Şah-ı Nakşibend Kimdir?
Şah-ı Nakşibend kimdir? Nakşibendi tarikatı kurucusu Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin hayatı.
Nakşibend Hazretleri hicrî 718 senesinin (Miladi, 1318) Muharrem ayında Buhâra’nın Kasr-ı Hinduvân köyünde doğdu. Nesebi, baba tarafından Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz’e, anne tarafından ise Hz. Ebûbekir Sıddîk’a (r.a.) ulaşır.[1]
Küçüklüğünde babası ile birlikte nakışçılık yaptığı için Nakşibend lâkabı ile meşhur oldu. Bâzı eserlerde, Nakşibend Hazretleri’nin hafî/gizli zikre uzun süre devam ettiği için kalbine “اَللّٰهُ” lâfzının nakşolunduğu ve bu yüzden Nakşibend (nakşedici) lâkabıyla anıldığı zikredilir.[2]
Nakşibend Hazretleri’nin doğumundan önce Baba Semâsî -(r.a.) Kasr-ı Hinduvân’a çok gelip gider ve sohbetlerinde:
“–Yakında bu Kasr-ı Hinduvân, Kasr-ı Ârifân olacak!” buyururlarmış. (Salâhaddîn bin Mübârek el-Buhârî, Enîsü’t-Tâlibîn, s. 36)[3]
Şâh-ı Nakşibend (r.a.) o günlere dâir şöyle buyurmuşlardır:
“Allah Teâlâ’nın bana en büyük lûtuflarından biri, daha çocukluk günlerimde Semâsî Hazretleri’nin mübârek nazarlarıyla müşerref olmam ve onun beni mânevî evlâtlığa kabûl buyurmalarıdır.”[4]
“Semâsî vefât edince, dedem beni Semerkand’a götürdü. Dedem, nerede gönül ehli bir derviş olduğunu duysa, hemen beni ona götürür ve benim hakkımda güzel nazarlarını esirgememeleri için âdeta yalvarırcasına ricâda bulunurdu. Onlar da bana iltifat buyururlardı.”[5]
Şâh-ı Nakşibend -rahmetullâhi aleyh- gençliğinde sık sık Buhâra’daki büyüklerin kabirlerini ziyaret ederdi. Yine böyle kabir ziyareti yaptığı bir gece, gittiği mezarların başındaki lâmbalarda yağın dolu olmasına rağmen fitili hareket ettirilmediği için ışığın zayıf olduğunu gördü. Oradan Mezâr-ı Mezdâhin’e gitti. Kıbleye dönük olarak otururken birden gaybet[6] hâline geçiverdi. Büyük bir tahtın üzerine yüzü peçeli bir zâtın oturmuş olduğunu, etrâfında da pek çok kişinin bulunduğunu müşâhede etti. O topluluk içinde Baba Semâsî Hazretleri’ni görünce bunların vefât eden Hak dostları olduğunu anladı. O Hak dostlarından biri Nakşibend Hazretleri’nin yanına gelip, tahtta oturan zâtın Abdülhâlık Gucdüvânî -rahmetullâhi aleyh-, yanındakilerin de halîfeleri olduğunu söyledi ve tek tek isimlerini saydı. Sıra Semâsî Hazretleri’ne gelince:
“–Sen onu hayattayken görmüştün. Senin şeyhindir ve sana, Ali Râmîtenî Hazretleri’ne âit bir külâh (bir emânet) vermişti!” dedi. Sonra o topluluk:
“–İyi dinle! Hâce Abdülhâlık Hazretleri sana seyr u sülûkte zarurî olan şeyleri telkîn edecek!” dediler.
Hâce Abdülhâlık (r.a.) yüzünden peçeyi kaldırdı ve tasavvufî terbiyenin başlangıcı, ortası ve sonu hakkında bilgiler verdi. Bu şekilde Gucdüvânî Hazretleri’nin rûhâniyetinden feyz ve bilgi aldığı için Nakşibend Hazretleri’ne Üveysî[7] denmekte ve onun gerçek mürşidi olarak kendisinden bir asır evvel yaşayan Abdülhâlık Gucdüvânî (r.a.) kabûl edilmektedir.
Gucdüvânî Hazretleri’nin o anki sözlerinden bâzıları şunlardı:
“–O gördüğün lâmbalar sana bir işarettir. Sende bu yola karşı kâbiliyet var, ama kâbiliyet fitilinin hareket ettirilmesi lâzımdır ki meçhuller aydınlık olsun ve sırlar zuhûr etsin! Ayrıca kâbiliyet mûcibince amel-i sâlihler işlemek lâzımdır ki maksat hâsıl olsun!”
Daha sonra Hazret, üzerine basa basa şunları söyledi:
“Bütün hâllerde ayağı şerîat ve istikâmet caddesine koyarak yürümek, ilâhî emir ve nehiylere uymak lâzımdır. Amelde azîmeti tercih etmek ve Sünnet-i Seniyye’ye tâbî olmak îcâb eder. Ruhsat ve bid’atlerden ziyâdesiyle uzak durup, devamlı hadîs-i şerîfleri rehber edinmek ve her zaman Peygamber Efendimiz ve ashâbına âit haber ve nakilleri araştırıp öğrenmeye gayret etmek gerekir.”
Gucdüvânî Hazretleri’nin nasihatleri bitince, onun halîfeleri, Hâce Bahâüddîn’den evindeki Ali Râmîtenî Hazretleri’ne âit külâhı alıp Nesef’te bulunan Emîr Külâl Hazretleri’ne götürmesini istediler. Ayrıca müşâhede ettiği bu hâlin doğruluğuna alâmet olarak, yolda karşılaşacağı bâzı hâdiseleri haber verdiler. Sonra onu biraz sarstılar ve Hâce Bahâüddîn (r.a.) kendine geldi.[8]
Şâh-ı Nakşibend (r.a.) hemen yola çıkıp kendisine söylenenleri yerine getirdi. Emîr Külâl Hazretleri’nin hizmetinde bulunmakla müşerref oldu. Emîr Külâl (r.a.), Nakşibend Hazretleri’ne zikir telkîn etti ve kelime-i tevhîd’e (nefy ü isbât zikrine) hafî/gizli olarak devam etmesini söyledi. Nakşibend (r.a.), gaybet hâlindeyken Gucdüvânî Hazretleri’nden aldığı emir üzere azîmetle amel eder, cehrî zikir yapmazdı.[9] Bununla birlikte, cehrî zikir ve semâya da karşı çıkmazdı. Bu hususta:
“Biz bu işle iştigâl etmiyoruz, ama ona karşı da değiliz!” buyururlardı.[10]
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, üstâdının her emrini derhâl ve büyük bir titizlikle yerine getirir, Cenâb-ı Hakk’ın bütün mahlûkâtına ihlâsla hizmet etmeyi canına minnet bilirdi.
İlk günlerdeki hâllerinden birini şöyle anlatır:
“Nerede bir şey konuşulsa hemen kulak kabartırdım. Eğer konuşulan sözler bu mânevî yola dâir ise şâd olurdum, başka bir şey konuşurlarsa ziyâdesiyle üzülüp mahzun olurdum.”[11]
Belli bir olgunluğa erdikten sonra, Emîr Külâl (r.a.), oğlu Emîr Burhân’ın terbiyesini Nakşibend Hazretleri’ne havâle etmiş ve onun irşâda ehil olduğunu bizzat görmek istemişti.[12]
Nihâyetinde Nakşibend Hazretleri’nin mânen yüksek bir mertebeye ulaştığını ve onda daha fazla yükselme kâbiliyeti olduğunu gören Emîr Külâl (r.a.) bir gün:
“–Oğlum Bahâüddîn! Muhterem üstâdımın sizin hakkınızdaki tavsiyesini tam olarak yerine getirdim.” buyurdu. Sonra da sadrına işaret ederek sözlerine şöyle devam etti:
“–Sadrımda ne varsa size ilkā ettim. Artık rûhâniyet kuşunuz beşeriyet yumurtasından çıktı. Himmet kuşunuz yükseklerde uçmaktadır. Size izin veriyorum; her kimden rûhânî bir koku alırsanız onunla alâkadar olunuz ve himmetiniz îcâbı ondan istifâde etmeyi ihmâl etmeyiniz!”[13]
ŞAH-I NAKŞİBEND’İN İRŞAD HAYATI
Şâh-ı Nakşibed Hazretleri, irşad vazifesine başladığında, doğduğu Kasr-ı Ârifân köyünde ikâmet ediyordu. Ancak, Buhâra’nın yanı sıra Mâverâünnehir’in Nesef, Hârezm ve Kermîne gibi bölgelerine de giderek sohbetler yapardı.[14] Onun mânâ âlemindeki kemâlât ve fazîletlerini işitip sohbetini dinlemek ya da intisâb etmek için Semerkand gibi büyük şehirlerden gelenler bile vardı.[15]
Buhâra’nın önde gelen âlimlerinden Hüsâmeddîn Hâce Yûsuf’un Nakşibend Hazretleri’ne intisâb etmesi ise mühim bir dönüm noktası oldu. Bu zâtın ardından Buhâra âlimleri ve talebeleri kalabalık gruplar hâlinde Nakşibend Hazretleri’nin sohbet halkasına katılmaya başladılar.[16]
Nakşibend (r.a.) iki veya üç defa hacca gitmiştir.[17] İlk haccından döndüğü gün, şeyhi Emîr Külâl (r.a.) vefât etti. Vefât etmeden evvel müridlerine Hâce Bahâüddîn’e tâbî olmalarını emir buyurdular.[18]
Nakşibend Hazretleri hacda yaşadığı bir hâtırasını şöyle nakleder:
“Mekke’de iki kişi gördüm; birinin himmeti gâyet yüksek, diğerininki ise tam tersine zayıf idi. Himmeti zayıf olan, tavaf esnâsında Beytullâh’ın kapısının halkasına yapışmıştı. Bu kadar şerefli bir yerde ve değerli bir vakitte Hak Teâlâ’nın dışında bâzı şeyler istiyordu. Himmeti yüce olan ise Mina pazarında gördüğüm bir delikanlıydı. Tahminen 50.000 filorilik alışveriş yaptı, ama gönlü bir an olsun Hak Teâlâ’dan gâfil olmadı. O yiğidin gayretini görünce (kendi noksanlığımı düşünmekten) yüreğim kanla doldu.”[19]
ŞAH-I NAKŞİBEND’İN HELAL LOKMA HASSASİYETİ
Şâh-ı Nakşibend (r.a.), helâle riâyet hususuna çok ihtimam gösterirdi. Şüpheli şeylerden kaçınmakta da büyük bir hassâsiyet sergilerdi. Sohbetlerinde devamlı:
“İbadet on kısımdır; dokuzu helâl rızık taleb etmek, biri ise diğer amellerdir.”[20] hadîs-i şerîfini okur ve muhtevâsıyla amel etmeyi emir buyururdu.[21]
Hâce Hazretleri yiyeceğini kendi ziraatinden elde ederdi. Her sene bir miktar arpa, biraz börülce ve zerdali yetiştirirdi. Ziraat yaparken kullanılan hayvanların, tarlanın, tohumun ve suyun helâl olması hususunda çok ihtiyatlı davranırdı. Bu sebeple pek çok âlim, teberrüken onun helâl yemeğinden yemek için sohbetlerine iştirâk ederdi.[22]
Nakşibend (r.a.), meliklerin sofrasından yemez, hediyelerini kabûl etmezdi. Melik Hüseyin’in hanımı, kendi elleriyle işlediği elbiseler göndermişti. Bütün ısrarlara rağmen Nakşibend (r.a.) onları kabûl etmedi. Hâlbuki o zaman üzerinde keçeden bir gömlek vardı. Sarık ve ayakkabıları da çok eski idi.[23]
Bir defasında mânevî hâllerinin kaybolduğundan yakınan bir talebesine:
“–Yediğin lokmaların helâlden olup olmadığını iyi araştır!” buyurmuştu. Talebe gidip araştırdığında, yemeği pişirirken ocakta, helâl olup olmadığı şüpheli bir parça odun yaktığını tespit etti ve hemen tevbe etti.[24]
Nakşibend Hazretleri, el emeği ile çalışıp kazanmaya da çok ehemmiyet verirdi. Onun düstûru, dünyevî işlerde çalışıp kazanmak ve kimseye yük olmamak, ancak çalışırken de Hak Teâlâ’dan gâfil kalmamaktı.
ŞAH-I NAKŞİBEND’İN GAFLETTEN SAKINDIRMASI
Şâh-ı Nakşibend (r.a.) çoğu zaman yemek pişirme ve sofra hizmetinde bizzat çalışırdı. Yemek yerken uyanık olmak ve kalp huzurunu sağlayabilmek için dervişlere devamlı tavsiyelerde bulunurdu. Müridleriyle birlikte yemek yediğinde, onlardan biri bir lokmayı ağzına gafletle götürse, derhâl onu yumuşak bir lisanla îkâz eder ve bir lokmayı bile gafletle yemelerine gönlü râzı olmazdı. Şayet bir yemek öfkeyle, gönülsüz olarak ve zorla pişirilmişse, onu yemediği gibi talebelerinden birinin yemesine de râzı olmaz:
“–Bu yemekte zulümât (karanlıklar) var, bizim ondan yememiz münâsip değildir!” buyururdu.[25]
Bir gün, Gadîvet bölgesine gitmişlerdi. Bir derviş önlerine yemek getirdi. Hâce Hazretleri:
“–Bizim bu yemeği yememiz münâsip değildir. Çünkü o, öfke ile pişirilmiştir. Unu elekten geçiren, hamuru yoğuran ve pişiren kişi öfkeliymiş!” buyurdu.
Eğer bir kepçeyi öfkeyle ve gönülsüz olarak bir çömleğe soksalar, Nakşibend Hazretleri o yemeği de yemez, şöyle buyururdu:
“–Öfke, gaflet, gönülsüzlük ve zorla yapılan bir işte hayır ve bereket yoktur. Zira o işe nefsin hevâsı ve şeytan karışmıştır.
Sâlih ameller ve güzel davranışlar, helâl lokma ile mümkün olur. Helâl lokma da gafletle değil, kalp huzûru ile, uyanık olarak yenmelidir. Bütün vakitlerde vukūf-i kalbîye[26] riâyet etmeye ve uyanık olmaya gayret etmek, kişi için mânevî bir temrin (alıştırma) olacağından, nihâyetinde bu durum, namazda kalp huzûruna vesîle olur.”[27]
Bir defasında, abdest ve temizlik işlerinde kullanılacak suyu ısıtmak için ocağa koyan talebelerin, bu esnâda boş sözlerle meşgul olduklarını işitince, onlara şu îkazda bulunmuştu:
“–Bu kadarcık da mı bilmiyorsunuz? Yemek pişirirken ve su ısıtırken gönlü hazır eylemek ve lisânı mâlâyânîden muhâfaza etmek gerekir. Bu durumda o su ile abdest alan ve o yemekten yiyenin gönlünde huzur ve uyanıklık meydana gelir. Gafletle ısıtılan sudan abdest alan ve gafletle pişirilen yemekten yiyen kişinin gönlünde ise zulmet ve gaflet meydana gelir.”[28]
ŞAH-I NAKŞİBEND’İN İLMİ
Şâh-ı Nakşibend (r.a.) şöyle buyurur:
“Abdülhâlık Gucdüvânî Hazretleri’nin emrettiği şekilde Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz’in hadîs-i şerîflerini ve ashâb-ı kirâmın haberlerini araştırmaya gayret ettim. Âlimlerin meclisine devam edip hadîs-i şerîf dersleri aldım, sahâbe-i kirâmın haber ve rivâyetlerini öğrendim. Bunların her biriyle amel edip, Allâh’ın inâyetiyle neticelerini üzerimde müşâhede ettim.”[29]
Nakşibend Hazretleri bir taraftan tekkedeki hizmetlere koşarken diğer taraftan da ilim tahsil ederdi. Kendisi şöyle anlatır:
“Dîggerânî (Kışlâkî) Hazretleri’nden tefsir ve hadis dersleri alıyordum. O günlerde yolum Nesef’e düşmüştü. Hocam orada bağ bakımı yapmaktaydı. Bahçede ılgın ağacı çok olduğundan bir baltaya ihtiyaç duyulmuş. Hocam:
«–Bizim baltamız Buhâra’da Hüsâmeddin Efendi’nin yanında asılı kaldı.» buyurdu. Derhâl onun hatırından geçen mânâyı anladım. Haberleri olmadan hemen Nesef’ten Buhâra’ya giderek istedikleri baltayı ertesi gün kendilerine getirdim.”[30]
Şâh-ı Nakşibend, Hakîm Tirmizî Hazretleri’ne (vefâtı h. 320) çok ehemmiyet verir, onun rûhâniyetinden, fikirlerinden ve eserlerinden istifâde ederdi. Muâsırı olan büyük âlimler ve sâlih zâtlarla da devamlı sohbet ederdi. Bir gün, büyük âlimlerden Hamîdüddîn Şâşî Hazretleri’ni ziyarete gitmişlerdi. Ona:
“–Öz, kabuğun himâyesindedir. Eğer kabukta bir hastalık olursa öze bulaşır.” deyince, Mevlânâ Hamîdüddîn bu söze hayran kaldı.
Nakşibend Hazretleri sözlerine devamla:
“–Bizler kıymetli âlimlerden bolca fazîlet meyveleri toplayan insanlarız.” buyurdular.[31]
Devrin âlimlerinden Hoca Yûsuf Hazretleri, zaman zaman Nakşibend Hazretleri’nin meclisine gelip sohbet dinler ve ihtiyaç olduğunda dervişlerin dînî meselelerini hallederdi.[32]
Alâüddîn Attâr (r.a.) şöyle buyurmuştur:
“Nakşibend Hazretleri’ne, o devirde yaşayan büyük âlimlerin alâka, muhabbet, sadâkat ve iştiyakları çok fazla idi. Nice talebe ve büyük müderrisler, medreseyi tamamen terk ederek, hattâ vazife îcâbı kendilerine verilmiş olan vakıf mallarını da iâde ederek, gece gündüz onun sohbetleriyle müşerref olmuşlardır.
Bir gün çok sayıda Buhâralı âlim, Hazret-i Hâce’nin huzûrunda toplandılar. İçlerinden bâzı mutaassıp kimseler:
«–Bugün medreselerimizde ilim ve tahsilin aydınlığı kalmadı. İlmî tartışma, araştırma ve incelemeye ehemmiyet verilmez oldu. Çoğu talebe, sizin yolunuza meylederek ilim ve tahsilin zevkini bir kenara bırakıp fenâ ve atâlet köşesine çekildiler. Bu ne hâldir?» deyince Şâh-ı Nakşibend -rahmetullâhi aleyh- onlara:
«–Ey ulemâ-yı kirâm topluluğu! Şerîat yolunda biz size bağlıyız ve sizin peşinizden gideriz. Sizler Fahr-i Âlem Efendimiz’den ne nakleder ve beyan buyurursanız, biz ona tâbî oluruz. Eğer bizim yolumuzda Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz’in Sünnet-i Seniyye’sine muhâlif bir şey varsa bize gösterin, onu terk edelim. “...Eğer bilmiyorsanız ehl-i zikre sorunuz!” (el-Enbiyâ, 7) âyet-i kerîmesi mûcibince bizi îkâz edin, hidâyet yolunda mıyız, yoksa değil miyiz haber verin!» buyurdular. Âlimlerin tamamı:
«–Biz sizin yolunuzu etraflıca araştırdık. Sünnet-i Seniyye’ye uymayan bir şey yoktur.» diye cevap verdiler. Fakat aralarında Molla Hord isminde devrin büyük âlimlerinden biri vardı. O:
«–Şu sizin giydiğiniz aba, iki yönden şöhret sebebidir. Birincisi, aba dervişlerin en çok övündükleri şeydir. Diğeri de aba giymekle kendinizi imtiyazlı addediyorsunuz. Bu câiz midir? Şöhrete sebep olan şeyler kişiyi âfete sürükler!» dedi. Hâce Hazretleri:
«–Bu bizim üzerimizdeki aba, imtiyaz ve şöhreti gerektirecek kadar kıymetli bir şey değildir. Derviş elbiselerinin orta hallisidir. Fakat mâdemki dedikoduya sebep oluyor, biz de onu giymeyiz!» buyurdular ve hemen çıkarıp oradaki bir dervişe hediye ettiler.”
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin bunun gibi nice fazîletlerine ve güzel ahlâkına şâhit olan Buhâralı âlimler nihâyetinde:
“–Nasıl ki görebilmek için gözün beyazı ile siyahına ihtiyaç varsa, bizim de o şekilde size ihtiyacımız vardır.” dediler.[33]
Bir defasında Nakşibend Hazretleri’ne:
“–Bir kişi «mantık ilmi»ni okursa, hangi niyetle okusun?” diye soruldu. O da:
“–Hakkı bâtıldan ayırt etmek niyetiyle okusun!” buyurdular.[34]
Şâh-ı Nakşibend -rahmetullâhi aleyh-, iyi bir hadis tahsili gördüğü için sohbetlerinde sık sık hadîs-i şerîfleri îzah eder ve tasavvufî şerhler yapardı. Arapça, Türkçe ve Farsça’ya vâkıftı.[35]
ŞAH-I NAKŞİBEND’İN İSTİKAMETİ
Şâh-ı Nakşibend (r.a.) şöyle buyurmuştur:
“Hârikulâde fiillerin ve kerâmetlerin zuhûruna fazla meyletmemek îcâb eder. Esas mârifet, istikâmet üzere olmaktır.”[36]
“Hârikulâde hâl ve kerâmetlere, amelde istikâmet üzere olmak ve Sünnet’e bağlılık şartıyla îtimâd edilebilir. Sünnet’e bağlılık olmazsa bu tür zuhûrâta îtimâd edilmez.”[37]
Allah dostlarından bir zâtın şu sözünü naklederlerdi:
“Eğer velî, bir bahçeye girse ve ağaçların her bir yaprağı ona «Ey Allâh’ın velîsi!» diye nidâ etse, onun, zâhiren ve bâtınen o sese iltifat etmemesi lâzımdır. Bilâkis her an kulluk, takvâ ve tazarrû hâlini daha fazla artırmaya gayret ve titizlik göstermelidir. Bu makamda kemâl mertebesi, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e muhsustur. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her ne kadar pek çok ilâhî nîmet ve ikrama nâil olsalar da, yine kulluk, ilticâ ve tazarrû hâllerini artırır ve bu hususta; «Şükreden bir kul olmayayım mı?» buyururlardı. (Buhârî, Teheccüd, 16)”[38]
Yine Nakşibend -rahmetullâhi aleyh-, Sülemî’nin şu güzel sözünü naklederdi:
“İstikâmeti taleb et, kerâmeti taleb etme! Rabbin senden istikâmet istiyor, nefsin ise kerâmet istiyor.”[39]
Nakşibend -rahmetullâhi aleyh- fânîlerin iltifatlarından kendini koruyabilmek için kerâmetlerini gizlerdi. Bir gün kendisinden kerâmet taleb ettiklerinde:
“–Bizim kerâmetimiz ortadadır. Zira bu kadar günah yükümüz varken hâlâ yeryüzünde yürüyebiliyoruz.” buyurdular.[40]
Müridleri, kendisinde gördükleri kerâmetlerden bahsedince de:
“–Onlar müridlerin kerâmetleridir.” diyerek tevâzû gösterdiler.[41]
Kendilerinden hârikulâde hâller zuhûr ettiğinde ise, dervişlerine dâimâ şu tembihte bulunurlardı:
“–Ey dostlar! Bizim bu hâllerde irâdemiz yoktur. Yani bunun gibi keyfiyetlerin zuhûru bizim talebimizle değildir, Allah tarafındandır. Fakir, müflis, âciz ve pür-taksîr olandan bir şey zuhûr etmez!”
Yine şöyle buyurmuşlardır:
“Rasûlullah Efendimiz, mevcûdâtın en kâmili ve Allâh’a en yakını olup duâları makbûl olduğu hâlde, O’na şu hitap vâkî olmuştur:
«…Attığın zaman Sen atmadın, lâkin Allah attı...» (el-Enfâl, 17)
O hâlde düşünmek îcâb eder ki, bizim gibi bîçâre ve âciz ümmetinin hâli nasıldır?! Dervişlerden zuhûr eden hârikulâde hâllerde kendilerinin bir hissesi yoktur. Belki o tür şeyler, tâliplerin Hak yolundaki ufuklarının açılması içindir.”[42]
İstikâmetten azıcık sapmak bile, kişinin mâneviyâtı üzerinde hemen tesirini gösterir. Bunun için Nakşibend Hazretleri:
“Velî olan kişiden, zelle türünden her ne hatâ zuhûr etse, bu onun tevâzûdaki kusurundan kaynaklanır.” buyurmuşlardır.[43]
ŞAH-I NAKŞİBEND’İN SÜNNETE BAĞLILIĞI
Şâh-ı Nakşibend(r.a.) tarîkatini, “Rasûlullah Efendimiz’in Sünnet’ine ve ashâbının sözlerine tâbî olmak” diye hulâsa ederdi. Sünnet-i Seniyye’yi hayatının her alanında tatbik etmekten büyük bir zevk alırdı.[44] O derecede ki, oğlu vefât ettiğinde şöyle buyurmuşlardı:
“–El-hamdü lillâh, bu da Peygamber Efendimiz’in Sünnet-i Seniyye’sindendir. Zira O’nun da evlâtları sağlığında vefât etmişti. Efendimiz’in başına gelen hâllerin çoğu bizde de zuhûr eyledi.”[45]
Bahâüddîn Nakşibend -rahmetullâhi aleyh- bu gayret ve hassâsiyeti sebebiyle; “مُحْيِى سُنَنِ سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ/ Rasûllerin Efendisi’nin Sünnet’ini ihyâ eden” ve “مُوَضِّحِ اٰثاَرِ الصَّحَابَةِ / sahâbe-i kirâmın yolunu açıklayan” gibi sıfatlarla yâd edilmiştir.[46]
Şâh-ı Nakşibend -rahmetullâhi aleyh-, Yâkub Çerhî Hazretleri’ne:
“Gücün yettiğince Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz’in;
«Seninle alâkasını kesene sen sıla-i rahimde bulun, sana vermeyene ver, sana zulmedeni affet!»[47] hadîs-i şerîfiyle amel etmeye çalış!” tavsiyesinde bulunmuştur. Bunların hepsi de nefsin zıddınadır, ama böyle yapıldığında faydası pek çoktur.[48]
ŞAH-I NAKŞİBEND’İN İBADET HAYATI
Bahâüddîn Nakşibend (r.a.) ibadetler hususunda çok hassas idi. Bunun bir misâlini kendisi şöyle nakleder:
“Tevbe etmek nasîb olduğu zaman Rivertun köyünde ikâmet ediyordum. Namazlarımı mescidde cemaatle kılmaya îtinâ gösterirdim. Tesâdüfen bir vakit namazı cemaatle kılamamıştım. O mescidin, takvâ sahibi, âlim bir imamı vardı. Bana:
«–Ben seni meydanda saf tutan, yani cemaate devam eden bir yiğit olarak tasavvur ederdim, meğer sen safı ihmâl edenlerdenmişsin!» dedi. Ben:
«–Efendim siz bizi, meydanda saf tutan olarak tasavvur buyurmuşsunuz ama, hakîkatte biz kalpleri perdeli olanlardanız.» dedim.
Allah rahmet eylesin, o büyük zâtın dilinden şu (mânâya gelen bir) beyit sâdır oldu:
«Aşk pazarında, yüzü kirli kalbi satın almazlar. Hâlis bir kalp gerekir ki ateşten temiz olarak çıkabilsin!»
Bu söz, içime dert oldu. Onun ateşi gönlümde her an yanıp durdu ve o kararsızlık hâli bende artarak devam etti.”[49]
Şâh-ı Nakşibend -rahmetullâhi aleyh- ibadetlerin mânevî tekâmül yolundaki ehemmiyetini de şöyle ifâde buyurmuştur:
“«Mecaz, hakîkatin köprüsüdür.» denilmiştir. Bundan kastedilen şudur: Zâhirî, bâtınî, kavlî ve fiilî olan bütün ibadetler mecazdır. Bu tarîkate girenler; bütün ibadetlere ihtimam gösterip bu merhalelerden geçmedikçe, (îmandan ihsâna yolculuk yapmadıkça) hakîkate vâsıl olamazlar.”[50]
Yine şöyle buyurmuşlardır:
“Seherlerde ve akşam namazından sonra bâtınî derslerle meşgul olmak ve nâfile namazlara devam etmek îcâb eder.”[51]
TEVAZU VE HİÇLİK
Nakşibend Hazretleri, yeri geldikçe şöyle buyururlardı:
“Bu yüce tarîkate sülûk edenlerin en kârlısı; tam bir niyaz, tevâzû ve tazarrû hâlinde yaşayıp yüksek himmet sahibi olanlardır. Bizi bu kapıdan geçirdiler. Ne bulduysam, niyaz, mahviyet, hiçlik ve yoklukta buldum.”[52]
Hakîkaten bütün Allah dostlarını zirveleştiren sır; tevâzû, hiçlik ve yokluk hâlidir. Bunun içindir ki ârif zâtlar; “Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan!” buyurmuşlardır.
Şu hâdise, Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin tevâzû ve hiçlik ufkunu ne güzel ifâde etmektedir:
Hâce Hazretleri bir defasında Kûfîn adlı yere gitmişti. Kendi dervişleri ve o beldenin halkından büyük bir kalabalık, peşinden gidiyordu. İnsanların bu kadar alâkasını çekmiş olmaktan müteessir olan Nakşibend Hazretleri ağlamaya başladı. Onun bu hâlini görenler de ağladılar. Fakat Hazret’in niçin ağladığını anlayamadılar. Bir müddet sonra Nakşibend -rahmetullâhi aleyh- ilâhî azamet karşısındaki yokluk ve hiçliğini ifâde sadedinde, kendine hitâben:
“–Bu haraplık, bu âcizlik, bu tükenmişlik ve bu beceriksizlik bende mevcutken, hiç kimseye selâm verip almaya bile lâyık değilim. Hak Teâlâ beni halkın arasında rüsvâ eylemiştir, halkı benimle meşgul kılmıştır.” diyerek döktükleri gözyaşlarının sebebini beyan buyurdular. “Hiç kimse hâlimden haberdar değil!” diyerek içli içli inledikten sonra şu (mânâya gelen) beyti okudular:
“Eğer bilselerdi beni kovarlardı şehirden. Eyvah eyvah! Kimsenin haberi yok hâlimden!”[53]
İşte o büyük Hak dostlarını yücelten de, gönüllerindeki bu rikkat ve hassâsiyettir. Demek ki insana her nerede bir benlik hissi gelse, derhâl Hak Teâlâ’ya sığınarak onu defetmeye çalışmalı ve bu hususta son derece dikkatli olmalıdır.
Nesefli bir mürîd, komşusuyla çekişmiş ve onun kalbini kırmıştı. Buna çok üzülen Nakşibend -rahmetullâhi aleyh-, Buhâra’dan kalkıp Nesef’e gitti. Şehre girer girmez doğruca gönlü kırılan zâtın hânesine yöneldi. Kapısına varıp:
“–Bu cürmü bize bağışlayın, suç bizimdir!” diye büyük bir tevâzû ve mahviyet içinde ricâda bulundu. Neticede mürîdinin komşusunun gönlünü aldı. Nakşibend Hazretleri’nin bir gönül yapmak için tâ Buhâra’dan kendi beldelerine gelmiş olması, bütün Neseflileri hayran bıraktı ve onların pek çoğu bu mürşid-i kâmilin mürîdi oldular.[54]
Hâce Hazretleri’nin ihlâslı talebelerinden Müsâfir Hârezmî şöyle anlatır:
“Bir gün Hâce Bahâüddîn Hazretleri hizmet için bir binâ yaptırıyordu. Bütün dervişler oradaydı. Hepsi de toprağa bulanmış bir hâlde îtinâ ile çalışıyorlardı. Muhammed Pârsâ -rahmetullâhi aleyh- çamur kararak kerpiç yapmakla vazifelendirilmişti. Güneş tam tepeye gelmiş, hava iyice ısınmıştı. Nakşibend Hazretleri, çalışanların bir müddet istirahat etmelerini emretti.
Herkes elini ayağını yıkayıp gölgelik bir yere çekildi. Yorgun oldukları için, oldukları yerde uyuyakaldılar. Muhammed Pârsâ -rahmetullâhi aleyh- de kerpiç yaptığı yerde uykuya daldı. Onlar bu hâlde iken Hâce Hazretleri çıkageldi. Bütün sûfîlere nazar etti. Sonra Muhammed Pârsâ’nın yanına vardı. Onun bu hâlini görünce duygulanıp mübârek yüzlerini Muhammed Pârsâ’nın ayaklarına sürerek:
«–İlâhî, bu ayaklar hürmetine Bahâüddîn’e rahmet eyle!» diye duâ etti.”[55]
Alâüddîn Attâr -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyurur:
“Acziyetini idrâk edip tevbe etmekten başka kurtuluş ümidi yoktur! Sâlik, dâimâ kendi amellerinin kusurunu görüp eksikliğini bilmeli, acziyet ve günahkârlıktan kaynaklanan pişmanlığın lûtuf ve kerem sebebi olduğunu düşünerek Hakk’a ilticâ etmelidir. Şâh-ı Nakşibend -rahmetullâhi aleyh-, talebelerine dâimâ bu hâli emrederek; «Beni devamlı bu sıfatta tuttular!» buyururdu.”[56]
Şâh-ı Nakşibend -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyurmuştur:
“Tevbenin hakîkati; günahların aslı olan kibir, gurur ve benlik duygusundan vazgeçerek acziyeti idrâk etmektir. Bu da, nefsin hodgâmlığını tanıyıp onun mâneviyâta verdiği zararı fark ettikten sonra gerçekleşir. Kişi bu elem ve acziyet içindeyken gönlünden Hak Teâlâ’ya yalvarır ve inler. İşte tevbenin hakîkati budur.
«Yâ Rabbî! Halk Sen’den korkar, ben ise kendimden korkarım! Zira yâ Rabbî, Sen’den hep iyilik, kendimden ise hep kötülük gördüm.»
Ehlullah’ta bir kusurun meydana gelmesi, onların nefsânî hâllerini ve benliğini yok etme hikmetine binâendir. Nitekim Mûsâ -aleyhisselâm-’ın, şerîate bağlılık duygusuyla Hızır -aleyhisselâm-’a yaptığı îtirazların hikmetlerinden biri de budur. Mûsâ -aleyhisselâm-, îtirazlarında hatâlı olduğunu anladı ve benliği yok oldu.”[57]
Nakşibend Hazretleri’nin, henüz hayatta iken söz ve menkıbelerini derleyip yazmak isteyen Hâce Hüsâmeddîn Yûsuf’a müsâade etmemesi de onun yüksek tevâzuunu gösteren diğer bir hâdisedir.[58]
ŞAH-I NAKŞİBEND’İN CÖMERTLİĞİ
Şâh-ı Nakşibend -rahmetullâhi aleyh- dünya malına ehemmiyet vermeyip fakir olarak yaşamayı tercih etmesine rağmen, infak, ikram ve ihsanları çok üst seviyede idi. Ona birisi bir hediye getirse, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Sünnet’ine ittibâ ederek, o kişiye mislini yahut birkaç katını ihsân ederdi.
Feyizli sohbetleri vesîlesiyle Nakşibend Hazretleri’ne tâbî olan cemaatte de bu güzel vasıflar görülürdü. Bu ahlâk üzere yetişen müridleri, eğer evlerine bir dost veya bir misafir gelse, külfete girmeden yemek hazırlayıp yedirir ve elden gelen her türlü ikramı yaparlardı. Hattâ gerektiğinde îsarda bulunmaktan, yani din kardeşlerini kendi nefislerine tercih ederek kendilerinin de muhtaç oldukları şeyleri ikram etmekten çekinmezlerdi. Meselâ misafirleri gece yatıya kaldığında, bir tek kalın örtüden başka bir şeyleri olmasa bile onu misafire verir, kendileri bunu hissettirmeden soğuk havaya tahammül etmeye çalışırlardı.[59]
ŞAH-I NAKŞİBEND’İN HİZMETİ
Şâh-ı Nakşibend -rahmetullâhi aleyh- bir defasında talebelerini hizmete teşvik etmek için; “gençliğinde Buhâra’da bulunan bütün medreselerin helâlarını temizlediğini” ifâde buyurmuş ve sözlerine şöyle devam etmiştir:
“…Üstâdım bana;
«–Kalplere dikkat et! Düşkünleri, zayıfları ve gönlü kırıkları gözeterek onlara hizmet et! Halkın küçük gördüğü ve iltifat etmediği kişilere sen iltifat et ve onlara karşı tevâzû ve mahviyet göster!» tavsiyesinde bulundu. Ben de üstâdımın işaret ettiği üzere bir müddet bu hizmetlerle meşgul oldum. Sonra, tekrar o aziz dost bana buyurdu ki:
«–Hayvanların bakımını da tevâzû ve îtinâ ile yerine getir. Zira hayvanlar da Allah Teâlâ’nın mahlûkudur. (Onlardaki tecellîleri müşâhede et! Onlara Hâlık’ın şefkat nazarıyla bakmaya gayret et!) Hasta ve yaralı olanların tedâvisiyle meşgul ol!»
Bu emir üzerine hayvanların hizmetlerini görmeyi kendime vazife edindim. Bir müddet bu şekilde devam ettim. Şayet yolda önüme bir hayvan çıksa durur, o hayvan geçip gidene kadar öylece kalır, önüne geçmezdim. Yedi sene bu minvâl üzere günlerim geçti. Tekrar o aziz dost bana şöyle buyurdu:
«–Bu mübârek dergâhın köpekleri ile de samimiyetle meşgul ol ve aralarından sana saâdet ufuklarının açılmasına vesîle olacak birini ara!»
Ben üstâdımın işaretleriyle bu hizmeti de ganimet bildim ve ona sıkıca sarıldım. Bir gece bir köpeğe rastladım. Beni çok farklı bir hâl kapladı. Onun yanında Allâh’a niyaz ve tazarrûda bulundum. Hüngür hüngür ağlamaya başladım. Ben bu hâldeyken o hayvancağız, arkasını yere koyarak yüzünü semâya doğru çevirdi, ön ayaklarını yukarı kaldırdı ve hazin hazin inlemeye başladı. Ben de ellerimi kaldırdım, kırık bir kalp ile niyâz edip «Âmîn!» diyordum. Bu vaziyet, onun susup normal hâline dönmesine kadar devam etti…
Yine aziz üstâdım bana:
«–Yol ve geçitlerin bakımı ile meşgul ol! Eğer yol üzerinde insanların hoşlanmayacağı bir şey görürsen onu kaldırıp temizle ki oradan geçenlere bir zarar gelmesin!» dedi. Bundan sonra o hizmetle meşgul olmaya başladım. Öyle ki, bahsettiğim bu yedi sene zarfında üstüm başım hep toz toprak içinde olurdu. O Allah dostunun bana emrettiği her ameli, büyük bir sadâkatle yerine getirdim. O amellerden her birinin kendi ahvâlim üzerindeki neticelerini de müşâhede ettim.”[60]
Şâh-ı Nakşibend -rahmetullâhi aleyh-, Emîr Külâl Hazretleri’nin tekkesindeki ocağa, sırtında odun taşırdı. Yine, köyündeki câmi inşâ edilirken başının üzerinde çamur harcı taşımış ve şu mânâya gelen bir beyit okumuştur:
“Yâ Rabbî, Sen’in yolundaki her işi cân u gönülden yaparım! Ey mescid, senin yükünü başımda taşırım!”[61]
Alâüddîn Attâr Hazretleri şöyle buyurur:
“Üstâdımız Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin ahlâkı pek ulvî idi. Şayet bir dostu evine gelse, bizzat hizmet eder, en güzel şekilde izzet ü ikramda bulunur ve her türlü îtinâyı gösterirdi. Misafirin bineğine de son derece îtinâ ile bakardı. Öyle ki, o dostun zihni artık bineğini düşünmekten kurtulurdu.”[62]
Nakşibend Hazretleri’nin müridlerinden Şeyh Şâdî şöyle anlatır:
“Bir dostu veya bir misafiri geldiğinde, Nakşibend -rahmetullâhi aleyh-, o zâtın hizmetini îfâ ettikten sonra, bineğinin su ve yemini de hazırlardı. Her türlü hizmeti nîmet bilirdi. Evine, kendi terbiyelerinde olan dervişler bile gelse, onların tahâret ve temizliği için lâzım olan malzemeyi dâimâ kendisi tedârik eder ve; «Bu hizmetlerin hepsi benim canıma minnettir.» derdi. Hâce Hazretleri bir mürîdinin evini şereflendirdiği zaman ise, onun çocuklarını, yakınlarını, hizmetçilerini, binek hayvanlarını, hattâ tavuklarını bile sorar, her birine bir vesîleyle iltifat eder ve gönüllerini alırdı.”[63]
Bir mecliste yemek hazırlandığı zaman, onu hazırlayanlara bizzat kendi elleriyle o yemekten ikram ederdi.[64]
Talebelerinden biri şöyle anlatıyor:
“Benim Nakşibend Hazretleri’ne intisâb edip gönülden bağlanmamın sebebi şudur:
Bir gün Buhâra’da dervişler toplanıp hasta olan Hâce Hazretleri’ne geçmiş olsun ziyaretine gittiler. Ben de onlara katıldım. Nakşibend Hazretleri’yle Bâğ-ı Mezâr denilen yerde görüştük. Hastayken dahî dervişleri güler yüzle karşıladılar. Hemen gidip kesilecek koyunları hazırladılar. Hattâ koyunların birini mübârek sırtlarında getirip yemeğin pişirilmesiyle de bizzat meşgul oldular. İşte onun bu güzel ahlâkı beni muhabbetlerinin esîri eyledi.”[65]
Şâh-ı Nakşibend -rahmetullâhi aleyh- herkesin meselesini halletmek, problemini çözmek için gayret ederdi. Bu sebeple kendisine “Hâce-i Müşkil-güşâ: Zor meseleleri halleden Hocaefendi” denilirdi.[66]
Şâh-ı Nakşibend -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyururlardı:
“Hak dostları, halkın yükünü ve zahmetini, onların ahlâkını güzelleştirmek için çekerler. Hakk’ın nazarının bulunmadığı hiçbir kalp yoktur. O kalbin sahibi bunu ister bilsin, ister bilmesin! İşte ehlullah, bu sebeple halkın yükünü çekerler ki, gönül almaya muvaffak olsunlar da o kalpteki nazar-ı ilâhîden kendilerine de feyz gelsin!”[67]
ŞAH-I NAKŞİBEND’İN SOHBETE VERDİĞİ ÖNEM
Bir dervişten nakledilmiştir:
“Şâh-ı Nakşibend -rahmetullâhi aleyh-, Allah dostlarının sohbetlerinin büyük bir nîmet olduğunu her vesîleyle ifâde eder ve; «Bu nîmetten uzak kalmak, bu yolun yolcularının kusurlarındandır.» buyururlardı. Bu âciz kul, Hâce Hazretleri’nin sohbet-i saâdetlerine mazhar olmak için Semerkand’dan Buhâra’ya gittiğimde, Nakşibend Hazretleri’nin talebelerinin en fazla ehemmiyet verdikleri şeyin, imkân nisbetinde bütün namazları cemaatle mescidde edâ etmek ve Hazret’in sohbetindeki feyz ve rûhâniyetten nasiplenmek gibi hususlar olduğunu gördüm.”[68]
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri şöyle buyururlardı:
“Kişi, insanlarla beraber olup onlara hizmet edince, halvete çekildiği zamanlardan daha fazla gönül huzûru elde eder. (Yani kesrette vahdeti yakalar, kalabalıklar içindeyken Cenâb-ı Hak ile beraber olabilirse, gönlü daha fazla huzûra kavuşur.) Bizim yolumuzda gönül âlemi ancak bu şekilde inkişâf eder. Bizim yolumuz sohbet yoludur. Halvette şöhret, şöhrette ise âfet vardır. Hayır ve bereket, birlik ve beraberliktedir. Birlikte olmak, sohbetle mümkündür. Ancak bu hâlin gerçekleşmesi, sohbetin faydalı olması şartına bağlıdır. Bir kişinin başkasıyla sohbeti ise benliği terk edip hiçliğe bürünmekle hâsıl olur.”[69]
“Bizim sohbetimize gelenlerin bir kısmının kalbinde muhabbet tohumu varsa da, dünyaya olan alâkaları ve bunun oluşturduğu pislik sebebiyle bu tohum filiz verip büyüyemez. Bize düşen vazife, onların kalbini bu nefsânî arzulardan temizleyerek muhabbet tohumunu filizlendirmektir. Bâzılarının kalbinde ise muhabbet tohumundan eser yoktur. Biz onların kalbinde muhabbet oluşması için himmet ederiz.”[70]
ŞAH-I NAKŞİBEND’İN VEFATI
Şâh-ı Nakşibend -rahmetullâhi aleyh- yaşlılık döneminde tekrar hacca gitti. Bu yolculuktan dönerken hastalandı.
Talebelerinden şöyle nakledilmiştir:
“Şâh-ı Nakşibend -rahmetullâhi aleyh-, ölümü çok yâd ederlerdi. Bilhassa hayatının son günlerinde; «Dostların gittiği o âhiret âlemi ne güzeldir!» buyurup Hâcegân büyüklerini anarlardı. Hâce Hazretleri, vefatlarına yakın bir zamanda da, Hazret-i Âişe Vâlidemiz’den rivâyet edilen şu hadîs-i şerîfi tekrar ederlerdi:
«Benim ülü’l-azm kardeşlerim ile rusül-i kirâm hazarâtı bundan daha şiddetli belâlara sabrettiler. O hâlleriyle giderek Rab’lerine vâsıl oldular. Cenâb-ı Hak onlara pek büyük ikramlar ve pek çok sevaplar ihsan buyurdu. Dünyadaki refah seviyemi yükseltmekten hayâ ederim. Öyle yaparsam belki yarınki nasîbimden noksanlaştırılır da kardeşlerimden geri kalırım. Şu dünyada birkaç gün sabretmek, bana, yarın âhiretteki nasîbimin noksanlaşmasından daha iyi gelir. Şu anda bana, ashâbıma ve kardeşlerime kavuşmaktan daha sevimli başka bir şey yoktur.» (Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, III, 82)”[71]
Alâüddîn Attâr -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyurur:
“Hâce Hazretleri’nin son anlarında Yâsîn-i Şerîf okuyorduk. Yarısına geldiğimizde nurlar zâhir olmaya başladı. Hâce Hazretleri kelime-i tevhîdi söyleyerek son nefeslerini verdiler. Yaşları 73’ü doldurmuş, 74’e ayak basmıştı. Vefatları 3 Rebîulevvel 791’de (1 Mart 1389) pazartesi gecesi vâkî oldu.”[72]
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, Kasr-ı Ârifân’daki bahçesine defnedildi.
Büyük Hak dostlarından Abdülkuddûs Hazretleri, bir keşfindeki[73] müşâhedelerini şöyle nakleder:
“Hâcemizin defin işlemleri bittiğinde, nurlu kabirlerinde mübârek yüzlerinin bulunduğu taraftan; «Kabir, Cennet bahçelerinden bir bahçedir...»[74] hükmünce Cennet’ten bir pencere açıldı. İki hûri çıkageldi. Selâm verdikten sonra Hâce Hazretleri’ne:
«–Allah Teâlâ Hazretleri bizi sizin için yarattı. Tâ o zamandan beri biz size âidiz ve size hizmet etmek için beklemekteyiz.» dediler.
Şâh-ı Nakşibend -rahmetullâhi aleyh- onlara:
«–Benim Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri ile bir ahdim var. O’nun emsalsiz ve eşi benzeri olmayan cemâli ile müşerref olmadıkça hiçbir şeyle meşgul olmayacağım.» buyurdular.”[75]
Yâkub Çerhî -rahmetullâhi aleyh- şöyle anlatır:
“Nakşibend Hazretleri’nin vefât ettiğini işitince çok üzülüp ağladım. O gece rüyamda Hazret-i Hâce’nin bana; «…Şayet O ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz?..» (Âl-i İmrân, 144) âyet-i kerîmesini okuduğunu gördüm. Sonra; «Zeyd bin Hârise -radıyallâhu anh- buyurmuştur ki…» dediler.
Uykudan uyanınca bu âyet-i kerîme ile bana işaret edilmek istenen mânâyı anladım. Yani, onların güzel terbiye ve şefkatli nazarları, rûhâniyet âleminde de aynen âlem-i şühûddaki gibi devam etmektedir.
İkinci gece yine Hazret-i Hâce’yi rüyamda gördüm: «Zeyd bin Hârise -radıyallâhu anh-; “Dîn birdir ve dâimdir.” buyurdular.» diye önceki sözlerini îzah ettiler.
Sahâbeden Zeyd bin Hârise’yi örnek göstermekle, yollarından ayrılmamam gerektiğini beyân ediyorlardı. Zira Zeyd -radıyallâhu anh- Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in evlâtlığı idi ve O’ndan hiç ayrılmamıştı. Hâcegânımız, tâliplerini hemen kabûl etmezler, fakat kabûl ettikten sonra da onlar evlâtları hâline gelirler.
Başka bir sefer rûhâniyetlerini gördüğümde kendilerine:
«–Yarın kıyâmette sizi nasıl bulacağız?» diye sordum:
«–Şerîate bağlılıkla» yani, dînin emirlerine uygun amel etmekle, buyurdular.
Bu rüyalardan anlaşıldığına göre, meşâyıh-ı kirâm, hayattayken de vefât ettikten sonra da müridlerini terbiye ederler. Onların rûhâniyetlerine teveccüh edip kalbî irtibat hâlinde bulunmak; kişinin kemâle ermesine, ilâhî feyz ve nurlara nâil olmasına vesîledir.”[76]
Allah -celle celâlühû-, onların ruhlarını aziz kılsın, ihsan ve ikramlarını üzerimizden eksik eylemesin. Âmîn!
Şâh-ı Nakşibend -rahmetullâhi aleyh-’in, önceleri son derece mütevâzı bir durumda olan kabr-i şerîfleri, zamanla etrafına mescid, medrese, tekke, misafirhâne, çeşme gibi müştemilât eklenerek büyük bir külliye hâline getirilmiştir.[77]
Annesinin kabri de bugün Bahâüddîn diye isimlendirilen Kasr-ı Ârifân köyündedir. Nakşibend Hazretleri’nin türbesini ziyarete gelenler, Hâce Hazretleri’nin vasiyeti îcâbı, önce annesinin kabrini ziyaret ederler.
ŞAH-I NAKŞİBEND’İN HİKMETLİ SÖZLERİ
- “Âlem-i kuds fezâsında uçabilmek için iki kanat lâzımdır. Biri, çok amel-i sâlih işlemek, diğeri de kendini kusurlu görmek.”[78]
- “Dâimâ Allâh’ın Latîf sıfatına sarıl ve O’nun fazl u keremini taleb et! Sakın amellerinin karşılığını bekleme! Kemâlât ve fazîlet olarak söz ve davranışlarından her ne zuhûr ederse etsin, onu hiçlik deryâsına atıp unut! Devamlı nefsinin kusurlarını gör!”[79]
- Ubeydullah Ahrâr -rahmetullâhi aleyh- anlatıyor:
“Bir aziz zât, dünyadan ayrıldıktan sonra Nakşibend Hazretleri’ni rüyasında görmüş ve ona:
«–Ebedî kurtuluşumuz için ne yapalım?» diye sormuş. Hâce Hazretleri şu cevâbı vermiş:
«–Son nefeste neyle meşgul olmak gerekiyorsa onunla meşgul olun!» Yani, son nefeste nasıl ki tamamen Hak Teâlâ’yı düşünmeniz lâzımsa, hayatınız boyunca da o şekilde uyanık olunuz!”[80]
- “Zikir telkîni, bir kimsenin eline çakmak taşı vermek gibidir. Bundan sonra iyi bir netice oluşması için amel etmek mürîde âittir.”[81]
- “Zikirden maksat; yalnızca «Allah» ve «Lâ ilâhe illâllah» demek değildir. Belki sebepten müsebbibe (sebeplerin sebebi olan asıl fâile) gitmek ve nîmetlerin müsebbibden, yani Cenâb-ı Hak’tan geldiğini görmektir.”[82]
- “Zikrin hakîkati, gaflet meydanından müşâhede fezâsına çıkmaktır.”[83]
[Yani zikrin lâfızda kalmayıp kalbe intikal ederek davranışlara aksetmesi lâzımdır.]
- “Zikir, gafletin giderilmesidir. Gaflet giderildiğinde, sussan bile zikir hâlinde olursun!”[84]
- “Namazın erkânı ve ezkârıyla meşgul olup ona tam olarak yönelmek lâzımdır. Bu, mübtedîlerin (daha yolun başında olanların) durumuna göre değişir. Vudû (abdest) namazında birçok ecirler olduğunu da unutma!”[85]
- “Allah Teâlâ, görülen, işitilen, hayâl edilen, düşünülen her şeyin dışındadır. (Kelime-i tevhîddeki) «Lâ (yoktur)» ifâdesinin hakîkati, Allah Teâlâ’yı bu tür şeylerden tenzih etmektir.”[86]
[Zira Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarından biri de “Muhâlefetün li’l-havâdis”tir. Yani O, yarattıklarına benzemekten münezzehtir.]
- “Her durumda hukûka riâyet etmek, Hak yoluna sülûk edenlerin edeplerindendir. Onun için maksud ve matlûba erişenler; hukuk ve âdâba riâyet etmekle erişmişlerdir.”[87]
- “Mâsivâya, yani kulu Allah’tan uzaklaştıran dünyevî şeylere gönül bağlamak, bu yolda gidenler için en büyük gaflet perdesidir.”[88]
- “Bir mevzuda gönül ehli ve aziz insanlara danışıp istişâre etmenin faydalarından biri de şudur ki, eğer işin sonunda kararın doğru çıktığı anlaşılırsa enâniyete kapılmaktan kurtulursun. Şayet kararın doğru olmadığı anlaşılırsa, kusur ve noksanlığını anlar, yine enâniyete düşmezsin.”[89]
- “Bu yolun esâsı, kalbe yönelmektir. Kalp ile de Allah Teâlâ’ya yönelip O’nu çok zikretmektir. [Zira îman; dil ile ikrar, kalp ile tasdiktir, zihin ile tasdik değildir. Yani zikrin kalbe yerleşerek davranışlara aksetmesi lâzımdır. Neticede kul, her an ilâhî müşâhede altında bulunduğunun idrak ve şuuru içinde olmalıdır.]
Yine bu yolun esası, farz ve sünnetleri güzelce edâ etmektir. Yeme, içme, giyme ve oturmada, işlerde ve âdetlerde îtidâl hâlinde olmaktır. Kalbi, kötü düşüncelerden ve vesveseden korumaktır. Kendisine rehber olan üstâdın sohbetini büyük bir nîmet bilmektir. Üstâdının huzûrunda da, gıyâbında da edebe riâyet etmektir.
Bu yoldan maksat, «Devamlı Allah Teâlâ’nın huzûrunda olma»nın idrâki içinde bulunabilmektir. Ashâb-ı kirâm zamanında buna «ihsân» denilmişti. Bu yolda ilerlerken; nefsin arzularını yok etmek, nurlara ve hâllere garkolmak, fenâ ve bekāya ulaşmak, güzel ahlâk sahibi olmak gibi makamlar elde edilir.”[90]
- “Helâl lokma yemedikçe (mâneviyat yolunda) maksat hâsıl olmaz!”[91]
- “Bizim yolumuzda olan sâlikin, hangi makamda olduğunu bilmemesi lâzımdır ki bu bilgisi ona perde olmasın, tevâzû ve hiçliğini devam ettirebilsin! Zira «Makâmından râzı olan kişi, kendi ilerleyişinin önüne perde çekmiş olur.»”[92]
- “Biz, yüce devlete vuslat yolunda bir vâsıtayız. Bizden kopup Hakîkî Maksûd’a erişmek gerekir.”
Yani tâlip, fenâ mertebesine erişip Hak Teâlâ’nın bekāsına ârif olduktan sonra her şeyden sıyrılmalıdır. Bu makam, kâmil ve mükemmiller makâmıdır… Bu makâma vâsıl olan tâlip, faraza ebedî bir ömre nâil olsa bile, yine de mürşidinin kendi üzerindeki terbiye nîmetinin şükrünü edâ etmeye muvaffak olamaz.[93]
- Şâh-ı Nakşibend -rahmetullâhi aleyh- mânevî hâlleri gizlemeye dâir, şu mânâya gelen beyti sohbetlerinde sıkça okurlardı:
“İçten (Hakk’a) âşinâ ol, dıştan ise habersiz gibi (davran)! Böyle güzel bir usûl, cihanda az bulunur.”[94]
- “Cömert birinin evinde bulunan, onun ikramlarına nâil olur. Allah dostlarına hizmet ederek onların gönüllerine girenin de hâli böyledir!”[95]
Dipnotlar:
[1] Nâsıruddîn Buhârî, Tuhfetü’z-Zâirîn, s. 54; Sadriddin Selim Buhârî, Bahâüddin Nakşbend Yaki Yetti Pir, s. 13; a. mlf., Teberruk Ziyâretgâhlar, Taşkent 1993, s. 25. [2] Şîrâzî, Tarâiku’l-Hakāik, II, 351. [3] Enîsü’t-Tâlibîn isimli eserin müellifi olan Salâhaddîn bin Mübârek el-Buhârî, 785/1383 senesinde Alâüddîn Attâr Hazretleri’nin vâsıtasıyla Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’ne intisâb etmiştir. Nakşibend Hazretleri, kendisi hayattayken böyle bir eserin te’lifine müsâade etmemiş, ancak vefatlarından sonra müellif istihâre yaparak mânevî bir işaretle bu eseri te’lif etmeye başlamıştır. Müellif, Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin sohbetlerinden bizzat işittiği sözleri, üzerinde müşâhede ettiği hâlleri ve onun en yakın halîfe ve müridlerinin naklettiği haberleri derlemiştir. Bu sebeple Şâh-ı Nakşibend Hazretleri ile alâkalı ilk kaynaklardan bilgiler ihtivâ etmektedir. Bunun için de Reşahât ve Nefahât gibi meşhur tabakāt kitaplarının en mühim kaynaklarından biri olmuştur. [4] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 35. [5] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 37. [6] Gaybet: Maddî âlemden kalben alâkayı kesip kendinden geçmek. [7] Veysel Karanî diye bilinen Yemenli Üveys el-Karanî Hazretleri, Rasûlullah r Efendimiz’i göremediği hâlde O’nun rûhâniyetinden istifâde edip iltifât-ı nebevîlerine mazhar olmuştur. Bundan hareketle tasavvufta, bir mürşid-i kâmili zâhiren görmediği hâlde, mânevî âlemde onun rûhâniyet ve feyzinden istifâde eden kişiye “Üveysî”, bu usûle de “Üveysîlik” denilmiştir. Ubeydullah Ahrâr g şöyle buyurmuşlardır: “İslâm’dan önce sâlih zâtlardan oluşan bir topluluk vardı. Bunlar dil vâsıtasını kullanmaksızın mânevî meclisler kurarak birbirleriyle halleşip sohbet ederlerdi. Onlara Bürhiyân denilirdi. Dîn-i Muhammedî’nin zuhûrundan itibâren, bu sıfatla muttasıf olanlara ise Üveysî denilmiştir.” [8] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 41-42; Pârsâ, Kudsiyye, s. 8-10, 14; Ebû’l-Kâsım, er-Risâletü’l-Bahâiyye, vr. 13b-14b; Muhammed Bâkır, Makāmât, s. 11-12; Muhammed Kādî, Silsiletü’l-Ârifîn, vr. 43b-44b; Ali Asgar Mu‘îniyân, “Âyâ Hâce Bahâeddîn Muhammed-i Nakşbend-i Buhârî ez-Meczûbân-ı Sâlikest”, Gevher, II/8 (1353 hş./1974), s. 740-742. [9] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 43; Ebû’l-Kâsım, er-Risâletü’l-Bahâiyye, vr. 15a-b; Muhammed Bâkır, Makāmât, s. 14. [10] Muhammed Bâkır, Makāmât, s. 41; Reşahât, s. 139. [11] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 53. [12] Câmî, Nefahât, s. 387-388. [13] Ebû’l-Kâsım, er-Risâletü’l-Bahâiyye, vr. 42a; Câmî, Nefahât, s. 387; Muhammed Bâkır, Makāmât, s. 34; Reşahât, s. 121-122. [14] Ebû’l-Kâsım er-Risâletü’l-Bahâiyye, vr. 123a, 104a, 108a-109a, 127b, 130b, 131a; Muhammed Bâkır, Makāmât, s. 141, 158, 173. [15] Muhammed Bâkır, Makāmât, s. 157-158. [16] Bkz. Ebû’l-Kâsım, er-Risâletü’l-Bahâiyye, vr. 75a-b; Muhammed Bâkır, Makāmât, s. 79-81. [17] Bkz. Ebû’l-Kâsım, er-Risâletü’l-Bahâiyye, vr. 62b; Reşahât, s. 113; Hânî, el-Hadâik, s. 404. [18] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 194; Muhammed Bâkır, Makāmât, s. 36; Reşahât, s. 122. [19] Reşahât, s. 473. [20] Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, III, 107/4062. [21] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 63. [22] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 64; Muhammed Bâkır, Makāmât, s. 37, 112, 138; Reşahât, s. 159, 184. [23] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 65, 67. [24] Heyet, Evliyâlar Ansiklopedisi, III, 441. [25] Şu hususa dikkat etmek gerekir ki Şâh-ı Nakşibend Hazretleri ve bâzı ehlullah’ta görülen bu gibi tavırlar, onların eriştikleri kalbî seviye neticesinde nâil oldukları bir firâset, basîret ve keşif hâlidir. Dolayısıyla o makâma ulaşmamış birinin kendini âdeta Şâh-ı Nakşibend makâmında görerek böyle sözler söylemesi, son derece yanlıştır. Riyâ tehlikesiyle karışık, böylesine yüksek perdeli sözlerden sakınmak îcâb eder. Aksi hâlde, erişmedikleri makamın sözlerini sun’î bir şekilde taklid edenler, bundan mânen zarar görürler. [26] Vukūf-i kalbî’nin îzahı için sayfa 44’e bakınız. [27] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 64-65; Reşahât, s. 513. [28] Reşahât, s. 513. [29] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 44. [30] Bkz. Enîsü’t-Tâlibîn, s. 52; Reşahât, s. 118; Mevlânâ Şihâbeddîn, Âgâhî-yi Seyyid Emîr-i Külâl, s. 34-36. [31] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 277-278. [32] Câmî, Nefahât, s. 539. [33] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 278-279. [34] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 106. [35] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 38, 54, 57, 77-113, 249-250; Muhammed Bâkır, Makāmât, s. 168. [36] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 88. [37] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 26. [38] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 88; Muhammed Bâkır, Makāmât, s. 57. [39] Sülemî, Hakāiku’t-Tefsîr, [Hûd, 12]; Enîsü’t-Tâlibîn, s. 88. [40] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 112; Ebû’l-Kâsım, er-Risâletü’l-Bahâiyye, vr. 58a. [41] Ahmed Kâsânî, Âdâbü’s-Sâlikîn, vr. 58a. [42] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 156. [43] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 88. [44] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 64, 89-90, 93, 188, 198, 249, 277; Muhammed Bâkır, Makāmât, s. 58. [45] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 261. [46] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 19. [47] Ahmed, IV, 158. [48] Yâkub Çerhî, Risâle-i Ünsiyye [Ney-Nâme içinde], s. 116. [49] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 40. [50] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 108. [51] Yâkub Çerhî, Risâle-i Ünsiyye [Ney-Nâme içinde], s. 95. [52] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 46. [53] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 80. [54] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 209. [55] Reşahât, s. 139. [56] Reşahât, s. 175-176. [57] Pârsâ, Sohbetler, s. 68-69. [58] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 20. [59] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 64. [60] Bkz. Enîsü’t-Tâlibîn, s. 49-50; Muhammed Bâkır, Makāmât, s. 17-18. [61] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 52; Reşahât, s. 121. [62] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 52; Reşahât, s. 121. [63] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 71; Ebû’l-Kâsım, er-Risâletü’l-Bahâiyye, vr. 46b; Muhammed Bâkır, Makāmât, s. 38. [64] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 198; Muhammed Bâkır, Makāmât, s. 153. [65] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 145. [66] Kavak, Dîvân-ı Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, beyt: 136-137. [67] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 100. [68] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 291. [69] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 90; Reşahât, s. 68; Ebû’l-Kâsım, er-Risâletü’l-Bahâiyye, vr. 52a, 62a. [70] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 90; Ebû’l-Kâsım, er-Risâletü’l-Bahâiyye, vr. 63b; Muhammed Bâkır, Makāmât, s. 59. [71] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 292. [72] Reşahât, s. 124. [73] Mânevî keşif hâlleri, hiçbir zaman mutlak bir hüküm ifâde etmez. Nitekim büyük Hak dostu İmâm-ı Rabbânî Hazretleri; “Keşif noktasında hatâ payı yüksektir. Keşif ehlinin ne gördüğünü, ne anladığını kim bilebilir?” buyurmuş (Mektûbât, 1. cilt, 256. mektup), bu hususta esas ölçünün, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat tarafından kabûl görmüş bilgiler olduğunu ifâde etmiştir. Yani bu bilgilere uygun olan keşfiyâta îtibâr edilebilir, uygun olmayanlara ise aslâ îtibâr edilemez. [74] Tirmizî, Kıyâme, 26/2460. [75] Bkz. Enîsü’t-Tâlibîn, s. 293; Hânî, Hadâik, s. 435. [76] Bkz. Yâkub Çerhî, Risâle-i Ünsiyye [Ney-Nâme içinde], s. 93-94; Enîsü’t-Tâlibîn, s. 293. [77] Şîrâzî, Tarâiku’l-Hakāik, III, 687. [78] Abdullah Dehlevî, Mekâtîb-i Şerîfe, s. 232, no: 119. [79] Reşahât, s. 126. [80] Reşahât, s. 130. [81] Muhammed Bâkır, Makāmât, s. 62. [82] Muhammed Bâkır, Makāmât, s. 78. [83] Muhammed Bâkır, Makāmât, s. 68. [84] Yâkub Çerhî, Risâle-i Ünsiyye [Ney-Nâme içinde], s. 104. [85] Yâkub Çerhî, Risâle-i Ünsiyye [Ney-Nâme içinde], s. 97. [86] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, II, 200, no: 272. [87] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 72. [88] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 78. [89] Pârsâ, Sohbetler, s. 49. [90] Heyet, Evliyâlar Ansiklopedisi, III, 445. [91] Yâkub Çerhî, Risâle-i Ünsiyye [Ney-Nâme içinde], s. 115. [92] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 90. [93] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 97. [94] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 67. [95] Reşahât, s. 165.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Şah-ı Nakşibend (rahmetullahi aleyh) Erkam Yayınları
YORUMLAR