Sâd Suresi 4. Ayet Meali, Arapça Yazılışı, Anlamı ve Tefsiri
Sâd Suresi 4. ayeti ne anlatıyor? Sâd Suresi 4. ayetinin meali, Arapçası, anlamı ve tefsiri...
Sâd Suresi 4. Ayetinin Arapçası:
وَعَجِبُٓوا اَنْ جَٓاءَهُمْ مُنْذِرٌ مِنْهُمْۘ وَقَالَ الْكَافِرُونَ هٰذَا سَاحِرٌ كَذَّابٌۚ
Sâd Suresi 4. Ayetinin Meali (Anlamı):
Kendilerine aralarından bir uyarıcının gelmesine şaştılar da o kâfirler şöyle dediler: “Bu bir sihirbâz, Allah’a iftirâ atan büyük bir yalancı!”
Sâd Suresi 4. Ayetinin Tefsiri:
Mekkeli müşrikler, kendi aralarından çıkmış, fakir bir ailede yetim olarak büyümüş, dünyevi liderlik ve malvarlığı bakımından kendilerinden çok aşağı seviyedeki birinin kalkıp peygamberlik iddiasında bulunmasını, kendilerine akıl vermesini, yönlendirmesini, yaptıklarına karışıp onları Allah’ın azabıyla uyarmasını hazmedemiyorlardı. Böyle bir şey olamazdı. Olacaksa da bu peygamberlik ve Kur’an, fakir bir yetime değil de, vasıflarını kendilerinin belirlediği birine verilmeliydi. (bk. Zuhruf 43/31) Bu sebeple böyle bir şeyi ihtimal harici tutarak onu müthiş bir muhalefetle karşıladılar. Allah Resûlü (s.a.s.) hakkında ne diyeceklerini bilemediklerinden onu “sihirbâz” ve “yalancı” olmakla itham ettiler.
Efendimiz (s.a.s.)’e “sihirbaz” diyorlardı. Çünkü o, insanlar üzerinde o kadar bir tesir gücüne sahipti k, peşinden gidenler, ne kadar zarar görürlerse görsünler, yine de ondan kopmuyorlardı. Baba oğlunu, oğlu babasını sırf onun yüzünden terk ediyordu. Kadın kocasından, kocası karısından yine onun yüzünden ayrılıyordu. Hatta kendi öz vatanlarını bile terk etmeyi göze alabiliyorlardı. İşleri ve ticaretleri zarara uğrasa da, uğramasa da, akrabalarıyla bir ilgileri kalsa da kalmasa da, her türlü işkence de dâhil hiçbir şey onları, Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.)’in kendilerine öğrettiği düşüncelerden vazgeçirmeye yetmiyordu. Ona “yalancı” diyorlardı. Çünkü onun getirdiği sözleri, herkesi bağlayıcı olması bakımından Allah’a nispet etmesini doğru bulmuyor; bunu sırf insanları kendisine bağlamak için başvurduğu bir plan olarak değerlendiriyorlardı.
Hele hele onun, toplumsal düzenlerinin, siyasi ve iktisadi çıkarlarının temelini oluşturan “putlara” cephe almasını, hepsini lağvedip bir Allah’a ibâdeti emretmesini çok tuhaf karşılıyorlardı. Çünkü putların ve putperestliğin lağvı demek, zanlarına göre tüm geçim kaynaklarının kuruması, aç ve perişan kalmaları demekti. Bu sebeple önde gelenler halkı da kışkırtarak, protesto gösterileri yaparak putperestliğin devamı için büyük bir gayrete soyunmuşlardı. Yapılacak en önemli işin bu olduğunu söylüyorlardı. Hem ne yahudi ve hıristiyanlardan, ne mecusilerden, ne de Arap yarımadasında bulunan diğer insanlardan “Allah’ın tek ilâh olduğu” hususunda bir şey duymadıklarını, hepsinin Allah’ın dışında yalvardıkları putları olduğunu, dolayısıyla bu “tevhid” denen şeyin Muhammed (s.a.s.)’in uydurup ortaya koyduğu bir safsatadan öteye geçemeyeceğini iddia ediyorlardı. Vahyin de ine ine Muhammed (s.a.s.) gibi birisine inmesi ise onları iyice çileden çıkarıyordu. Böylece vahiyle, Kur’an’la ve Peygamber’le ilgili ciddi bir şüphenin içinde bulundukları her hallerinden belli oluyordu. Bunun da sebebi, henüz inkârları sebebiyle Allah’ın azabını tatmamış olmalarıydı. İlâhî azap kamçısı tepelerine indiğinde, bu şüphe ve inkârdan gönüllerinde hiçbir iz kalmayacaktır.
Sûrenin bu ilk sekiz âyetinin iniş sebebi olarak şu hâdise zikredilir:
Ebu Talib hastalandığı zaman Kureyş’ten bir heyet geldi. İçlerinde Ebu Cehil de vardı. Yanına girdiler. “Kardeşinin oğlu bizim ilâhlarımızı kötülüyor, şöyle yapıyor, şöyle şöyle diyor. Ona haber göndersen de bundan vazgeçse” dediler. Haber gönderdi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) geldi, odaya girdi. Ebu Talib’in yanında bir kişilik yer vardı, oraya oturmasın diye Ebu Cehil sıçradı, oraya oturdu. Resûlullah, amcasının yakınında oturacak yer bulamayınca kapının yanında oturdu. Ebu Talib: “Ey kardeşimin oğlu! Kavmin yine senden şikâyet ediyorlar, ilâhlarını kötülüyorsun, şöyle şöyle diyorsun, iddiasında bulunuyorlar” dedi. Onlar da birçok şeyler söylediler. Resûlullah (s.a.s.) söz aldı:
“- Ey amca! Ben onlardan bir söz istiyorum. Öyle bir söz ki o sayede Araplar onlara boyun eğecek, Acemler de onlara cizye verecek” dedi. Bunun üzerine sevindiler, “Babanın aşkına ondan fazlasını da veririz, nedir o kelime?” dediler. “Bir tek kelime” dedi. “Ne o?” dediler. Efendimiz (s.a.s.) “Lâ ilâhe illallah” der demez telaşla kalktılar ve elbiselerini çırparak âyetlerde belirtildiği şekilde şaşkınlıklarını ifade ettiler. (Tirmizî, Tefsir 38/1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 227, 362)
Küfür ve şirkin derin bataklıklarında ruh dünyaları iyice kararmış o kâfirlerin, kafa ve kalplerini sarsarak düşünmelerini sağlamak için sor onlara:Sâd Suresi tefsiri için tıklayınız...
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
Sâd Suresi 4. ayetinin meal karşılaştırması ve diğer ayetler için tıklayınız...
YORUMLAR