dâvûd, Cenâiz, 8. [11] Müslim, Selâm, 47. [12] Mustafa Güler “Duânın Tedavideki Yeri; http://www.thehealthnews.org/tr/news/05/11/10/dua.tedavi.iyilesme.html (12 Nisan 2011). [13] Din ve Sağlık El Kitabı: Mâneviyat ve dînin fizikî ve zihnî sağlık ile ilişkisi hakkında ilmî bir kitaptır. Harold G. Koenig, Michael E. McCullough ve David B. Larson tarafından yazılmıştır.
Kaynak: Dr. Betül Nefise İnal, Şebnem Dergisi, Sayı: 181 / 182 / 183
YORUMLAR