Saffat Suresinin Tefsiri

Dr. Adem Ergül Bey, Saffat suresinin tefsirini yapıyor.

Sâffât suresi, Kur’ân-ı Kerîm’in otuz yedinci sûresidir.

Mekke döneminde muhtemelen En‘âm sûresinden sonra nâzil olmuştur. Adını ilk âyetin başındaki “ve’s-sâffât”tan (saf saf dizilenler) almıştır. Yüz seksen iki âyet olup fâsılası ilk on bir âyette ا، ب، د، ق, diğerlerinde م، ن harfleridir. Sâffât sûresinde Kur’an’da en çok tekrar edilen iki iman esasına vurgu yapıldığı görülmektedir. Bunlardan biri tevhid ilkesi, diğeri sorumluluk bilincinin oluşmasını sağlayan âhiret inancıdır.

SAFFAT SURESİNİN TEFSİRİ (DİNLE)

Sâffât Sûresi 1. Kısım Tefsiri (01-26. Ayetler)

Sâffât Sûresi 2. Kısım Tefsiri  (27-49. Ayetler)

Sâffât Sûresi 3. Kısım Tefsiri  (50-74. Ayetler)

Sâffât Sûresi 4. Kısım Tefsiri  (75-98. Ayetler)

Sâffât Sûresi 5. Kısım Tefsiri  (99-122. Ayetler)

Sâffât Sûresi 6. Kısım Tefsiri  (123-148. Ayetler)

Sâffât Sûresi 7. Kısım Tefsiri  (149-182. Ayetler)

SAFFAT SURESİ İLE İLGİLİ BİLGİLER

Saffat Sûresi Hakkında

Saffât sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 182 âyettir. İsmini 1. âyette geçen ve saf tutmuş varlıklardan bahseden الصَّٓافَّاتُ (sâffât) kelimesinden alır. Resmî sıralamada 37, iniş sırasına göre 56. sûredir.

Saffat Sûresi Konusu

Sûre Allah’ın birliğini vurgulayarak söze başlar. Mahşer yerinden, cennet ve cehennemden acı ve tatlı insan manzaraları sunarak âhiretin gerçekliğini ortaya koyar. Hz. Nûh, Hz. İbrâhim, Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn, Hz. İlyâs, Hz. Lut ve Hz. Yûnus’un kıssalarından kesitler takdim ederek, bir taraftan Resûlullah (s.a.s.)’in getirdiği ilâhî bilgilerin doğruluğunu belirtirken, bir taraftan da Peygamber ve mü’minleri sabır ve azimle davalarının müdâfii olmaya teşvik eder. Çünkü Allah, daha önce de olduğu gibi, şimdi de Peygamber ve ona inananlara mutlaka yardım edecek ve onları galip kılacaktır.

Sâffât Sûresi Nuzül Sebebi

Mushaftaki sıralamada otuz yedinci, iniş sırasına göre elli altıncı sûredir. En‘âm sûresinden sonra, Lokman sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

SAFFAT SURESİ TEFSİRİ

Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla

  1. Yemin olsun saf saf dizilenlere,
  2. Haykırıp sürenlere,
  3. Zikir okuyanlara ki,
  4. Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır.
  5. O, göklerin, yerin ve bunlar arasında bulunan her şeyin Rabbi, aynı şekilde doğuların da Rabbidir.

Sûre bir kısım varlıklara yeminle başlar. Bu varlıkların kimler veya neler olduğu hususunda tefsirlerimizde geniş izahlar yapılır. Bu izahlar dikkate alındığında ve daha geniş bir çerçeveden konuya yaklaşıldığında şunlar söylenebilir:

  “Saf saf dizilenler”: Allah’ın huzurunda saflar halinde duran, Hak Teâlâ’nın vereceği emirleri bekleyen, O’nu tesbih ve takdis eden, emrettiklerine de itaat eden melekler. Namazda saf tutan mü’minler.

Resûlullah (s.a.s.) bir gün ashâbına:

“- Meleklerin Rableri huzurunda saf bağladığı gibi saf tutsanız ya!” buyurunca, ashâb-ı kirâm:

“- Yâ Rasûlallah! Melekler Rableri huzurunda nasıl saf tutarlar?” diye sordular. Efendimiz (s.a.s.) şöyle cevap verdi:

“- Öndeki safları doldurur, boşluk bırakmayacak şekilde birbirlerine yakın dururlar.” (Müslim, Salât 119; Nesâî, İmâmet 28)

Saf tutanlardan maksat, zâlimlere ve kâfirlere karşı cephede sıra sıra dizilen mücahitler de olabilir. Nitekim bunlar hakkında şöyle buyrulur: “Şüphesiz Allah, bütün yapı taşları birbirine kurşunla kenetlenmiş sağlam bir bina gibi saf tutarak kendi yolunda savaşanları sever.” (Saff 61/4) Bir diğer görüşe göre de bu ifade, Kur’ân-ı Kerîm’in mevzu zenginliği, tertip ve düzeni, âyetleri arasındaki tenâsüpten söz eder.

  “Haykırıp sürenler”: Rüzgârları ve bulutları evirip çeviren veya kâfirlerin canlarını alıp onları cehenneme sürükleyen melekler. İslâm ordularını sevk ve idâre eden komutanlar. Suçluları kötülüklerden alıkoyan âdil hâkim ve idâreciler. Halkı günah ve kötülüklerden engellemeye ve yeryüzünde fitne kalmayıncaya kadar savaşmaya yemin etmiş mücâhitler. Kötü ve günah fiilleri yasaklayan Kur’an âyetleri.

  “Zikir okuyanlar”: Allah’tan aldıkları vahyi peygamberlere ulaştıran melekler. Allah’ın dinini insanlara ulaştırmak için seçilen peygamberler. Allah’ın kitâbını öğrenen, öğreten, yaşayan ve tüm insanlığa tebliğ etmeye çalışan hakiki âlimler ve İslâm davetçileri. Bir ismi de Zikir olan ve emsalsiz öğüt ve nasihatlerle dolu bulunan Kur’ân-ı Kerîm’i anlayarak okumaya çalışan tüm müslümanlar. Kur’an’ın iyi ameller yapmayı, ahlâk ve adabı emreden âyetleri.

Bu sayılanların hepsi çok faziletli şahıslar ve ameller olup, Allah Teâlâ’nın bunlar üzerine yemin etmesi, bunların faziletini daha da artırmaktadır. Allah’ın emrine harfiyen itaatkâr olan bu varlıklar, O’nun tek ilâh olduğunun birer delilidir. Bunları yaratan ve emrine itaatkâr kılan Allah Teâlâ, göklerin, yerin, bunların içindekilerin, doğuların ve bâtıların da Rabbidir. Burada özellikle اَلْمَشَارِقُ (meşârik) “doğular” kelimesinin kullanılması dikkat çekicidir. Çünkü her gün yeni bir yerden doğan güneşin pek çok doğuş yeri olduğu gibi, yıldızların da doğuş yerleri vardır. Ayrıca bununla ciddi bir ibâdet hayatıyla kalbe açılacak olan mânevî doğuş yerlerine de işaret edildiği söylenebilir. Bu bakımdan “doğuş yerleri” tâbirinin kullanılması ayrı bir incelik ve önem taşımaktadır. Şunu da ifade etmek gerekir ki, gün doğumu ve gün batımı noktalarında karanlığı aydınlığa ve aydınlığı karanlığa çeviren Yüce Allah, gönderdiği Kur’ân-ı Kerîm sâyesinde de küfür, zulüm ve cehâlet karanlıklarını dağıtacak ve hidâyete susamış gönülleri iman ve İslâm nuruyla tenvîr edecektir. Çünkü O, bütün zamanların ve mekanların tek hâkimidir. O’nun hükümranlığının işaretlerine gelince:

  1. Şüphesiz biz yere en yakın göğü muhteşem güzelliklerle, parlak birer inci demeti gibi ışıldayan yıldızlarla süsledik.
  2. O göğü her türlü azgın ve isyânkâr şeytana karşı koruduk.
  3. Bu sebepledir ki onlar yükselip yüce melekler meclisini dinleyemezler. Her ne zaman dinlemeye kalkışsalar, her taraftan alevli yıldızlarla taşlanırlar.
  4. Son derece alçaltılmış, onurları kırılmış bir halde oradan kovulup atılırlar. Hem onlar için devamlı bir azap vardır.
  5. Ancak kulak hırsızlığıyla meleklerin konuşmalarından bir şey kapan olursa, onu da derhal yakıcı ve delip geçici bir ışın kovalayıp yok eder.

“En yakın gök”ten maksat, yeryüzünden bakıldığında seyredilebilen ve içinde yıldızların bulunduğu gökyüzüdür. Burada gökyüzünün yıldızlarla donatılmış muhteşem güzelliği nazarlara sunularak, bunu yaratan kuvvet ve kudretin mükemmelliğine dikkat çekilir. Şeytanlar daha önceleri gökyüzüne yükselir, orada meleklerin kendi aralarında yaptıkları konuşmaları dinler ve bunlardan çalabildiklerini, ilâve ettikleri bir kısım yalanlarla beraber kâhinlerine aktarırlardı. Onlar da güya gaybden haber veriyormuş gibi davranarak insanları kandırırlardı. Resûlullah (s.a.s.)’in nübüvveti ve Kur’an’ın inmeye başlaması ile birlikte gökyüzü daha sıkı bir koruma altına alındı ve şeytanların “mele-i a’lâ”ya yani gök ehlinin, meleklerin bulunduğu yüce meclise yükselip melekleri dinlemeleri yasaklandı. (bk. Cinn 72/8-10) Bundan itibaren gök ehlinin konuşmalarını dinlemek üzere yukarı çıkmak isteyen şeytanlar, her yandan üzerlerine atılan kıvılcımlarla kovalanırlar. Böylece gök haberlerini çalamazlar. Ancak hırsızlama bir haber kapan olursa, onun ardından da ışığı ile havayı delip geçen parlak yahut yakıcı bir şihab yetişir ve onu imha eder. (bk. Hicr 15/17-18) Buna göre, geleceği bildiğini söyleyen kâhinler, medyumlar ve falcılar kesinlikle yalan söylemektedirler. Ayrıca, Kur’ân-ı Kerîm, hiçbir cin ve şeytanın müdâhalesine maruz kalmadan Allah’tan geldiği şekliyle Peygamberimiz (s.a.s.)’e ulaşmıştır.

O hâlde, Allah Teâlâ’nın bunları yapabilecek kudrete sahip olduğunda şüphe edenlere seslenip:

  1. Sor onlara: Kendileri mi yaratılışça daha güçlü kuvvetli, yoksa bizim gök, yer, melekler gibi yarattığımız diğer varlıklar mı? Doğrusu biz o insanları yapışkan bir çamurdan yarattık.
  2. Evet, sen Allah’ın varlığı ve kudreti karşısında hayran kaldın; onlar ise seninle ve Allah’ın âyetleriyle alay ediyorlar.
  3. Kendilerine öğüt verildiğinde düşünüp öğüt almıyorlar.
  4. Gerçeği ortaya koyan bir mûcize görseler, kendileri onunla alay ettikleri gibi, başkalarını da alay etmeye çağırıyorlar.
  5. Diyorlar ki: “Bu Kur’an, başka değil, düpedüz bir büyü!”
  6. “Biz ölüp de toprak ve çürümüş kemik yığını hâline geldikten sonra, yani biz o zaman mı yeniden diriltileceğiz?”
  7. “Önceden ölüp gitmiş atalarımız da, öyle mi?”
  8. De ki: “Evet, hem de zelil ve perişan bir halde diriltileceksiniz.”
  9. Yeniden diriltiliş için yalnızca bir çığlık yeter! Bir de bakarsın ki hepsi kabirlerinden kalkmış etraflarına bakıyorlar.
  10. “Yazıklar olsun bize!” diye feryat edecekler, “İşte bize haber verilen hesap günü!”
  11. Melekler de: “Evet, evet! Sizin dünyada iken yalan saydığınız hüküm günü, işte bu gündür!” diye cevap verecekler.

Göklerin, yerin, bunlardaki büyük ve komplex varlıkların yaratılması, elbette insanın yaratılışına göre daha büyük bir kuvvet ve kudreti gerektirir. Yani insanın yaratılışı bunlar karşısında daha basit kalır. Gerçi insanı da yapışkan bir çamurdan yaratan Allah’tır. Buradan çıkarılacak netice şudur: Bu kadar muazzam varlıkları yaratan ve idâre eden Allah’ın, ölüleri diriltmeye gücü yeter. Yalnız bunu anlayabilmek için selim bir akılla düşünmeye, derin bir tefekkür ve tedebbüre ihtiyaç vardır. Bunun en güzel misâli Resûlullah (s.a.s.)’dir. O, kâinattaki ilâhî kudret akışları ve azamet tecellileri karşısında hayran kalır; bunlar üzerinde derin derin tefekkür edip Yüce Allah’ı tesbih ve tenzih ederdi. Ona tâbi olan mü’minler de böyledir. Onların bu güzel hallerini şu âyet-i kerîmeler daha açık haber verir:

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akl-ı selim sahipleri için pek çok delil ve ibretler vardır. O akıl sahipleri, ayakta dururken, otururken ve yanları üzerine yatarken dâimâ Allah’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür ederler ve: «Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen bütün eksik sıfatlardan pak ve uzaksın. Bizi cehennem azabından koru!» derler.” (Âl-i İmrân  3/190-191)

Peygamber ve mü’minler karşısında başka bir grup var ki, bunlar kâfirlerdir. Bunlar, mü’minlerin hayran kaldıkları şeyleri alaya alıyorlar. Kur’an’ı, Peygamber’i ve bunların haber verdiği âhireti yalanlıyorlar. Gördükleri mûcizelerle alay edip, onları büyü olarak niteliyorlar. Ölüp toprak ve kemik yığını haline geldikten sonra yeniden dirilişi reddediyor, kendilerinden asırlarca önce ölmüş dedelerinin nasıl dirilebileceğini şirkle bulanmış akıllarına sığdıramıyorlar. Halbuki, bu kadar muazzam kâinatı, varlıkları ve şeref misafiri olan insanı yaratan Allah, İsrâfil’in ikinci kez üflediği korkunç bir sesle herkesi diriltecek, hepsi kabirlerinden fırlayıp sağa sola bakmaya başlayacaklar. Onlar, bu günün, Peygamber (a.s.)’ın haber verdiği hesap günü olduğunu hemen anlayacaklar. Fakat hazırlıksız yakalandıkları için “Eyvâh!” diyecek ve pişman olacaklar. Çünkü hesaplarının hiç de iç açıcı olmadığı bellidir. Bunu artık kendileri de farketmektedir:

  1. Allah meleklere şöyle emreder: “Toplayın o zâlimleri, onların eşlerini, zulme ortak olan taraftarlarını ve taptıkları putlarını!
  2. Allah’ı bırakıp da taptıkları. Sonra da hepsine o kızgın alevli cehennemin yolunu gösterin!”
  3. “Durdurun, tutuklayın onları! Çünkü onlar yaptılarından hesaba çekilecekler.”
  4. Sonra kâfirlere seslenir: “Ne oldu size; azaptan kurtulmak için neden birbirinize yardım etmiyorsunuz?”
  5. Hayır! Kimse kimseye yardım edemeyecek. Çünkü bugün herkes Allah’ın emrine tam teslim olmuş durumdadır.

Yâsîn sûresi 55-58. âyetlerde mü’minlerin eşleriyle beraber cennete girmeleri ve oranın nimetlerinden faydalanmaları söz konusu edilmişti. Burada ise müşriklerin kâfir eşleri ve yoldaşlarıyla beraber cehenneme sürüklenip orada tutuklanacakları belirtiliyor. Gerçeğin anlaşılabilmesi için bu sahne, o sahnenin tam karşısına konmaktadır. Müşriklerin taptıkları putların da kendileriyle beraber cehenneme sürülmesi, onlara tapmanın ne kadar akılsızca bir iş olduğunu gösterir. Cenâb-ı Hak hem müşrikleri hem de onların putlarını ve tâbi oldukları önderlerini mahşer yerinde durduracak. Onlara azarlayıcı bir hitapla: “Ne oldu size; azaptan kurtulmak için neden birbirinize yardım etmiyorsunuz?” (Saffât 37/25) buyuracak. Çünkü müşrikler, taptıkları putların ve peşinden gittikleri efendilerin, başları dara düştüğü zaman kendilerine yardım edeceklerini sanıyor, hep bu kuruntu ile hareket ediyorlardı. Mahşer günü bunun boş bir hayal olduğunu anlayacaklardır. Zira burada bütün ins ü cin Yüce Allah’ın emrine boyun eğecek, O’nun izni olmadan bir şey yapmak veya söylemek imkânsız hale gelecektir.

Cehenneme girmeleri kesinleşen grubun kendi aralarında yaşanan tartışmalara Kur’ân-ı Kerîm sıkça yer verir. Burada da o tartışmalardan bir kesit nakledilir:

  1. Derken birbirlerine dönüp, karşılıklı söz düellosuna başlarlar.
  2. Tâbi olanlar önderlerine: “Evet, siz sanki iyiliğimizi istiyormuşçasına bize yaklaşır ve bâtılı hak göstererek bizi ona çağırırdınız.”
  3. Onlar da şöyle derler: “Hayır, ne münâsebet! Siz zâten inanmak gibi bir niyet taşımıyordunuz.”
  4. “Hem bizim sizi zorlayacak bir gücümüz de yoktu. Aksine siz kendiniz azgın ve isyânkâr bir gürûhtunuz.”
  5. “Artık ne desek boş! Hakkımızda Rabbimizin azap sözü kesinleşmiş bulunuyor. Hiçbir çıkış yolu yok; günahlarımızın cezasını mutlaka çekeceğiz.”
  6. “Evet, sizi baştan biz çıkardık; çünkü zâten kendimiz de azmış gitmiştik.”
  7. Madem öyle, o gün azabı hep birlikte çekecekler.
  8. Biz, inkârcı suçlulara işte böyle davranacağız.

Cehennemlikler birbirlerini suçlarlar. Hususiyle “müstaz’af” dediğimiz zayıflar, kendilerini doğru yoldan saptıran büyüklerine sataşırlar. “Bizi siz yoldan çıkardınız” derler. Onların; “Evet, siz sanki iyiliğimizi istiyormuşçasına bize yaklaşır ve bâtılı hak göstererek bizi ona çağırırdınız” (Saffât 37/28) sözü, burada kullanılan Arapça “yemin” kelimesine verilen mânalar dikkate alınarak şöyle izah edilir: Birincisi; “yemin”, yemin etmek mânasındadır: “Siz bize yemin ederek gelirdiniz. Doğru söylediğinize ve doğru yolda olduğunuza yemin ederek bizi kandırırdınız.” İkincisi; “yemin”, sağ taraf, uğur demektir: “Siz bize sağ taraftan gelip bizi kandırır, kendinizi uğurlu kimseler göstererek bizi aldatırdınız.” Üçüncüsü; “yemin”, kuvvetten kinâyedir: “Siz bize kuvvetle gelir, bizi zorla kendinize tabi kılardınız.” Onlar da genelde bu suçlamaları kabul etmez, artık bundan böyle yapılacak bir şeyin olmadığını ve hak ettikleri azabı çekmekten başka çârenin kalmadığını söylerler. Sonunda birlikte cehennemi boylarlar. (bk. Sebe’ 34/31-33; Mü’min 40/47-48) Buna göre, 34. âyetteki “inkârcı suçlular” şeklinde tercüme edilen “mücrimîn” kelimesinden, kâfirlerin kastedildiği anlaşılmaktadır.

Mahşer yerinden nakledilen bu manzaranın hedefi, toplumların hem idârecilerini hem de onların peşinden gidenleri uyarmaktır. İdareciler ve fikir önderleri, yarın böyle bir suçlamayla karşı karşıya kalacaklarını düşünerek insanları yanlış yollara sürükleyecek uygulamalardan kaçınmalıdır. Tâbi olanlar da başkalarının güdümüne girmeden, onurlu ve haysiyetli bir şahsiyet sergileyerek, Allah’ın huzurunda sorumlu olacakları inanç ve amel hususlarında kendi iradeleriyle hür ve şuurlu bir şekilde karar verebilmelidirler.

O bedbahtların böyle ebedî bir azaba uğramalarının sebebine gelince:

  1. Onlara: “Allah’tan başka ilâh yok” dendiği zaman büyüklük taslıyorlardı.
  2. “Delirmiş bir şâirin sözüne güvenerek hiç ilâhlarımızı terk eder miyiz? Olacak iş mi bu?” diyorlardı.
  3. Hayır! O ne delidir, ne de şâir. O gerçeği getirmiş, önceki bütün peygamberleri de doğrulamıştır.
  4. Hiç şüphesiz siz o can yakıcı azabı tadacaksınız.
  5. Fakat, fazla değil, sadece yaptığınız kötülüklerin cezasını çekeceksiniz.

Müşrikleri cehenneme sürükleyen sebeplerin başında şunlar geldiği anlaşılmaktadır:

Birincisi; onlar, Allah’ın birliğine inanmıyorlardı. Kendilerine “Lâ ilâhe illallah” yani Allah’tan başka ilâh olmadığı söylendiğinde büyüklük taslayıp bu inancı kabule yanaşmıyorlardı. Çünkü kelime-i tevhid, kuru bir sözden ibaret olmayıp, onu kabullendiğinde hayat tarzını buna göre tümüyle değiştirmesi gerekmekteydi. Putperestlik anlayışı üzere bina edilen câhiliye değer yargılarını ve içtimâî düzeni bırakıp, İslâm’ın istediği düzeni benimseme ve onu yaşama mecburiyeti söz konusu idi. Bu sebeple, tevhid sözü onları fevkalade rahatsız ediyordu.

İkincisi; yine aynı sebepten hareketle onlar, Resûlullah (s.a.s.)’in peygamberliğini kabul etmiyorlardı. Çünkü onun getirdiği sistem ve yaptığı düzenlemeler işlerine gelmiyordu. Peygamber (s.a.s.)’in yerleştirmek istediği hayat anlayışı, onların kurulu düzenlerini tehdit ediyor ve bir kısım nefsânî hesaplardan vazgeçmelerini gerektiriyordu. Bu ise onlara ağır geliyordu. Çıkar yol ise Peygamber’le mücâdeleye girişmek, onu davasından vazgeçirmeğe çalışmak, tesirini kırmak ve ilerlemesini durdurmaktı. Bu bakımdan başvurdukları çarelerden biri de Efendimiz (s.a.s.)’i “delilik”le suçlamaktı. İddialarına göre, ne söylediğini bilmeyen bir deli yüzünden putlarını terk etmek olacak şey değildi. Aslında bu nevi girişimlerin maksadı, insanların uyanıp gerçeği görmelerini engellemek, böylece putperest düzenin kendilerine sağladığı çıkarlardan yararlanmaya devam etmekti.

Gerçek şu ki Peygamber, deli değil, aksine geldiği toplumun en akıllı insanı idi. Getirdiği Kur’an, gerçeğin ta kendisi idi. Kendiliğinden bir din üretmediği gibi, ilk defa peygamberlik iddiasında bulunan bir şahsiyet de değildi. Onun getirdiği mesajlar, önceki peygamberlerin haber verdiklerini aynen doğrulamaktaydı. O halde, önceden olduğu gibi bundan böyle de, Peygamber’e iman ve itaat şarttır. Ona iman etmeyenler, cehennem azabını tadacaklardır. Ancak ilâhî adâlet gereğince kimseye haksızlık yapılmayacak, herkes ancak yaptığına göre karşılık görecektir.

Kâfirlerin uğrayacağı fecî âkibete karşılık, hayatlarını Peygamber (s.a.s.)’e iman, itaat ve sâlih amel temelleri üzerine bina eden mü’minlere tarifi imkânsız mükâfatlar müjdelenir:

  1. Ancak Allah’ın ihlâsa erdirdiği kullar başka!

اَلْمُخْلَصُ  (muhlas), ihlâsa erdirilmiş kimse demektir. Bunlar, şirkin açık ve gizli her türlüsünü terk edip ibâdetlerini sırf Allah rızâsı için yapan mü’minlerdir. İnsanın bu mertebeye yükselebilmesi için, kendi gayretleriyle beraber Allah’ın hususi bir yardımının da yetişmesi gerekir. Zira “muhlas” kelimesinde bu mânaya işaret vardır. Cenâb- Hak, böyle olan kullarını cennetlere yerleştirecek, onları orada çeşitli nimetlerle ağırlayacaktır. Cennet nimetlerinden burada şunlar zikredilir:

✺ Naîm cennetleri; yani ebedi nimetlerle tıklım tıklım dolu cennetler,

✺ Türlü türlü cennet meyveleri,

✺ Başka âyetlerden de öğrendiğimize göre çeşitli mücevheratla işlenmiş, süslenmiş koltuklar. Cennetlikler, onlar üzerinde dostâne bir şekilde karşılıklı oturup sohbet edecekler.

✺ Akıp çağıldayan tertemiz kaynaklardan doldurulmuş, son derece berrak, içenlere doyumsuz lezzet ve haz veren içecekler. Bunlar ne dünyadaki alkollü içecekler gibi insanı sersemletir, ne bir zararı olur, ne de sarhoş yapar. “Akan kaynak”tan olması, onların bolluğunu gösterir. Nitekim Muhammed (s.a.s.) sûresinde haber verildiğine göre, cennette sudan, sütten, şaraptan ve süzme baldan ırmaklar akmaktadır. (Muhammed 47/15)

✺ Hanımlar. Bakışlarını yalnızca beylerine çevirmiş, başka erkeklere bakmayan, iffetli, hayalı, yumuşak bakışlı, güzel gözlü dilberler. Renkleri, toz ve topraktan korunmuş, tüyler içinde saklanmış deve kuşu yumurtası gibi; beyazla çok hafif kırmızı karşımı gül rengi gibi. Beyaz, pürüzsüz, güzel tenli eşler. Bunlar her türlü lekeden uzaktır ve kendilerine hiçbir el değmemiştir.

Şimdi size cennetliklerin doyumsuz sohbetlerinden bir kesit sunuluyor:

  1. Onlar için özel hazırlanmış nimetler vardır:
  2. Türlü türlü meyveler… Onlar çok değerli misafirler olarak ağırlanır, sürekli ikrâm görürler;
  3. Nimetlerle dopdolu cennetlerde.
  4. Çeşitli mücevherlerle işlenmiş koltuklar üzerinde otururlar.
  5. Çevrelerinde, çağıldayan tertemiz bir kaynaktan doldurulmuş kadehler dolaştırılır.
  6. Duru mu duru; içenlere pek hoş gelir, lezzet verir.
  7. İçinde zararlı ve sersemletici hiçbir şey bulunmaz; ondan içmekle sarhoş da olunmaz.
  8. Yanlarında da gözlerini sadece kocalarına çevirmiş, yumuşak bakışlı, ceylan gözlü eşler vardır.
  9. Sanki onlar, gün yüzü görmemiş, toz topraktan korunmuş beyaz ve pürüzsüz deve kuşu yumurtaları gibidir.

اَلْمُخْلَصُ  (muhlas), ihlâsa erdirilmiş kimse demektir. Bunlar, şirkin açık ve gizli her türlüsünü terk edip ibâdetlerini sırf Allah rızâsı için yapan mü’minlerdir. İnsanın bu mertebeye yükselebilmesi için, kendi gayretleriyle beraber Allah’ın hususi bir yardımının da yetişmesi gerekir. Zira “muhlas” kelimesinde bu mânaya işaret vardır. Cenâb- Hak, böyle olan kullarını cennetlere yerleştirecek, onları orada çeşitli nimetlerle ağırlayacaktır. Cennet nimetlerinden burada şunlar zikredilir:

✺ Naîm cennetleri; yani ebedi nimetlerle tıklım tıklım dolu cennetler,

✺ Türlü türlü cennet meyveleri,

✺ Başka âyetlerden de öğrendiğimize göre çeşitli mücevheratla işlenmiş, süslenmiş koltuklar. Cennetlikler, onlar üzerinde dostâne bir şekilde karşılıklı oturup sohbet edecekler.

✺ Akıp çağıldayan tertemiz kaynaklardan doldurulmuş, son derece berrak, içenlere doyumsuz lezzet ve haz veren içecekler. Bunlar ne dünyadaki alkollü içecekler gibi insanı sersemletir, ne bir zararı olur, ne de sarhoş yapar. “Akan kaynak”tan olması, onların bolluğunu gösterir. Nitekim Muhammed (s.a.s.) sûresinde haber verildiğine göre, cennette sudan, sütten, şaraptan ve süzme baldan ırmaklar akmaktadır. (Muhammed 47/15)

✺ Hanımlar. Bakışlarını yalnızca beylerine çevirmiş, başka erkeklere bakmayan, iffetli, hayalı, yumuşak bakışlı, güzel gözlü dilberler. Renkleri, toz ve topraktan korunmuş, tüyler içinde saklanmış deve kuşu yumurtası gibi; beyazla çok hafif kırmızı karşımı gül rengi gibi. Beyaz, pürüzsüz, güzel tenli eşler. Bunlar her türlü lekeden uzaktır ve kendilerine hiçbir el değmemiştir.

Şimdi size cennetliklerin doyumsuz sohbetlerinden bir kesit sunuluyor:

  1. Cennet ehli, bu halde otururken birbirlerine yönelir, candan bir sohbete dalarlar.
  2. İçlerinden biri şöyle anlatır: “Sahi, benim çok yakın bir arkadaşım vardı.”
  3. “Yanıma gelir, iğneli iğneli: «Sen de mi» derdi, «yeniden dirileceğimize inanıyorsun?»”
  4. “«Biz ölüp de toprak ve çürümüş kemik yığınına dönüştükten sonra, yani biz o halde iken mi diriltilip hesaba çekileceğiz?» diyerek âhireti inkâr ederdi.”
  5. Sonra: “O zâlimin şimdi ne halde olduğunu görmek ister misiniz?” der.
  6. Derken bakar da, onu kızgın alevli cehennemin tam ortasında görür.
  7. Ona şöyle seslenir: “Allah’a yemin olsun ki, neredeyse beni de içine düştüğün o helâke sürükleyecektin.”
  8. “Eğer Rabbimin lutf u inâyeti yetişmeseydi, şimdi ben de elbette eli kolu bağlanıp cehenneme atılanlardan olacaktım.”

Cennet ehli bir taraftan verilen güzel nimetlerle mütelezziz olurlarken, bir taraftan da kendi aralarında sohbet edecek, dünya günlerini hatırlayıp oradan kalan hatıraların muhabbetini yapacaklardır. Burada anlatıldığına göre, bir sohbet esnâsında cennetliklerden birinin aklına dünyadayken öldükten sonra dirilmeye, hesap ve cezaya inanmayan bir yakını gelir. Arkadaşlarıyla birlikte onun durumunu merak edip giderler. Onun çılgın cehennem ateşinin ortasına atıldığını görürler. İman edip cehennemden kurtuldukları ve cennete eriştikleri için Allah’a şükrederler. Bu manzara, âhirete inanmayanlara gittikleri yanlış yoldan dönmeleri için bir uyarı, mü’minlere de bir müjdedir.

İbn Mesud (r.a.) der ki: “Cennet ile cehennem arasında pencerecikler vardır. Mü’min dünyada iken düşmanı olan birini görmek istediği zaman bu pencereciklerin birinden bakar.” (Zemahşerî, el-Keşşâf, V, 113)

Sonra cennetliklerin kendi aralarındaki sohbet şöyle hitama erdirilir:

  1. Sonra cennetteki arkadaşlarına dönerek şöyle devam eder: “Artık bir daha ölmeyeceğiz, değil mi?”
  2. “Dünyadan ayrılırken tattığımız o ilk ölümümüzden başka? Azaba da uğratılmayacağız, değil mi?”
  3. “Şüphesiz en büyük başarı ve kurtuluş işte budur!”
  4. “Çalışacak olanlar, işte böyle bir başarıya ulaşmak için çalışsınlar!”

Cennetlikler, bir şüpheden hareketle değil, orada artık bir daha ölümün olmadığını; dünya ve âhiret azaplarından hiçbirinin artık kendilerine ulaşmayacağını öğrenince duydukları şaşkınlık ve o büyük mutluluk sebebiyle “Bir daha ölmeyeceğiz, değil mi? Bize bir azap bulaşmayacak, değil mi” diyeceklerdir. Bu ifadeler, onların eriştikleri huzur ve mutluluğun derecesini göstermektedir.

Dünyada önümüze hedef olarak koyduğumuz bir takım başarı ölçülerimiz olabilir. Onları başardıkça da sevinebiliriz. Bir okul bitirmek, bir kitap yazmak, bir rütbeye erişmek, uluslararası bir ödül kazanmak, iyi bir ticaret yapıp büyük kârlar elde etmek, ev almak, araba almak vs. bu fani başarılara birer misaldir. Fakat Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesi ve burada sunulan dehşetli âhiret manzarasının delâletiyle, en büyük başarının cennete ve rızây-ı Bârî’ye erişmek olduğu anlaşılır. Dünyadaki meşrû say ü gayretimizi ihmal etmemekle beraber, kendisinde çalışma ve bir şeyi başarma azmi olanların esas âhiret başarısı için çalışmaları, hatta dünyadaki tüm meşguliyetlerini de bu istikâmete yönlendirmeleri istenir. Çünkü böyle yapmakla kurtulacağı cehennem azabı ile elde edeceği cennet nimetlerini kıyaslamak bile zordur:

  1. Allah buyurur: Şimdi iyi düşünün! Cennette böyle bir kabul ve ağırlanma mı daha iyidir, yoksa cehennemlikleri bekleyen zâkkûm ağacı mı?
  2. Biz onu zâlimler için bir imtihan ve azap sebebi kıldık.
  3. O, kızgın alevli cehennemin tâ dibinde bitip çıkan bir ağaçtır.
  4. Meyveleri, şeytanların başları gibi korkunç ve tiksindiricidir.
  5. Cehennemlikler bundan yer ve karınlarını tıka basa bununla doldururlar.
  6. Bu yedikleri üzerine onlara, içine irin ve kusmuk karıştırılmış kaynar sudan bir içecek vardır.
  7. Sonra onların dönecekleri yer yine cehennemdir.

اَلزَّقُّومُ (zakkûm), Tihâme bölgesinde yetişen küçük yapraklı, meyvası acı, kötü kokan bir ağacın adıdır. Ondan çıkan sıvı bedene bulaşması halinde deriyi tahriş eder. Cehennemin tâ dibinden bitip çıkacak bu ağacın meyveleri sanki şeytanların başları gibi olacaktır. “Şeytan başı” ifadesi, zakkum ağacının meyvelerinin gerçekten çok çirkin, son derece iğrenç ve kötü olduğunu anlatır. Nitekim dilimizde temiz ve nûrânî bir insan meleğe, güzel bir kadın periye, çirkin bir kadın da cadıya benzetilir. İşte cehennemlikler istemeyerek de olsa bu ağacın meyvelerinden yer, karınlarını bununla tıka basa doldururlar. Yerken dikenli o yiyecekler boğazlarına takılınca geçirmek için içecek bir şeye ihtiyaç duyarlar. Kendilerine irin ve kusmuk karıştırılmış son derece kaynar sudan içecek verilir. Onu içince de bağırsakları yanar, lime lime olup arkalarından dökülür. (bk. Muhammed 47/15) Yemeklerini böyle âfiyetle (!) yiyip sularını içtikten sonra daha büyük bir azaba tâbi tutulmak üzere tekrar cehennemdeki yerlerine döndürülürler.

  1. âyette geçen اَلْفِتْنَةُ (fitne) kelimesi “imtihan” anlamına da gelir. Zakkum ağacının zâlimler için imtihan kılınması ile alakalı şöyle bir rivayet nakledilir: Cehennemde böyle bir ağaç bulunacağı bildirilince Ebû Cehil gibi fırsatçı müşrikler, “Muhammed hem cehennemin taşı bile kavuracağını söylüyor hem de orada ağaç biteceğinden söz ediyor” diyerek Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’i alaya aldılar, böylece inkârları daha da artmış ve zakkum ağacı onlar için ayrı bir imtihan mevzuu oldu. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXIII, 74)

Peki müşrikleri böyle acı bir sona sürükleyen sebep neydi:

  1. Çünkü onlar atalarını yanlış yol üzerinde buldular.
  2. Ne var ki, kendileri de onların izlerinde koşmaya can atıyorlar.

Müşrikleri böyle feci bir âkıbete sürükleyen sebep, babalarını sapık bir yolda buldukları halde, bunun doğru mu yanlış mı olduğunu düşünmeden, canla başla onların izlerini takip etmeleridir. Halbuki Peygamberimiz (a.s.), onlara yanlış yolda olduklarını ısrarla hatırlatmakta, böyle devam ettikleri takdirde âkıbetlerinin hiç de iyi olmayacağı konusunda onları uyarmaktaydı. O halde insan, aklını kullanarak doğruyu bulmalı, bunun için mutlaka vahyin sesine kulak vermeli; birisine olan sevgi, saygı ve bağlılığı, kendisini körü körüne yanlış bir yola sevk edip de âhiretini mahvetmemelidir.

Şunu da unutmamak gerekir ki, gerçeği kabullenme konusunda müşriklerin sergilediği bu olumsuz tavır daha önce yaşanmamış bir şey değildi:

  1. Onlardan önce gelip geçmiş toplumların çoğu da aynı şekilde doğru yoldan sapmıştı.
  2. Biz, onlara da içlerinden uyarıcı peygamberler göndermiştik.
  3. Şimdi bak, o uyarılanların sonu nasıl oldu?
  4. Ancak Allah’ın ihlâsa erdirdiği samimi kullar başka!

Önceki toplumların pek çoğu da, aynen müşrikler gibi, peygamberlerin uyarılarına kulak asmamış ve helak edilmişlerdi. İçlerinden ancak, yine Cenâb-ı Hakk’ın nusret ve tevfikiyle, ihlas ve samimiyetle kulluk edenler kurtulmuşlardı. Şimdi buradan itibaren bu hususa daha önce güzerân eden bir kısım peygamberlerin hayatından misaller verilmektedir:

  1. Vaktiyle Nûh yardım için bize yalvarmıştı; biz de onun duâsını en güzel bir şekilde kabul buyurduk:
  2. Kendisini ve yanındaki mü’minleri o büyük felâketten kurtardık.
  3. Yeryüzünde yalnız onun ve ona inananların neslini devam ettirdik.
  4. Sonraki nesiller arasında onun için güzel bir nâm bıraktık.
  5. Bütün âlemler içinde selâm olsun Nûh’a!
  6. Biz iyilik eden ve işini güzel yapanları işte böyle mükâfat­landırırız!
  7. Gerçekten o bizim mü’min kullarımızdandı.
  8. Nûh’u kurtarmamızın ardından, gemiye binmeyip geride kalan kâfirleri de suda boğduk!

Hz. Nûh uzun bir tebliğ döneminden sonra kavminin imana gelmesinden artık ümidini kesmiş ve Yüce Allah’a: “Rabbim ben mağlup oldum; bana yardım et, benim intikamımı al” diye yalvarıp yakarmıştı. (bk. Kamer 54/10) Allah Teâlâ da onun duasına en güzel biçimde icâbette bulunup, kopardığı tufanla kâfirleri helak etmiş ve iman edenleri kurtarmıştı. Ondan sonra insanlık, Hz. Nûh ve beraberinde gemiye binenlerin sulbünden devam etmiştir. Sonra gelen nesiller arasında Hz. Nûh ve ona inananlar hep hayırla anılmış, Cenâb-ı Hakk’ın “Nûh’a selâm olsun” fermanı, çağlar boyu insanların dil ve gönüllerinde hep yankılanmıştır. Şâirin:

“Ben ölünce arama kabrimizi yerlerde,

Ehl-i dil sînelerinde yeri var kabrimizin” (Hasıf Yûsuf Cemil Ararat)

diyerek bahsettiği mâna onlar ve onlar gibiler içindir. İnkârcılar ise hem helak olup gitmişler, hem de adları sanları unutulmuştur. Allah iyilik ve ihsan sahiplerini hep böyle mükâfatlandırır. Onların namlarını hayırla devam ettirir. Onun kanunu böyledir.

Burada, Hz. Nûh, kavminin zulmünden nasıl kurtarılmış ise, Peygamberimiz (s.a.s.) ve beraberindekilerin de bir süre sonra Mekkeli müşriklerin zulmünden öylece kurtarılacaklarına; sonraki çağlarda da yine peygamberler gibi din yolunda ihlaslı ve samimi bir hizmet yürütenlerin mutlaka başarıya erişeceklerine bir işaret vardır. Hz. İbrâhim’in hâli buna ne güzel misaldir:

  1. İbrâhim de, Nûh’un izinden gidenlerdendi.
  2. O, her türlü mânevî hastalıklardan uzak, tertemiz ve bir kalple Rabbine yönelmişti.
  3. Hani o, babasına ve halkına şöyle sormuştu: “Nedir bu taptığınız şeyler?”
  4. “Sırf bir yalan ve iftirâ olsun diye mi Allah’tan başka ilâhlar peşindesiniz?”
  5. “Peki, başkasına taptığınız halde, huzuruna vardığınızda Âlemlerin Rabbinin size nasıl davranacağıyla ilgili düşünceniz nedir?”

Hz. İbrâhim, Nûh (a.s.)’dan sonra tevhid dinini tebliğ ederek onun yolundan yürüyen bir peygamberdir. Diğer peygamberler de böyledir. İbrâhim (a.s.)’ın sözün başında hemen dikkat çekilen hususiyeti “selim bir kalp” ile Rabbine yönelen bir kul olmasıdır. “Selim kalp”, hülâsa olarak, inkâr, küfür ve şirk gibi yanlış itikatlardan; kibir, gurur, haset, kin, öfke, riya, cimrilik gibi ahlâkî hastalıklardan ve nefsanî aşırılıklardan kurtulmuş; ruhun tekâmül ve terakkisini sağlayacak sâlih amellerin ve güzel davranışların kaynağı, güzel hasletlerle tezyîn olunmuş manevî şahsiyeti ifade eder.  İşte Hz. İbrâhim böyle bir üstün şahsiyete sahip olduğundan, kendisine tâbi olanlarla birlikte müslümanlar için “güzel bir numûne” olarak gösterilmiştir. (bk. Mümtehene 60/4)

İbrâhim (a.s.) babasına ve kavmine putperestliğin mânasız, gereksiz ve mesnetsiz sapık bir inanç olduğunu aklî ve mantıkî delillerle ısrarla izah etmeye çalışır. Âlemlerin Rabbi olan Allah varken öyle uydurma tanrılara tapmanın doğru olmadığını söyler. Fakat onları bir türlü iknâ edemez ve söz dinletemez. (bk. En‘âm 6/74-81; Meryem 19/42-47) Bunun üzerine, iyice kronik hâle gelmiş bu probleme farklı bir çözüm üretmek gerektiği üzerinde düşünür. Zihninde bir plan kurarak onu uygulamak için fırsat kollar:

  1. Sonra bir bayram gecesi yıldızlara şöyle göz attı:
  2. “Gerçekten ben hastayım” dedi.
  3. Halk, kendilerine bulaşır korkusuyla onu bırakıp arkalarını döndüler ve gittiler.
  4. İbrâhim fırsatı değerlendirip çaktırmadan putların yanına sokuldu. Önlerine konmuş yemeklerin öylece durduğunu görünce: “Yesenize, niye yemiyorsunuz?” diye sordu.
  5. “Neyiniz var sizin, niçin konuşmuyorsunuz?”
  6. Bunun üzerine yanlarına iyice sokulup bütün kuvvetiyle putlara vurmaya başladı, böylece hepsini kırıp geçirdi.

Bir bayram gecesi halkın eğlenmek üzere şehrin dışına gidecek olması, beklediği fırsat için güzel bir kapı araladı. Ailesi, kendileri ile beraber gelmesi için İbrâhim’e teklifte bulundularsa da, İbrâhim, kavminin âdeti olduğu üzere şöyle yıldızlara bakıp, sanki onlardan elde ettiği bir bilgiye dayanıyormuşçasına “gerçekten ben hastayım, herhalde sizinle beraber gelemeyeceğim” demişti. Hatta o dönemde bulaşıcı ve öldürücü bir hastalık olan vebâya tutulduğunu söylemişti. Böyle olunca, hastalığın kendilerine de bulaşmasından korkan putperest halk onu terk edip kaçmışlardı. Şehirde yalnız kalan İbrâhim (a.s.), gizlice putların yanına sokuldu, onların yemeyen ve konuşamayan zavallı yaratıklar olduklarıyla alay etti ve eline geçirdiği balta ile hepsini kırıp parçaladı. (bk. Enbiyâ 21/57-58)

Fazla zaman geçmeden olayın haberi her tarafa yayıldı:

  1. Hâdiseyi duyan halk, telaşla ve süratle İbrâhim’in başına üşüştüler. Neden böyle yaptığını sordular.
  2. İbrâhim onlara şöyle çıkıştı: “Yoksa siz ellerinizle yonttuğunuz, kendilerini korumaktan âciz bu heykellere mi tapıyorsunuz?”
  3. “Oysa sizi de, yaptığınız şeyleri de yaratan Allah’tır.”
  4. Onlar ise: “İbrâhim için büyük bir fırın yapıp odunları tutuşturun ve onu alevlerin içine atın” dediler.
  5. Böylece ona tuzak kurmaya yeltendiler. Fakat biz heveslerini kursaklarında bırakıp onları perişan ve zelil duruma düşürdük.

Enbiyâ sûresinin 59-71. âyetlerinde daha geniş anlatıldığına göre, bayram şenliğinden dönen halk putların paramparça edilmiş olduğunu görünce, bunu yapanın kim olduğunu araştırdılar. Sonunda o kişinin, putları diline dolayan ve zaman zaman onlara düşmanlığını ilan eden Hz. İbrâhim olabileceğini düşünüp koşarak ona vardılar. Niçin böyle yaptığını sordular. İbrâhim (a.s.) bunun sebebini şöyle açıkladı:

❀ Taptığınız bu putlar, yaratıcı, kudret sahibi, emredici bir özelliğe sahip değildir. Bunlar bizzat kendi ellerinizle yonttuğunuz, yapıp diktiğiniz cansız nesnelerdir. Akıllı ve şerefli varlıklar olan siz insanların bunlara tapmasını doğru bulmadım. Sizi bu zilletten kurtarmak için böyle yaptım.

❀ Sizi de yaptığınız şeyleri de dolayısıyla yonttuğunuz bu putların taş, tahta, çivi, harç gibi malzemelerini de yaratan Allah Teâlâ’dır. Sizin putları terk edip gerçek yaratıcıya yönelebilmeniz ve sadece O’na kulluk edebilmeniz için böyle yaptım.

Putperest halk, putlarını kırmakla Hz. İbrâhim’in kendilerine yaptığı iyiliğin kıymetini anlayabilecek bir firâsete sahip değillerdi. Onu cezalandırmaya karar verdiler. Büyük bir fırın yaptılar. İçine odunları doldurup ateş yaktılar. İbrâhim’i alevlerle yanan o ateşin içine attılar. Fakat Cenâb-ı Hak ateşi ona serin ve selâmet kıldı. (bk. Enbiyâ’ 21/69) Kâfirlerin tuzaklarını boşa çıkarıp onları başarısız olanlardan, mücadelede altta kalanlardan ve maksatlarına erişemeyenlerden yaptı.

Böylece Hz. İbrâhim’in oradaki tebliğ vazifesi sona ermiş oldu. Bunun üzerine:

  1. İbrâhim karar verdi: “Ben Rabbimin rızâsı için hicret ediyorum. Rabbim beni, kendisine en güzel şekilde kulluk yapabileceğim bir yere elbette ulaştıracaktır” dedi.
  2. Ardından da: “Rabbim! Bana sâlihlerden olacak bir erkek çocuk bağışla!” diye duâ etti.
  3. Biz de ona yumuşak huylu, aklı başında bir oğul müjdeledik.

Hz. İbrâhim, putlara tapmakta ısrar eden günahkâr bir toplum içinde artık daha fazla kalamayacağını anladı. Hicrete karar verdi. Doğduğu ve yaşadığı toprakları terk edip, kalp huzuru içinde Rabbine kulluk edebileceği bir yere gitmeyi istedi. Bu hususta Rabbinin kendine en doğru yolu göstereceğinden emindi. 99. âyet-i kerîme, hicret etmek ve uzlete çekilmek konusunda aslî delillerden biridir. Allah’a layık bir kulluk için hicret ve uzleti tercih eden ilk kişi de Hz. İbrâhim olup Şam topraklarına ve Beyt-i Makdis’e hicret etmiştir.

Bu sırada İbrâhim (a.s.)’ın henüz çocuğu yoktu. Bu sebeple Rabbinden, gurbette teselli bulacağı sâlih bir erkek evlatla kendisine yardım etmesini istedi. Buradan, sâlih olma şartıyla bir babanın Allah’tan erkek çocuk istemesinin doğru ve güzel bir iş olduğu neticesi çıkarılabilir. Cenâb-ı Hak da ona yumuşak huylu, akıllı, uslu, itaatkâr bir erkek çocuk müjdeledi. “Şu ihtiyarlık çağımda bana İsmâil’i ve İshâk’ı lütfeden Allah’a hamdolsun! Elbette Rabbim, duaları hakkiyle işitendir” (İbrâhim 14/39) âyetinden de anlaşılacağı üzere, bu müjdenin tahakkuku hemen değil hayli zaman sonra, Hz. İbrâhim ve hanımının iyice yaşlandığı bir dönemde olmuştur.

Allah Teâlâ ilk olarak İbrâhim (a.s.)’a Hacer validemizden oğlu İsmâil’i lütfetti:

  1. Çocuk büyüyüp de, beraberinde çalışıp çabalayacak yaşa gelince İbrâhim bir gün: “Evlâdım! Son birkaç gecedir rüyâmda seni kurban etmem gerektiğini görüyorum. Ne dersin, bir düşün bakayım?” dedi. Çocuk hiç tereddüt etmeden: “Babacığım! Sana emredilen neyse onu yap; inşallah beni sabredenlerden bulacaksın” diye cevap verdi.
  2. İkisi de Allah’ın emrine tam mânasıyla teslim olmuştu. İbrâhim oğlunu sağ şakağı üzerine yere yatırdı.
  3. Kendisine: “Ey İbrâhim!” diye seslendik.
  4. “Gerçekten sen gördüğün rüYanin gereğini yerine getirdin. Biz, iyilik eden ve işini güzel yapanları işte böyle mükâfatlandırırız.”
  5. Hiç şüphe yok ki bu apaçık bir imtihandı.
  6. Oğlunun canına bedel olarak, ona büyük bir kurbanlık verdik.

Hz. İbrâhim, Hacer ve İsmâil’i Allah’ın emriyle o dönemde ıssız bir vadi olan, kimsenin bulunmadığı Mekke’de Kâbe’nin yanına yerleştirdi, dua edip geri döndü. (bk. İbrâhim 14/37)  Arada bir, onların yanına uğruyordu. Bir seferinde Mekke’de bir rüyâ gördü. Rüyâsında, âyette buyrulduğu gibi İsmâil’i kurban ediyordu. Hz. İbrâhim, rüyâ şeytânî mi, Rabbânî mi diye şüphelendi. Ancak aynı rüyâ üç gün üst üste devam etti. Bu günler, hac mevsiminin tevriye, arefe ve bayramın birinci günü idi. İsmâil (a.s.) koşup oynayacak, babasının yanında çalışıp çabalayacak yaşa gelmiş, hayâtının en sevimli çağını yaşıyordu. İbrâhim’in, Allah’a verdiği sözü yerine getirmesi için, oğlu İsmâil’i kurban etmesi gerekiyordu.

Hz. İbrâhim gördüğü rüyayı henüz hayatının baharında olan biricik yavrusu sevimli İsmâil’e açınca, o peygamber namzedi çocuğun verdiği cevap Allah’a teslimiyetin zirve noktalarını gösteren ve çağlar boyu mü’min gönüllerde “Âh teslimiyet!” ateşini alevlendiren bir mâhiyet arz ediyordu:

“- Babacığım! Emrolunduğunu yap; inşallah beni sabredenlerden bulursun. Bıçağını iyi bileyle ki hemen kessin. Böylece can vermek daha kolay olur. Bıçağı çekerken de yüzüme bakma. Belki babalık şefkati ile Allah’a olan sözünü geciktirebilirsin. Senden ayrılınca Rabbime, dünya nimetlerinden ayrılınca cennete ka­vuşacağım. Benim asıl hüznüm, canımı vermem değil, kendi elinle kurban ettiğin evlâdının acısını ve hasretini ömür boyu unutamayacak olmanadır…” dedi.

Baba-oğul, bu şekilde Allah’ın emrine tam bir teslîmiyet gösterdiler. İbrâhim (a.s.) ciğerparesini kurban etmek üzere büyük bir azim ve kararlılıkla sağ şakağı üzerine yatırdı. Tam kurban edecekken Cebrâil  (a.s.) yetişti. Bıçağı köreltip kesmez hale getirdi. Cenâb-ı Hak İbrâhim’e rüyâsına sadakat gösterdiğini, gereğini tam olarak yerine getirmede samimi davrandığını, hele o yaşlılık döneminde evladına olan muhabbetinin Allah’ın emrini yerine getirmesine mani olmadığını, tam bir iman ve teslimiyet imtihanından geçip bunu kazandığını haber erdi. Ardından Cebrâil (a.s.) cennetten kurban edilecek büyük bir koç indirdi. (bk. Hâkim, el-Müstedrek, II, 605-606; Taberî, Târih, I, 263-278)

İbrâhim (a.s.), oğlu ve hanımıyla birlikte Allah’a kulluk yolunda böyle zor soruların imtihanını başarıyla vermesi sebebiyle:

  1. Sonraki nesiller arasında onun için güzel bir nâm bıraktık.
  2. Selâm olsun İbrâhim’e.
  3. Biz, iyilik eden ve işini güzel yapanları işte böyle mükâfat­landırırız.
  4. Şüphesiz o bizim mü’min kullarımızdandı.

Hz. İbrâhim Allah’a tevekkül ve teslimiyeti ile maruf bir peygamberdir. Evvelâ o, yakılmayı göze alacak derecede tehlikelere göğüs gererek putperestlere karşı mücadele vermiştir. Sonra evladını kurban etme ilâhî buyruğuna da tereddütsüz boyun eğmiştir. Onun bu teslimiyetine karşı Allah Teâlâ, hem onun ateşte yanmasını önlemiş hem de oğlunu ölümden kurtarmıştır. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın iyilik ve ihsan sahiplerine nasıl iyi mukabelede bulunduğunun bariz bir misalidir. Yine bu sebepledir ki Yüce Rabbimiz, İbrâhim’in sonraki nesiller arasında selâm ve saygıyla anılmasını sağlamış, ismini ebedileştirmiştir. Nitekim bugün müslümanlar namazlarda okuduğumuz salli ve bârik dualarında, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ile birlikte Hz. İbrâhim’e de devamlı dua ederiz.

İsmâil’den sonra:

  1. Biz ona, sâlihlere dâhil bir peygamber olacak bir başka evlâdı, İshâk’ı müjdeledik.
  2. Hem önceki çocuğa, hem İshâk’a feyiz ve bereketler bahşettik. Ama her ikisinin neslinden Allah’a iyi kulluk edenler bulunduğu gibi, kendisine açıkça zulmedenler de vardır.

İsmâil’den sonra Cenab-ı Hak İbrâhim (a.s.)’a İshâk’ı bahşetmiştir. Onun hem sâlih bir kul, hem de peygamber olacağını haber vermiştir. Allah Teâlâ Hz. İbrâhim’e olduğu gibi oğulları Hz. İsmâil’e ve Hz. İshâk’a bereketler lütfetmiştir. İkisinin de dünya durdukça hürmet ve senâ ile anılmaları, nesillerinin çoğalarak devam etmesi, İsrâiloğulları peygamberlerinin hep Hz. İshâk’ın soyundan gelmesi ve âhir zaman Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.)’in de İsmâil (a.s.)’ın neslinden gelmesi bu feyiz ve bereketin birer tezâhürüdür. Hem Hz. İsmâil hem de Hz. İshâk birer peygamber ve Allah’ın seçkin kulu olmalarına rağmen, nesillerinin kıyamete kadar böyle devam etme garantisi yoktur. Onlardan iyiler de olacaktır, kötülerde. Üstelik babaları İbrâhim (a.s.)’ın “Rabbim! Beni ve zürriyetimi namazı dosdoğru kılanlardan eyle!” (İbrâhim 14/40) diye hususi duası olduğu halde. Çünkü ataların üstünlüğü, evlatlarının da üstün olmasını gerektirmez. Herkes kendi itikat, ahlâk ve ameline, takvâ ve ihsan derecesine göre Hak katında bir değere sahip olacaktır. Bu sebeple ne yahudiler ne de başkaları “Atam şöyleydi, babam hacı ve hocaydı” diyerek kendine bir pay çıkarmaya kalkışmamalıdır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Onlar bir ümmetti, gelip geçtiler. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandığınız da sizedir. Siz, onların yaptıklarından sorgulanacak değilsiniz.” (Bakara 2/134)

Mü’minlerin Allah Teâlâ’ya olan iman ve güvenlerini artıracak bir müjde olarak Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn’a bahşedilen ilâhî lutuflara gelince:

  1. Biz, Mûsâ ve Hârûn’a da büyük bir lutufta bulunduk.
  2. Her ikisini ve kavimlerini o büyük sıkıntıdan kurtardık.
  3. Onlara yardım ettik de neticede üstün geldiler.
  4. Kendilerine, ilâhî gerçekleri ve dünya-âhiret mutluluğunun yollarını apaçık gösteren kitabı verdik.
  5. Her meselede onların doğru yola gitmelerini sağladık.
  6. Sonraki nesiller arasında onlar için güzel bir nâm bıraktık.
  7. Selâm olsun Mûsâ ve Hârûn’a!
  8. Biz, iyilik eden ve işini güzel yapanları işte böyle mükâfatlandırırız.
  9. Gerçekten o ikisi de bizim mü’min kullarımızdandı.

Burada Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn’a ihsan edilen ilâhî lutuflar hatırlatılıyor: Evvelâ Allah Teâlâ onları peygamberlikle şereflendirmiş, onlara doğru yolu göstermiş ve muhtaç oldukları hükümleri açıklayan, açık ve anlaşılır bir dille Tevrat’ı indirmiştir. Onlar vesilesiyle Mısır’da Firavun’un zulmü altında köle muamelesi gören, maddî ve manevî sıkıntılar içinde yaşayan İsrâiloğullarını hürriyetlerine kavuşturmuştur. Firavun ve ordusunu Kızıl Deniz’in azgın suları dibinde boğarken, Mûsâ ile Hârûn ve peşlerindeki İsrâiloğullarını orada boğulmaktan kurtarmıştır. Görüldüğü üzere onları iki tehlikeden birden, yani hem boğulmaktan hem de Firavun’un yakalayıp kendilerini öldürmesinden korumuştur. Böylece ilâhî yardım sayesinde galip gelmişlerdir. (bk. Bakara 2/49-50; A‘râf  7/103-156; Şuarâ 26/52-68)

Hz. Mûsâ, Hârûn ve onların halkına bu şekilde yardım ve lutufta bulunan Cenâb-ı Hak, çok sevdiği Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.) ve ümmetine de, kendisine samimi bir kullukla güvenip dayandıkları takdirde daha büyük lutuflarda bulunacak, onları dünya ve âhiretin başarı ve mutluluğuna eriştirecektir. Bu konuda şüphesiz Hz. İlyâs’ın kıssasından da alınacak dersler vardır:

  1. İlyâs da şüphesiz peygamberlerimizden biriydi.
  2. O zaman kavmine şöyle demişti: “Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?”
  3. “İlâh olarak Ba‘l’e yalvaracak da, her şeyi en güzel ve en uygun biçimde yaratanı terk mi edeceksiniz?”
  4. “Sizin de Rabbiniz, gelmiş geçmiş atalarınızın da Rabbi olan Allah’ı?”
  5. Fakat kavmi onu yalanladı. Bu yüzden onların hepsi tutuklanarak cehenneme atılacaklardır.
  6. Ancak Allah’ın ihlâsa erdirdiği kulları başka!
  7. Sonra gelen nesiller arasında onun için güzel bir nâm bıraktık.
  8. Selâm olsun İlyâs’a ve onun yolundan gidenlere!
  9. Biz, iyilik eden ve işini güzel yapanları işte böyle mükâfatlandırırız.
  10. Gerçekten o bizim mü’min kullarımızdandı.

Hz. İlyâs, İsrâiloğulları’na gönderilen peygamberlerden biridir. Hârûn (a.s.)’ın neslindendir. İsrâîloğulları Filistin’i ele geçirince, kabîlelerden biri Ba‘lbek’e yerleşmişti. Başlarında zâlim bir hükümdar vardı. Rivayete göre, şehrin ismi önceleri Bek idi. Ancak bu zâlim kral, Ba‘l adında bir put yaptırdı ve halkı bu puta tapmaya zorladı. Ba‘l ile Bek ismi birleşerek, bu şehre Ba‘lbek veya Ba‘lebek denildi. İşte Hz. İlyâs, tevhîdden uzaklaşıp şirke düşenleri Hakk’a davet etmek üzere, bu beldeye peygamber olarak gönderildi.

Halkın taptığı Ba‘l adında put vardı. Aslında Ba‘l, o bölgelerde yaygın olarak kullanılan bir put ismi idi. Kelime olarak “efendi, sahip, lider ve bazan de koca” mânasına gelmektedir. Kur’ân-ı Kerîm bu kelimeyi             “koca” mânasında kullanır. (bk. Hûd 11/72) Daha çok bereket verme, yağmur yağdırma ve verimli kılma hususiyetleri bulunan bir put olarak kabul ediliyordu. İlyâs (a.s.) halkı bahsedilen puta tapmaktan vazgeçirmeye ve yalnızca her şeyin yaratıcısı olan Allah’a îman ve ibâdete çağırdı. Fakat İsrâîloğulları, Hz. İlyâs’ın nasihatlerini dinlemediler. Onu bulundukları beldeden dışarı çıkardılar. Bu sebeple başlarına türlü musîbet ve belâlar geldi. Bunun üzerine emr-i ilâhî ile İlyâs (a.s.) aralarından ayrıldı. Hepsi perişan oldular. Dünyada da âhirette de ceza ve azâba dûçâr kılındılar. Hulâsa İlyâs (a.s.) da “kubbede hoş bir sadâ” bırakarak yüce Rabbine kavuştu. İlâhî lutuf ve iltifâta mazhar oldu. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXIII, 112-113)

Hz. İlyâs ile alakalı şu rivayet ne kadar câlib-i dikkattir: İlyâs (a.s.), ölüm meleği olan Azrâîl’i görünce dehşet içinde ürperdi. Azrâîl de, bunun sebebini merak ederek:

“−Ey Allah’ın Peygamberi! Ölümden mi korktun?” diye sordu. İlyâs (a.s.) cevâben:

“−Hayır! Ölümden korktuğum için değil, dünya hayâtına vedâ edeceğim için bu hâldeyim. Çünkü dünya hayâtında Rabbime kulluk yapmaya, iyilikleri emredip kötülüklerden sakındırmaya gayret ediyor, vaktimi ibâdet ve amel-i sâlihle geçiriyor, güzel ahlâk ile yaşamaya çalışıyordum. Bu hâl benim huzur kaynağım oluyor, gönlüm sürur ve mânevî neş’elerle doluyordu. Ölünce bu zevkleri ve lezzetleri yaşayamayacağım ve kıyâmete kadar mezarda rehin kalacağım için üzülmekteyim!” dedi.

Hz. Lût’a gelince:

  1. Şüphesiz Lût da peygamberlerimizden biriydi.
  2. Biz onu ve kendisine inanan bütün ailesini kurtardık.
  3. Ancak gerideki inkârcılar arasında bulunan yaşlı bir kadın hariç!
  4. Sonra geride kalan o inkârcıları helâk ettik.
  5. Siz, yolculuğunuz esnâsında sabahları yıkılmış şehirlerinin harâbelerine uğruyorsunuz.
  6. Geceleri de. Hâlâ aklınızı kullanıp bunlardan ibret almayacak mısınız?

Hz. Lût’un ibretli kıssası Kur’an’da çok tekrar edilir. O, Sodom ve Gomore’ye peygamber olarak vazifelendirildi. Büyük bir cehd ve gayretle çalışmasına rağmen halk bir türlü alıştıkları günah ve taşkınlıkları bırakmadılar. Sonunda büyük bir felaket ile helak edildiler. Ancak kendisi ve ona iman eden bir avuç insan kurtuldu. Hatta yaşlı hanımı bile helak edilenler arasında kaldı. Araplar, ticaretleri vesilesiyle bazan sabah bazan akşam uğradıkları Sodom ve Gomore’de Lut kavminin helak kalıntılarını görürlerdi. İşte bunlardan ibret alıp, akıllarını çalıştırmaları ve Resûlullah Efendimiz (s.a.s.)’e inanmaları istenmektedir. (bk. A‘râf  7/80-84; Hûd 11/77-83; Hicr 15/58-77)

Bununla birlikte, Peygamberimiz (s.a.s.)’in ve mü’minlerin, Allah’ın dinini tebliğ edip bu hususta gerekli sabır, sebat ve tahammülü göstermelerini ve aslâ aceleci davranmamalarını hatırlatma bakımından gerçekten ibrete şayân bir kıssa olarak buyruluyor ki:

  1. Doğrusu Yûnus da peygamberlerimizden biriydi.
  2. Hani o, sahibinden kaçmış köle gibi, Rabbinden izinsiz vazîfe yerinden ayrılmış ve dolu bir gemiye kendini atmıştı.
  3. Sonra yolcular arasında kur‘a çektiler; Yûnus kur‘ayı kaybederek denize atıldı.
  4. Onu büyük bir balık yutuverdi; bu sırada Yûnus, pişmanlık içinde kendisini kınayıp duruyordu.
  5. Eğer o, Allah’ı her dâim tesbih eden kullardan olmasaydı,
  6. Elbette insanların yeniden diriltileceği güne kadar o balığın karnında kalacaktı.
  7. Sonra onu hasta ve yorgun bir halde ağaçsız, ıssız bir sahile attık.
  8. Üzerine gölge yapması için asma kabak cinsinden bir ağaç bitiriverdik.
  9. Biz onu sayıları yüz bine ulaşan, hatta gittikçe artan halkına yeniden gönderdik.
  10. Onlar bu defa iman ettiler; biz de kendilerini belli bir süreye kadar nimetlerimizden faydalandırdık.

Hz Yûnus Ninova halkına gönderilmiş bir peygamberdir. Ninova ahâlîsi putlara tapıyorlardı. Çok zâlimdiler. Yûnus (a.s.) onları tevhîde davet etmeye başlayınca, kendisine çok az kimse iman etti. Diğerleri iman etmeyip hatta ona türlü ezâ ve cefâda bulundular. Hz. Yûnus ise, onların yaptıklarına tahammül ve sabır gösteriyor, kendilerini yine merhametle tevhîde davet ediyordu. Allah’ın azâbının çetin olduğunu hatırlatıyordu. Fakat Yûnus (a.s.) kavminin inkârcı ve inatçı hâllerine son derece üzüldüğünden daha fazla dayanamayıp, Rabbinden izin almadan aralarından ayrıldı. Yalnız bu ayrılış, ne tebliğ vazîfesinden kaçma, ne de bu vazîfeyi verene baş kaldırmaydı. Sadece yüce davete uymayan âsî bir kavimden, henüz vakti gelmeden önce uzaklaşmaydı.

Hz. Yûnus şehirden ayrılınca Dicle nehrinin kenarına geldi. Bir gemiye bindi. Gemi, hareket ettikten bir müddet sonra suyun ortasında durdu. Onu bir türlü yürütemediler. Batacakları endişesiyle durumu uğursuzluk sayarak gemide günahkâr birinin olduğunu düşündüler. Bunun kim olduğu hususunda kur‘a çektiler. Kur‘a Hz. Yûnus’a çıktı. O da başına gelen bu işin bir imtihân olduğunu fark ederek tevekkülle suçu üstlendi. Ancak gemidekiler, onun hâlinden sâlih bir kimse olduğunu anlayarak kur‘ayı birkaç defa yenilediler. Fakat hepsinde de netîce Yûnus (a.s.)’a çıktı. Nihâyet çâresiz bir şekilde Yûnus’u suların içine bıraktılar. Onu büyük bir balık yuttu. Bu sırada Yûnus, yaptığına pişmanlık duyuyor, kendini sorguluyor, nefsini kınayıp duruyordu. Ama o artık bir balığın karnındaydı. Orası pek karanlık bir yerdi. Kendisi ise henüz hayatta, şuuru da yerindeydi. Cenâb-ı Hak balığa, Yûnus’u yaralamamasını ve onun kemiklerine zarar vermemesini emretti.

Yûnus (a.s.), ilâhî takdire rızâ göstererek Rabbine teslîm oldu. Denizin ortasında, balığın karnında, üstüste karanlıklar içinde pek derin bir hüzünle hâlini Rabbine şöyle arz etti: “Senden başka ilâh yoktur. Sen her türlü kusurdan, eşi-ortağı olmaktan uzaksın. Şüphesiz ben kendine yazık edenlerden oldum!” (Enbiyâ 21/87)

Yûnus (a.s.), içinde bulunduğu bu zor ve sıkıntılı şartlar altında, her zaman olduğundan daha fazla Cenâb-ı Hakk’ı tesbih ve zikre devam etti. İstiğfâr ve dua ile meşgûl oldu. Onun bu hâlini gören melekler, kendisi affetmesi için Allah’a yalvardılar. Sonunda Cenâb-ı Hak, Yûnus’un da  “Senden başka ilâh yoktur. Sen her türlü kusurdan, eşi-ortağı olmaktan uzaksın. Şüphesiz ben kendine yazık edenlerden oldum!” (Enbiyâ 21/87) diye çokça tesbihi üzerine bu mübârek peygamberinin işlediği zelleyi affetti. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

 “Biz de onun duasını kabul buyurduk; kendisini gam ve kederden kurtardık. İşte biz mü’minleri böyle kurtarırız.” (Enbiyâ 21/88)

Bu affın yegâne sebebi ise, Hz. Yûnus’un Cenâb-ı Hakk’ı hiç unutmaması ve çokça tesbihiydi:

“Eğer o,  Allah’ı her dâim tesbih eden kullardan olmasaydı, elbette insanların yeniden diriltileceği güne kadar o balığın karnında kalacaktı.” (Saffât 37/143-144)

Nihâyet, Yûnus (a.s.)’ı karnında büyük bir emânet olarak taşıyan balık, Allah’ın emri ile O’nu sahile bıraktı. Sahile bırakıldığında, pek zayıflamış, bitkin, hasta ve himâyeye muhtaçtı. Vücûdu pelte hâlindeydi. Hava da oldukça sıcaktı. Allah Teâlâ, onu güneşin yakıcı sıcağından koruyacak geniş yapraklı bir bitki, asma kabağı bitirdi. Onun gölgesinde sinek türünden bir haşarat da yoktu. Orada kendisini biraz toparlayan Yûnus Peygamber tekrar Ninova’ya yöneldi. Kendisine, kavminin inanıp tevbekâr olduğu ve böylece Allah’ın kendilerini affettiği bildirildi. Şimdi herkesin onu, ilâhî emirleri bildirmek üzere gelmesini beklediği haber verildi.

Yûnus (a.s.)’ın döndüğünü haber alan kavmi, hemen O’nun yanına geldiler. Onu hasretle kucaklayıp özürler dilediler. Hz. Yûnus da, af ve müsâmaha ile davranarak onlara Allah’ın emir ve yasaklarını öğretti. Bundan sonra kavmi, Allah’a ve peygamberine itâat hâlinde, mesut ve iyilik üzere bir hayat yaşadılar. Bu husus, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılır:

“Azabı gördükten sonra iman edip de imanlarının faydasını gören hiçbir memleket halkı olmamıştır. Ancak Yûnus’un kavmi hâriç. Onlar iman edince, biz de dünya hayatındaki o alçaltıcı azâbı kendilerinden kaldırdık ve onları belli bir süreye kadar dünya nimetlerden faydalandırdık.” (Yûnus 10/98)

İslâm dinini tebliğle vazifeli insanlara, sabırlı, sâkin ve azimli hareket etmek düşer. Hz. Yûnus, kavminden son derece bîzâr olduğu için eleminin şiddeti sebebiyle ilâhî vahyi bekleyemeden oradan ayrılmıştı. Bu ise, bir bakıma sabırsızlık ve acelecilik olmuştu. Zor şartlar içersinde bile olsa, böyle bir davranış, kendisi için bir zelle idi. Resûlullah (s.a.s.) ise, Mekke müşriklerinin zulüm, eziyet ve cefâlarına tahammül etmiş, hicret hakkında ilâhî emir gelinceye kadar sabırla beklemiştir. Nihâyet Allah Teâlâ ona:

“Rasûlüm! Şöyle dua et: «Rabbim! Benim gireceğim yere doğrulukla girmemi, çıkacağım yerden doğrulukla çıkmamı nasip eyle; yüce katından bana yardımcı bir güç, kuvvetli bir delil ver!»” (İsrâ 17/80) emriyle hicrete izin vermiş, Efendimiz de bu izinden sonra hicret etmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Yûnus (a.s.)’ı misal vererek Resûlullah (s.a.s.)’den risâlet vazîfesindeki sıkıntılara sabretmesi hususunda şöyle buyurur:

“Rasûlüm! Sen Rabbinin hükmünü sabırla bekle; balığın arkadaşı Yûnus gibi olma. Hani o pişmanlık ve acıyla yutkunarak Rabbine yalvarmıştı. Eğer Rabbinden bir lutuf imdâdına yetişmeseydi, elbette o kınanmış, değersiz bir kimse olarak ıssız bir arâziye atılıp gidecekti. Fakat Rabbi onu seçti ve onu sâlih kullarından kıldı.” (Kalem 68/48-50)

O hâlde ey Rasûlüm! Anlatılan peygamber kıssalarından gerekli dersi alarak tebliğine devam et. Müşriklerle yaptığın mücâdelede bıkkınlık gösterme, geri adım atma:

  1. Müşriklere sor: “Kızlar Rabbinin de, erkek çocuklar onların mı?”
  2. Yoksa biz melekleri dişi olarak yaratmışız da, onlar buna şâhit mi olmuşlar?
  3. Haberiniz olsun ki onlar, sırf iftirâ ederek diyorlar:
  4. “Allah çocuk edindi!” Hiç şüphesiz onlar yalancıların tâ kendileridir.
  5. Ne yani, Allah kızları erkek çocuklara tercih mi etmiş?
  6. Ne oluyor size? Ne biçim hüküm veriyorsunuz?
  7. Hiç aklınızı başınıza alıp düşünmüyor musunuz?
  8. Yoksa elinizde kesin bir deliliniz, bir dayanağınız mı var?
  9. Eğer doğru söylüyorsanız, haydi getirin o kitabınızı!

Müşriklerin meleklerle alakalı bir takım yanlış inançları vardı. Meleklerin Allah’ın kızları olduğunu söylüyor ve onlara tapıyorlardı. Taptıkları heykeller, aslında bu gibi ruhî varlıkların sembolleri idi.

Onların inançları şu açılardan yanlıştı:

    Çocuk edinmekten pak ve uzak olan Allah’a çocuk isnat ediyor, böylece Allah’ı cismanî bir varlık olarak düşünüyorlardı. Çünkü çocuk edinmek ancak cismanî varlıklara has bir durumdur.

    Melekler sadece Allah’ın emirlerini yerine getiren, erkeklik ve dişilikleri olmayan nuranî varlıklar iken, onların dişi ve Allah’ın kızları olduğunu söylüyorlardı. Böylece de melekleri aşağılamış oluyorlardı.

    Kendileri kız çocuklarına sahip olmaktan hoşlanmazken, hatta diri diri toprağa gömecek kadar onlardan nefret ederken, tutup bunları Allah’a nispet etmeleri, Cenâb-ı Hakk’a en büyük bir saygısızlıktı. Bir bakıma kendilerini –hâşâ- Allah’tan daha üstün bir seviyede görüyorlardı.

Böyle düşünmelerinin ne aklî bir tutarlılığı ne de naklî bir delili vardı. Dolayısıyla bu âyetlerde onların bu yanlış inançları gerçekten son derece sert bir üslupla reddedilmektedir.

Müşriklerin sahip oldukları bir başka yanlış inanç da şuydu:

  1. Bir de kalkıp Allah ile cinler-melekler arasında bir soy bağı uydurdular. Oysa melekler çok iyi biliyor ki, bu tür iftirâda bulunanlar toplanıp hesapları görülmek üzere Allah’ın huzuruna çıkarılacak ve cehenneme atılacaklardır.
  2. Allah, onların bu asılsız yakıştırmalarından çok uzaktır, yücedir!

Bu âyetlerin tefsiriyle ilgili şu izahlara yer vermek mümkündür:

Burada kullanılan “cinler” ifadesinden maksat, görünmez varlıklar olmaları sebebiyle meleklerdir. Buna göre âyet, melekleri Allah’ın kızları sanan anlayışı kınar. Meleklerin, kendilerini Allah’ın kızı sanan müşriklerin yakalanıp cehenneme atılacaklarını bildikleri, dolayısıyla böyle yanlış bir inanca onay vermelerinin mümkün olmadığı hatırlatılır.

Âyette “nesep” ile ortaklık kastedilmiştir. Dolayısıyla âyet-i kerîme, müşriklerin cinleri Allah’a ortak koşmalarını ve onlara tapmalarını kasteder. “Müşrikler, tuttular cinleri Allah’a ortak koştular” (En‘âm 6/100) âyeti bunu haber verir.

“Nesep” ile akrabalık kastedilmiştir. Müşrikler Allah’ın –hâşâ- cinlerle evlendiğini ve bu evlilikten meleklerin dünyaya geldiğini söylüyorlardı. Bu görüş, âyetlerin muhtevasına daha uygun düşer. Buna göre cinlerin, günah işledikleri takdirde yakalanıp cehenneme atılacaklarını bildikleri; dolayısıyla hesaba çekilip işlediği günahtan ötürü cehenneme atılacak varlıkların ilâh olamayacakları ve kendilerini dahi kurtarmaktan aciz olan varlıklara tapmanın tutarsızlığı vurgulanır.

Dini tam anlamıyla öğrenip kavrama imkanı bulamayan pek çok insanda böyle yanlış inanç ve yakıştırmalar olabilir:

  1. Ancak Allah’ın ihlâsa erdirdiği kulları hariç! Onlar böyle yakıştırmalarda bulunmaz; aksine Rablerini şânına lâyık sıfatlarla yüceltirler.
  2. Ey müşrikler! Siz de, taptıklarınız da,
  3. Allah’a karşı kimseyi azdırıp yoldan çıkaracak bir kuvvete sahip değilsiniz.
  4. Siz ancak ille de cehennemi boylayıp orada kavrulmak isteyen azgınları saptırabilirsiniz.

Allah’ın ihlaslı kulları, önceki âyetlerde ele alınan bâtıl ve saçma inançlardan uzak dururlar. Çünkü onlar hakiki tevhid anlayışına sahiptirler. Allah’ı isim ve sıfatlarıyla nasıl ise öyle tanıma lütfuna erişmişlerdir. Bu bakımdan bâtıl ve temelsiz inançların ve bu inançların taraftarlarının, bu kullar üzerinde menfi bir tesiri olamaz, onların ayağını kaydıramaz. Bu saptırma ve ayak kaydırma gayretleri, ancak tuttuğu yol itibariyle “cehennemi boylayacaklar” üzerinde tesirli olacaktır. Dolayısıyla bu âyetlerde bir taraftan kâfirlerin mü’minler üzerindeki kötü emelleri kırılmak istenir. Bir taraftan da mü’minlere metanet verilerek, aynı zamanda düşmanlara karşı uyanık ve dirençli olmaları tavsiye edilir.

Meleklerin gerçek mâhiyet ve kimliğini sorarsanız:

  1. Melekler şöyle der: “Bizim her birimizin Allah katında belli bir makamı ve vazîfesi vardır.”
  2. “O’nun emrini alıp yerine getirmek için bizler saf saf dizilmiş beklemekteyiz.”
  3. “Biz, Allah’ın her türlü eksiklik ve ortaktan uzak olduğunu sürekli ikrar ve ilan etmekteyiz.”

Sûrenin girişinde Allah’ın huzurunda saf saf duran, O’nun emrini bekleyen ve aldığı emri yerine getiren meleklerden bahsedilmişti. Burada meleklerin dilinden bu hususa tekrar yer verilir. Maksat, müşriklerin önceki âyetlerde bahsedilen meleklerle alakalı düşüncelerinin yanlışlığını haber verip, meleklerle Allah arasında bir nesep bağı değil Rab-kul münâsebeti bulunduğunu beyân etmektir. Melekler ilâh değil, tek ilâh olan Allah’ın kullarıdır. O’na itaat eder, O’ndan emir almadan konuşmazlar ve yalnızca O’nun emri ile hareket ederler. (bk. Enbiyâ 21/27) Her bir meleğin Allah katında belli bir makamı, hizmet ettiği belli bir yeri vardır; onu da aşıp ileri gidemezler. Rivayete göre Miraç gecesi Sidre-i Müntehâ’da iken Cebrâil biraz geri durunca, Efendimiz (s.a.s.): “Burada benden ayrılacak mısın?” diye sormuştu. O da: “Bulunduğum bu noktadan daha ileri gidemem”, diye cevap vermiş, Yüce Allah da meleklerin söylediği bir sö­zü nakletmek üzere: “Bizim her birimizin Allah katında belli bir makamı ve vazifesi vardır” (Saffât 37/164) âyetlerini indirmiştir. (Kurtubî, el-Câmi‘, XV, 90)

Melekler hizmet ve ibâdet menzillerinde taat için saf saf dururlar. Allah’ı tesbih eder, O’nu noksan sıfatlardan tenzih ederler. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Gökte üze­rinde secde eden yahut ayakta ibâdet eden bir meleğin bulunmadı­ğı bir ayak basacak kadar bir yer dahi yoktur.” (Heysemî, Mecme‘u’z-zevâid, X, 358)

“Gerçekten ben sizin görmediklerinizi görüyor, duymadıklarınızı duyuyorum. Gök gıcırdıyor, gıcırdaması da hakkıdır. Çünkü orada yüce Allah’a secde etmek için alnını koyan hiçbir meleğin bulunmadığı dört parmaklık bir yer dahi yoktur…” (Tirmizî, Zühd 9/2312)

Allah Teâlâ’ya itaat ve kulluk bakımından meleklerin düzenli saflar halinde olması, mü’minler için de güzel bir numûne teşkil eder. Onlar da aynen melekler gibi, iman, itaat, cemaatle namaz, Allah yolunda cihad gibi dinin emirlerini düzenli saflar halinde yerine getirmeye çalışırlar.

Hz. Ömer (r.a.) da namaza kalktığında: “Saflarınızı doğru ve düzgün tutun. Saflarınızı düzeltin. Şüphesiz Allah sizin de, meleklerin Rableri huzurun­da durdukları gibi durmanızı ister” der, sonra da: “O’nun emrini alıp yerine getirmek için bizler saf saf dizilmiş bekleyenleriz” (Sâffât 37/165) buyruğunu okur, “Ey filan sen geriye git, ey filan sen öne geç” der, sonra da kendisi öne geçer, tekbir alıp namaza dururdu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXIII, 134)

İşte Resûlullah (s.a.s.) ve sahâbenin Allah’ın âyetleriyle hemhal olup hayatlarını o âyetlerin mâna ve muhtevasında tanzim etmeleri böyleydi. İmandan nasibi olmayan müşriklerin ise itiraz ve bahaneden başka yaptıkları bir şey yoktu:

  1. Müşrikler önceleri şöyle deyip duruyorlardı:
  2. “Öncekilerin kitapları gibi bizim de elimizde bir kitap olsaydı”,
  3. “Hiç şüphesiz biz de, Allah’ın ihlâsa erdirdiği kullarından olurduk.”
  4. Ne var ki, kendilerine Kur’an gelince onu inkâr ettiler. Fakat inkârlarının cezasız kalmayacağını yakında görecekler.

Resûlullah (s.a.s.)’in bi’setinden önce müşrikler, Ehl-i kitaba nazaran dini hususlardaki bilgisizlikleri sebebiyle ayıplandıklarında, bir bahane olarak “Bize de Allah’ın emir ve yasaklarını açıklayan bir peygamber, bir kitap gelseydi, biz de inanır ve ihlaslı kullar olurduk” gibi temennîlerde bulunurlardı. (bk En‘âm 6/156-157; Fâtır 35/42) Ancak bunlar samimiyetten uzak temennîlerdi. Çünkü Allah Teâlâ onlara Peygamberler Şâhı’nı ve kitapların en mükemmelini gönderdiği halde onları inkâr ettiler. Elbette böyle büyük bir nimete nankörlüğün cezası da ağır olacak ve başlarına neyin geleceğini yakında bileceklerdir.

Çünkü:

  1. Doğrusu, peygamber kıldığımız kullarımız hakkında bizim geçmişte verdiğimiz şöyle bir söz vardır:
  2. “Onlara Allah’ın yardımı kesinlikle ulaşacaktır.”
  3. “Neticede üstün gelen, kesinlikle her zaman bizim ordumuz olacaktır.”

Ordumuz” yani Allah’ın ordusu ile kastedilen, Resûlullah (s.a.s.) ile birlikte savaşan mümin ordularıdır. Ayrıca Allah’ın emriyle müslümanlara yardım eden gizli güçler, melek orduları vb. de kastediliyor olabilir. Allah Teâlâ, peygamberlerini ve onlara tabi olan mü’minleri mutlaka galip ve muzaffer kılacağını üst üste tekitlerle va‘detmektedir. Ancak bu, peygamberlerin her zaman siyasî sahada galibiyet sağlayacakları mânasına gelmez. Galibiyet elde edilecek olan sahalar çoktur ve siyaset bunlardan sadece biridir. Nitekim peygamberler, siyasî başarı kazanamadıkları birçok yerde ahlâkî başarılar elde etmişlerdir. Bazı kavimler kendilerine gelen peygamberleri yalanlayarak, onları reddettiklerinde helâk olmuşlardır. Ancak cahilî düşünce ve inanışlar geçici bir süre rağbet görmüş olsalar dahi, kısa bir zaman sonra silinip gitmişlerdir. Fakat peygamberlerin getirdikleri gerçek, binlerce sene geçmiş olmasına rağmen bugün de hakikattir, kıyamete değin de hakikat olarak kalacaktır. Hayır dâimîdir, şer ise ârizîdir; dâimî olan ârizî olandan her zaman daha güçlü olacaktır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Allah: «Ben ve peygamberlerim mutlaka ve mutlaka galip geleceğiz» diye hükmetmiştir. Şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir, karşı konulamaz bir kudrete sahiptir.” (Mücâdile 58/21)

O halde:

  1. Rasûlüm! Bir süre için sen onları kendi hâline bırak.
  2. Onların başına gelecekleri gözetle! Zâten kendileri de başlarına gelecekleri yakında görecekler.
  3. Yoksa onlar, azabımızın bir an önce tepelerine inmesini mi bekliyorlar?
  4. Fakat bir an önce gelmesini bekledikleri o azap onların yurtlarına indiğinde, önceden uyarılıp da uyarıya kulak asmayanlar pek kötü bir sabaha uyanırlar!
  5. Yine bir süre için sen onları kendi hâline bırak!
  6. Onların başına gelecekleri gözetle! Zâten kendileri de başlarına gelecekleri yakında görecekler.

Hakla bâtıl arasındaki amansız mücâdele ilk insan ve ilk peygamberden beri devam edegelmiştir. Bu mücâdele, Allah Resûlü (s.a.s.)’in gelmesiyle daha da şiddetlenmiştir. Mekke döneminin sonu itibariyle hâdiseler hem hicreti hem de bilfiil savaşı gerektirecek istikâmette akmaya başladı. Artık mutlaka sıcak çatışmalar olacak, fikrî mücâdeleden sonra şartların oluşmasıyla silahlar konuşacaktı. Cenâb-ı Hak Peygamberini ve mü’minleri bu konuda hazırlamakta, onları cihada teşvik etmektedir. Gelecekte vuku bulacak ve lehlerine sonuçlanacak büyük hâdiselere dikkatlerini çekmektedir:

Birincisi; gerek fikrî gerek fiilî mücâdelede mü’minler gâlip gelecek, kâfirler mağlup olacaklardır. Nitekim Medine dönemi itibariyle Bedir’de, Hendek’te, Hayber’de, Mekke’nin fethinde bu müjdeler aynıyla tahakkuk etmiştir. Taarruzlar daha çok sabah erken saatlerinde yapıldığı ve düşman o vakitte dağıtılıp perişan edildiği için veya bu vakitte yapılacak taarruzların daha başarılı olacağına işaret için “Önceden uyarılıp da uyarıya kulak asmayanlar pek kötü bir sabaha uyanırlar!” (Saffât 37/177) buyrulur. Âdiyât sûresinde “O hızla sabah erkenden düşmana baskın yapanlara” (Âdiyât 100/3) âyeti de yine aynı hakikati imâ eder. Bunun mecaz olarak “uykudan uyanma” mânasında olması da mümkündür. Yani “uyarılmış olanların gelen azapla uyanmaları çok kötü olacaktır” mânasına gelir.

Nitekim Hz. Enes’in, Hayber’in fethiyle ilgili şu rivayeti ne kadar dikkat çekicidir:

“Resûlullah (s.a.s.) sabahleyin güneş doğarken Hayber’e geldi. Ben de beraberdim. Hayber halkı, sabahleyin durumdan habersiz işlerine gitmek üzere baltalarıyla, sepetleriyle evlerinden çıktıklarında orduyu görünce

«- İşte Muhammed ve ordusu!» de­diler ve kalelerine geri döndüler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.s.) şöyle bu­yurdu:

«- Allahu ekber, harap oldu Hayber. Çünkü biz bir kavmin sahasına in­dik mi o uyarılıp korkutulanların sabahı çok kötü olur.» (Buhârî, Salât 12; Müslim, Cihad 120-121)

İkincisi; bu âyetlerde âhiret azabının kastediliyor olması da mümkündür. Zira mahşer sabahı kâfirler için tam bir felâket olacaktır. Mü’minler pek hayırlı neticelerle karşılaşıp sevineceklerken, kâfirler hazin âkıbetlerini görüp kahrolacaklardır.

İslâm’ın geleceğiyle ilgili müjdeler içeren bu bilgilerden sonra sûre, Allah Teâlâ’nın yüceliği ve münezzehliği teyid edilerek tamamlanır:

  1. Bütün izzet ve şerefin sahibi olan Rabbin, onların yakıştırdıkları bütün noksanlıklardan pak ve uzaktır!
  2. Selâm olsun gönderilen bütün peygamberlere!
  3. Hamdolsun Âlemlerin Rabbi olan Allah’a!

Allah (c.c) âlemlerin Rabbidir. Fakat O’nun rubûbiyet vasfı kâmil mânada insanda, en kâmil mânada ise insan-i kâmil olan Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.)’de tecelli etmiştir. “Senin Rabbin” (Saffât 37/180) hitabında bu mâna gizlidir. Dolayısıyla bir kul, Allah Resûlü (s.a.s.)’e sîreten ve sûreten ne kadar yaklaşabilir ve onunla aynîleşebilirse Allah’ın rubûbiyet sıfatından o kadar nasip alır. İkinci olarak Allah Teâlâ, “izzetin Rabbi” (Saffât 37/180) olarak vesfedilir. Bütün izzet, şeref ve yücelik yalnızca O’na aittir. İzzet ve şeref kazanmak isteyenler, şirki ve putları terk edip yalnızca Âlemlerin Rabbine kulluk edeceklerdir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Kim izzet ve şeref istiyorsa bilsin ki izzet ve şeref bütünüyle Allah’a aittir.” (Fâtır 35/10)

Burada dikkat çekilen önemli bir husus da şudur: Allah Teâlâ’yı tanımak ve O’na lâyıkıyla kul olmak bakımından peygamberlerin ehemmiyeti büyüktür. Onlar Allah’ı en iyi tanıyan, O’ndan en çok korkan, Allah’ı tanıtan ve sevdiren model şahsiyetlerdir. Be sebeple Yüce Rabbimiz “Onlara selâm olsun!” buyuruyor. Sûre içinde ismi geçen peygamberlere ayrı ayrı isim vererek “ona selâm olsun” buyurduğu gibi, sûre sonunda tekrar toplu olarak “onlara selam” buyuruyor. Buna göre onlar dünyada da âhirette de selâmettedirler. Âyetlerde gerçek mü’minlere, Allah dostlarına müjde verilen “onlara hiçbir korku yoktur; onlar mahzun da olmazlar” (bk. Yûnus 10/62) sırrı en kâmil mânada onlarda tecelli eder. Onlar için ilâhî garanti vardır. Bu sebeple peygamberlerin izinden yürümek ve onlara yakın olmak, onların erişeceği selâmet, huzur ve mutluluktan nasip alabilmek için zaruridir. Hamde gelince kulluğun başı da sonu da Allah’a hamdetmektir. Çünkü hamde layık olan yalnızca O’dur. Kur’ân-ı Kerîm hamd ile başlar. (bk. Fâtiha 1/1) Mü’minlerin cennette dualarının sonu da hep “Bütün övgüler Âlemlerin Rabbi olan Allah’adır” olacaktır. (Yûnus 10/10)

 Bu âyetler, Cenâb-ı Hakk’ı tesbih ve tenzih ederek hamd ile anmanın ve peygamberleri salât ve selamlarla yâd etmenin en güzel ifadelerini ihtiva eder. Bu sebepledir ki, hususiyle Kur’an’dan bir süre veya aşır okunduktan ve dua edildikten sonra bu üç âyetin okunması müslümanlar arasında güzel bir âdet olarak devam etmektedir.

Saffât sûresinin 168-169. âyetlerinde ifade edildiği üzere, müşrikler doğru yolu bulup Allah’ın ihlaslı bir kulu olmaları için kendilerine bir kitap verilmesini istiyorlar. İşte müşriklerin ve daha sonraki dönemlerde gelecek aynı düşüncedeki insanların bu tür taleplerine karşılık, şimdi gelen Sād sûresi, “İşte size istediğiniz kitap!” diyerek başlamakta; Kur’ân-ı Kerîm’in, insanların bu yöndeki ihtiyaçlarını en yüksek seviyede karşılayacak hükümler, öğütler, hikmetler ve hatırlatmalarla dolu bir kitap olduğuna dikkat çekerek konuya giriş yapmaktadır:

Kaynak: Erkam Yayınları, Ömer Çelik, Tefsiri (www.kuranvemeali.com)

İslam ve İhsan

YASİN SURESİNİN TEFSİRİ

Yasin Suresinin Tefsiri

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.