Sabrın Çeşitleri Nelerdir?
Osman Nuri Topbaş Hocaefendi herkesin verilen nimetlerden hesaba çekileceğinden ve sabrın çeşitlerinden bahsediyor...
RAMAZÂN-I ŞERÎF’İ NASIL DEVAM ETTİRİRİZ? [3]
Ondan sonra, bu âyetten sonra inen bir âyette; müslümanlar Mekkeʼde ağır bir zulüm gördü, her türlü zulmü. Açlık vardı, ölümler vardı, anarşiler vardı, müslümanları ortadan kaldırmak için yapılan birtakım nâhoş hâdiseler vardı. Müşrikler ise, bu zâlimler ise rahat rahat, diyar diyar dolaşıyorlardı. O zaman müslümanlar dediler ki:
“‒Biz her türlü, Allah için, zulme katlandık. Her türlü meşakkati biz çekiyoruz. O mücrimler ise sereserpe dolaşıyorlar.”
Onun üzerine bu âyet-i kerîme indi:
“İnkârcıların (refah içinde) diyar diyar (o zâlimlerin) dolaşması sakın seni aldatmasın. O dünya hayatı azıcık bir menfaattir. Onların varacakları yer de Cehennemʼdir (buyuruyor Cenâb-ı Hak). O ne kötü bir varış yeridir.” (Âl-i İmrân, 197) buyuruyor.
Velhâsıl, biz -elhamdülillâh- her hâlimizle hamd ve şükür hâlinde olabilmek. Ve bu dünyada çekilen bâzı ıztıraplar, bâzı med-cezirler varsa, bunlara bir sabredebilmek. Ve bunları ilâhî bir mükâfat, ilâhî bir derece olmasının ilticâsı içinde bulunabilmek…
Cenâb-ı Hak:
ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ buyuruyor.
“O gün verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8)
En büyük nîmet, “İslâm” nîmeti. Bütün dünyayı verseler ne işe yarar? Ne kadar kullanacaksın? Ne kadar ömrün var? Takvimde kaç yaprak sayfan kaldı? Fakat esas hayat âhiret hayatıdır. Fakat Cenâb-ı Hak şu dünya hayatında:
ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ buyuruyor.
“O gün verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor.
Bir iki hâdise naklediliyor; onlarla kendi hayatımızı bir mîzan etme durumundayız:
Efendimiz dâimâ her nîmetin sabrının tefekkürü içinde yaşardı. Onun sabrına şükür hassâsiyetini Ebû Hüreyre şöyle anlatıyor:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün sokağa çıkılmayacak bir vakitte evinden dışarı çıktı. Baktı ki Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- da, onlar da dışarıdaydı. Onlara sordu:
“‒Bu saatte sizi evinizden çıkartan sebep nedir?” diye sordu. Onlar da dediler:
“‒Yâ Rasûlâllah! Açlık… Evimizde bir şey yok. Bir gıdâ; açlıktan, gıdâ almak için çıktık.” dediler.
Efendimiz buyurdu:
“‒Ben de aynı şekilde.” dedi. “Bir gıdâ almak için çıktım.” dedi.
Demek ki Allah Rasûlüʼnün evinde de bir şey yok.
Allah Rasûlü onları aldı, Ensarʼdan birinin evine getirdi. O zât evinde değildi. Fakat hanımı Rasûlullâhʼı görünce kendinden geçti, nasıl bir sevinci taştı.
Efendimiz, beyini sordu.
Kadın:
“‒Bize tatlı su getirmek için gitti, tatlı su getirecek.” dedi.
O sırada Medîneli o kişi geldi. Efendimizʼi görünce o da bir bayram yaptı. Hemen orada bir koyun kesmeye başladı.
Efendimiz orada buyurdu ki:
“‒Sakın sağılan bir hayvana dokunma (dedi). Süt veren bir hayvana dokunma!” dedi.
Bir hayvan kesti o da, bir hayvan kesti. Hurmalar getirdi. Onu yediler. Efendimiz ondan sonra buyurdu ki -Müslim hadîs-i şerîfi-:
“‒Gücü ve kudretiyle canımı elinde tutan Allâhʼa yemin ederim ki, kıyâmet günü bu nîmetlerden sorguya çekileceksiniz.”
Neden? Helâlden. Helâlden.
“‒Sizi evinizden açlık çıkardı, sonra evinize dönmeden şu nîmetlere kavuşturdu.”
Demek ki her nîmeti bir tefekkür etme durumundayız.
Yine, bir kıssa daha var:
Bir genç müslüman oldu. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ona Tekâsür Sûresiʼni öğretti. Bu genci bir hanımla nikâhlandırmayı Efendimiz şey yaptı. Delikanlı gitti, baktı, dedi ki:
“‒Bu (dedi), hanım (dedi), biraz varlıklı bir hanım (dedi). Ben (dedi), yâ Rasûlâllah! Siz bana; «O gün verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.» (et-Tekâsür, 8) telkin ettiniz. Beni böyle varlıklı bir hanımla evlendireceksiniz (dedi). Ben bunun hesabını nasıl veririm?” dedi.
Efendimiz de dedi ki -ona bir nasihatte bulundu-:
“‒Bak (dedi), varlıklar içinde nasıl yaşayacak bir müslüman?..” Onu anlattı. Yani Efendimiz; varlıkta nasıl yaşanacak, darlıkta nasıl yaşanacak, her an da nasıl şükredilecek Cenâb-ı Hakkʼa?..
Yine bir delikanlı geldi. O dedi ki:
“‒Yâ Rasûlâllah! Ben (dedi) rahatım (dedi). Bak âyet:
ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ
(“Sonra o gün, verdiğimiz nîmetlerden elbette sorulacaksınız.” [et-Tekâsür, 8])
Bana verilen bir nîmet yok (dedi). Bir dikili ağacım yok (dedi). Bir evim-barkım yok (dedi). Hiçbir şeyim yok benim.” dedi.
Efendimiz dedi ki:
“‒Senin (dedi), gölgelendiğin bir ağaç var mı?..” dedi. O ağacı Allah senin için yarattı, dedi. Sana bir nîmet. Ağaç yaratmayabilirdi. “Gölgelendiğin bir ağaç var mı?..” dedi.
“İçtiğin bir tatlı su var mı?..” dedi.
Cenâb-ı Hak Vâkıa Sûresiʼnde buyurduğu gibi, yağmuru gökten tuzlu olarak da gönderebilirdi. Acı olarak da gönderebilirdi. (Bkz. el-Vâkıa, 70)
“Ayağına taktığın bir nalin var mı? (Dedi.) Sen de bunlardan sorulacaksın.” buyurdu. (Bkz. Süyûtî, VIII, 619)
Velhâsıl bizi Rabbimiz dâimâ şükreden bir kul olmamızı…
En basiti, meselâ bir, sonsuz nimetten bir “göz” nîmetini düşünelim:
Bize muayyen yaştan sonra görme verilseydi, ne kadar o ânı beklerdik. Ağaç nasıl, çiçek nasıl, gül nasıl vesâire nasıl? Ne kadar, açıldığı zaman gözümüz, mesut olurduk?
Hattâ bir talebemiz, âmâ talebemiz dedi ki:
“‒Hocam (dedi), ben (dedi) -âmâ talebe- merak ediyorum; insan nasıl, gül nasıl, çiçek nasıl, manzara nasıl? Şu gözüm bir açılsa, bir görsem, tekrar kapansa…”
Biz ise dâimî görüyoruz biz. Allah onlara ayrı husûsiyetler veriyor, ayrı ayrı. Dâimî görüyoruz. Sırf şu gözümüzün şükrü…
Şu gözümüz bize neye yarıyor? Cenâb-ı Hakkʼın azametini ne kadar düşündürüyor? Ne kadar o mikrodan makroya kadar o ilâhî azamet tecellîlerini seyrediyor, kalbimiz bir rikkat içinde oluyor?
Bütün uzuvlarımız öyle. Kulak öyle, dil öyle vs. vücut gücü, hepsi öyle.
Fakat Cenâb-ı Hak ne istiyor bizden? Bunların bir şükrünü istiyor:
ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ
(“Sonra o gün, verdiğimiz nîmetlerden elbette sorulacaksınız.” [et-Tekâsür, 8])
Gözümüzü, kulağımızı vs. hepsini Allah yolunda kullanmak. Çünkü Cenâb-ı Hak Fussilet Sûresiʼnde yine:
“Gözler, kulaklar, deriler konuşacak o gün.” buyuruyor, o ilâhî ekranda. (Bkz. Fussilet, 20)
Velhâsıl, gözümüz kapansa, bir müddet sonra açılsa, o görme nîmetinin doyumsuz zevkinden ne kadar tarifsiz bir sevinçle mest olurduk?
Kulak öyle. Bütün uzuvlarımız öyle.
Tabi bunun, en, en ötesi, bunlar dünyaya âit büyük nîmetler. Cenâb-ı Hak “sayamazsınız” buyuruyor. (Bkz. İbrahim, 34; en-Nahl, 18) Fakat en büyük nîmet; Allah Rasûlüʼne ümmet olmamız, hidâyet üzere gelmek. Ve bu hidâyeti korumak için bütün gayretimizi sarf etme.
Cenâb-ı Hak, Peygamberʼiyle yardım ediyor, Kitabʼıyla yardım ediyor. Şu kâinatta, mikrodan makroya her şeyle kuluna Cenâb-ı Hak yardım ediyor.
Velhâsıl şükreden bir kul olabilmek.
Şükür kısım kısım:
İlim:
Yani bütün nîmetlerin Hakʼtan geldiğinin idrâki içinde olabilmek. İlim bunu gösterecek sana. Bütün nîmetlerin Hakʼtan geldiğinin idrâki içinde olabilmek. Cenâb-ı Hak veriyor hepsini.
İkinci hâl:
Nîmetlerin gerçek sahibi Cenâb-ı Hakkʼa tâzim ve hürmette, muhabbette kusur etmemek, muhabbetimizi artırabilmek.
Üçüncüsü:
Amel:
Bu duyguların gerektirdiği minval üzere yaşayıp şükrü kavlen, fiilen ifâde edebilmek.
Diğer husus da bir sabredebilme:
SABIRIN ÇEŞİTLERİ NELERDİR?
Ramazan bize sabrı öğretti. Sabrı yaşamayı öğretti. Ve bir sabır, sabır da güç bir şey.
Sabır, üç çeşittir, üç cinstir, üç kısımdır sabır.
Birincisi; musibetlere karşı sabır:
Hastalık, musibetler, gelen kargaşalıklar, bunların içinde nasıl bir kulluk îfâ edeceğiz? Burada bir sabır.
“Sabredenlere müjdeler olsun.” buyruluyor. (Bkz. el-Bakara, 155)
İkincisi; kullukta sabır:
İbadette sabır. Cemaatle namaz, cemaatle kılmakta sabır. Birtakım pintilikten, israftan kurtulmakta sabır. İltifatlara mağlûp olmaktan sabır. İltifatlar dâimâ nefsi palazlandırır, nefsi tahrik eder.
Günah işlememekte sabır. Demek ki günahlar, en büyük tahrik unsurları. Bilhassa günümüzde. Günahların bir mûsikî gibi hoş geldiği bir mevsimdeyiz. Onlara karşı, günahlara karşı sabır.
Velhâsıl sabrın dünyevî tarafı acı, fakat âhiret tarafı parlak. Sabrın acılarını sineye çekenler, ebediyet devri olan Cennet ve Allah rızâsına kavuşurlar.
İmâm Gazâlî diyor:
“Esas hüner, âfiyet ve bollukta sabredebilmektir.”
Bollukta, Rasûlullah Efendimizʼin tarif ettiği gibi bir hayat yaşayabilmek. « قُلِ الْعَفْوَ » buyuruyor; fazlasını infak edebilmek. (Bkz. el-Bakara, 219)
Abdullah bin Mesʼûd anlatıyor:
“Peygamber Efendimiz, kavmine gönderilen bir peygamberden bahsetti. Kavmi onu dövmüş, yüzünü kanatmıştı. O peygamber bir taraftan yüzündeki kanları siliyor, bir taraftan:
«Allâhʼım! Halkımı bağışla, çünkü onlar bilmiyorlar.» diyormuş.
Bu diyor, Allah Rasûlüʼnün bu peygamberin hâlini anlatması hâlâ gözümün önündedir.” diyor. (Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Cihâd, 104)
Efendimiz de aynı. Onu anlatıyor ama, kendisi de öyle. Tâifʼte taşlandı. Melekler geldi:
“‒İki dağı birbirine çarpalım, helâk olsunlar.” dedi.
Efendimiz:
“‒Yok.” dedi Rahmet Peygamberi, Merhamet Peygamberi. Döndü Tâifʼe duâ etti.
“‒Yâ Rabbi! Buradan gelen bu nesle hidâyet ver.” dedi, hidâyete kavuştu. (Bkz. İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35; Buhârî, Bed’ül-Halk, 7)
Velhâsıl Cenâb-ı Hak bizden sabr-ı cemîl istiyor. Başa gelen belâ ve musîbetleri hiçbir şekilde kullara şikâyet etmeden, feryatsız, şikâyetsiz, metânetli, mütevekkil bir şekilde karşılanmasını Cenâb-ı Hak istiyor.
İşte Yusuf -aleyhisselâm- kardeşlerinin yaptığı meşakkatlere sabırla katlandı. En sonunda kardeşleri dedi:
“Sen (dedi) Allah seni hakîkaten bizden üstün yaratmış.” dediler. Onlara Yûsuf bir fazilet daha gösterdi:
“‒Eskileri başa kakma yok.” dedi. “Allah mağfiret sahibidir.” dedi. “Allahʼtan af dileyin.” buyurdu.
Sonra yine Yûsuf -aleyhisselâm-:
“O zaman aramıza şeytan girdi.” buyurdu. (Bkz. Yûsuf, 90-100)
Velhâsıl Hallâc-ı Mansur, kendisini bilmeyenler tarafından taşlanırken:
“‒Yâ Rabbi! (Dedi.) Bunlar (dedi), bilmiyorlar (dedi), bana tecellî eden hakîkati, Sen benden evvel onları bağışla.” buyurdu.
Cenâb-ı Hak, Firavunʼun sihirbazlarını bildiriyor. Nasıl bir Cenâb-ı Hakkʼa sabırla ilticâ ettiler:
رَبَّنَا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِمِينَ dediler. “Üzerimize sabır dök yâ Rabbi! (Dediler. Îmandan bir tâviz vermeyelim, dediler.) Müslüman olarak canımızı al.” dediler. (el-A‘râf, 126)
Habîb-i Neccârʼı bildiriyor. Son nefeste ilâhî perdeler açılıyor:
“‒Keşke (diyor) kavmim (diyor), benim üzerimde tecellî eden Allâhʼın mükâfâtını, Allâhʼın rahmetini bilseydi.” diyor. Acıyor taşlayanlara. (Bkz. Yâsîn, 26)
Velhâsıl sabrın dünya tarafı acı, fakat âhiret tarafı çok çok zengin.
Velhâsıl hayat med-cezirler içinde devam ediyor.
Eyyûb -aleyhisselâm-ʼın ayrı. Ona da âilesi:
“‒Hastalığının geçmesi için sen duâ et, peygambersin, senin duan kabuldür.” dediği zaman:
“‒Hanım (dedi) ben seksen senedir sıhhat ömrü yaşadım, şurada dedi benim hastalığım kaç senedir.” dedi. “Ben nasıl şey yapayım?” dedi.
En nihâyet, âyette:
“Yâ Rabbi! Sen Erhamuʼr-Râhimînʼsin.” dedi. (Bkz. el-Enbiyâ, 83)
Cenâb-ı Hak hepsini iâde etti.
Yâkub -aleyhisselâm-, Yûsuf -aleyhisselâm-ʼın firâkından âmâ oldu.
Rasûlullah Efendimiz, Cebrâilʼe sordu:
“‒Bu (dedi), Yâkubʼun (dedi), gözünü âmâ eden şey nedir?” dedi.
Çok insan evlâdını kaybediyor, âmâ olmuyor.
Cebrâil dedi ki:
“‒Evlâdını kaybeden yetmiş annenin toplamının hicrânını yaşadı.” dedi. Yetmiş annenin merhametinin hicrânını yaşadı dedi.
Cenâb-ı Hak öyle imtihan etti. Onun için “Sabr-ı cemil yâ Rabbi!” dedi.
Efendimiz sordu; Cebrail -aleyhisselâm-:
“‒Onun karşılığında yüz şehid sevabı vardır.” buyurdu.
Velhâsıl bu sabır, çok mühim. Allah cümlemizi sabreden kullarından eylesin.
Diğer, Ramazân-ı Şerîfʼten bize gelen; “hâle rızâ”. Olan hâdiseye bir tevekkül ve teslîmiyet içinde. Bu, bir kemâl ehlinin, bu bir fârik vasfıdır.
Velhâsıl Cenâb-ı Hak:
يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَانًا buyuruyor.
Efendimizʼin yanında bulunanlar, “…Allahʼtan lûtuf ve rızâ isterler…” (el-Fetih, 29)
Kul demek ki Cenâb-ı Hakʼtan dâimâ kalbî merhalelerinin artmasını isteyecek ve Cenâb-ı Hakkʼın rızâsını kazanmanın gayreti içinde olmuş olacak -inşâallah-.
Ömer bin Abdülazizʼe, kendisine;
“‒Neyi seversin?” diyorlar. “Neyi seversin hayatta?” diyorlar.
O da diyor ki:
“‒Benim sevincim (diyor), yalnız mukadderatımdır (diyor). Ben (diyor), kaderimi severim (diyor). Allah Teâlâʼnın hükmünü severim.” diyor.
Nasıl bir tevekkül, nasıl bir teslîmiyet, nasıl bir hâle rızâ?..
Diğer bir husus, Efendimizʼin fârik vasıflarından birisi de “ahde vefâ”.
Demek ki; bir Ramazân-ı Şerîf geçirdik. En büyük ahde vefâ, Cenâb-ı Hakkʼa olan bir vefâmız. Bizi müslüman olarak, müslüman bir toplum içinde -elhamdülillâh- dünyaya getirdi.
Rasûlullah Efendimizʼe vefâ. O buyuruyor: “Kitap ve Sünnetimdir.” buyuruyor. “Size bir emânet olarak bırakıyorum.” diyor. (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)
Müʼmin kardeşliği. Kardeş kardeşe bir vefâ borcu, bir emânet. Bütün mahlûkat insan için yaratıldı. Bütün mahlûkata bir vefâ borcumuz var.
Diğer bir husus; “merhamet ve şefkat” Ramazân-ı Şerîfʼten bize gelen. Onu da -inşâallah- Ramazân-ı Şerîfʼten sonra o hâli devam ettirmek.
Cenâb-ı Hak lûtfuyla, keremiyle -inşâallah- hayatımızı bir Ramazân-ı Şerîf hâline getirebilmeyi, son nefesimizin bir bayram sabahı olabilmesini cümlemize nasîb eylesin.
Duâmızın kabulü niyâzıyla, ilticâsıyla, Lillâhi Teâleʼl-Fâtiha!..
YORUMLAR