Sabrı Olmayanın Hikmete Vukûfu Da Yoktur
Sabrın önemi ve fazileti nedir? Sabır ile ilgili ibretlik bir hadise ve çıkarmamız gereken dersler...
Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:
“Sabrı olmayanın, hikmete vukûfu da yoktur.”
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de Hazret-i Mûsâ ile Hızır -aleyhisselâm- arasında geçen, sır ve hikmet dolu bir yolculuğu haber vermektedir. (Bkz. el-Kehf, 60-82)
Hızır -aleyhisselâm-, kendilerine yardım eden fakir gemicilerin gemisini deler, kendilerine hiçbir kötülük yapmadığı hâlde bir genci öldürür ve kovuldukları bir köyde, yıkılmak üzere olan bir duvarı hiçbir karşılık beklemeden tamir eder.
Bütün bu hâdiselerin sırrını akıl ve mantık idrâk edemediği için, Mûsâ -aleyhisselâm- her seferinde Hazret-i Hızırʼa îtiraz eder. Daha fazla sabredemediği için de, Hızır -aleyhisselâm- bu hâdiselerin hikmetini birer birer îzah edip, artık birlikte yolculuk edemeyeceklerini söyler.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu hususta şöyle buyurmuştur:
“Allah, İmrân oğlu Mûsâ’ya rahmet etsin! Eğer sabredebilseydi, daha nice acâyip ve garâip hâdiseleri Hızır ona öğretecekti.” (Buhârî, Enbiyâ, 27; Ahmed, V, 118)
Demek ki aklın idrâk etmekten âciz kaldığı bazı hâdiseler, sabredildiği takdirde vuzûha kavuşurken; sabredemeyenler ise, nice sır ve hikmetlere vâkıf olmaktan mahrum kalırlar.
Bunun içindir ki Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri şu öğütlerde bulunur:
Deme şu niçin şöyle,
Yerindedir ol öyle,
Bak sonuna seyreyle,
Allah görelim neyler,
Neylerse güzel eyler…
Sen adli zulüm sanma,
Teslîm ol, oda yanma,
Sabreyle sen usanma,
Allah görelim neyler,
Neylerse güzel eyler…
Bu ilâhî imtihan âlemindeki tecellîler dört türlüdür:
- Zâhiri de bâtını da hayır. (Allâhʼın râzı olduğu şekilde sarf edilen bütün nîmetler, helâl mal, hayruʼl-halef olan evlât, şükredilen sıhhat vs.)
- Zâhiri de bâtını da kahır. (Kişiyi isyâna ve uhrevî felâkete götüren dünyevî sıkıntılar, hastalıklar, iflâs vb. musibetler.)
- Zâhiri hayır, bâtını kahır. (Doğduğunda göz aydınlığı olan bir evlâdın, büyüdüğünde küfre dûçâr olarak ana-babasına ağır bir musîbet hâline gelmesi, sahibini şımartıp azdıran zenginlik, gurur ve kibre götüren ilim, makam-mevkî vs.)
- Zâhiri kahır, bâtını hayır. (Allah yolunda çilelere katlanmak, candan-maldan fedakârlık, şehid olmak vs… İnşâallah bugünkü Gazze şehidleri de bunun en güzel misâli olurlar.)
Bizler, zâhire göre ve acele hüküm vermeye meyilli olduğumuz için, ilk bakışta nefsimize ağır gelen şeyleri şer zannedebiliriz. Hâlbuki her şeyi, neticesine göre “iyi” veya “kötü” olarak kabul etmek gerekir. Meselâ ileride şifâya vesîle olacak acı bir reçete, hasta için şer değil, hayırdır.
Âyet-i kerîmede buyruluyor:
“De ki: Göklerde ve yerde, Allahʼtan başka kimse gaybı bilmez…” (en-Neml, 65)
Bizler de gayb muhtevâsında olan istikbâli bilemiyoruz. Dolayısıyla gaybî hususlarda, hakkımızda neyin hayır, neyin şer olduğunu en iyi bilen Allâhʼın irâdesine, cân u gönülden teslîm olmak îcâb eder. Zira bizim nâkıs aklımızla şer gibi gördüğümüz birçok şey, neticesi itibârıyla hayır olarak gerçekleşebilir.
Nitekim sahâbeden Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh- diyor ki:
“İslâm, nefse hoş gelmeyen zor emirler getirmişti. Biz hayırların en hayırlısını, nefislerin hoşlanmadığı bu zor emirlerde bulduk. Meselâ Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile Mekke’den çıkıp hicret etmiştik. Nefsimize ağır gelen bu hicretle, bize üstünlük ve zafer bahşolundu. Yine Allah Rasûlü’yle beraber (sanki ölüme gidiyormuşuz gibi) Bedir’e çıkmıştık. Allah Teâlâ burada da bizler için üstünlük ve zafer lûtfetmişti.
Velhâsıl biz, en büyük hayırlara, hep böyle nefsimize zor gelen emirler sâyesinde ulaşmıştık.” (Bkz. Heysemî, VII, 26-27)
Dolayısıyla nefsin tezkiyesine ve ilâhî rahmete vesîle olan her şey, zâhiren bir külfet gibi görünse de hakîkatte büyük bir nîmettir.]
Cenâb-ı Hak, hayat ve hâdisâta ârifâne bir nazarla bakabilmeyi, ilâhî sır ve hikmetlere âşinâ olabilmeyi, cümlemize lûtf u keremiyle nasip ve müyesser eylesin. Âmîn!..
Dipnot: [1] Harâitî, Mekârimü’l-Ahlâk, Kâhire: Dâru’l-Âfâk, 1419, sf. 152. Ayrıca bkz. Süyûtî, ed-Dürruʼl-Mensûr, VI, 93.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2024 – Kasım, Sayı: 465