Şah Şüca Kirmani (k.s.) Kimdir?
Adı Şah bin Şucâ. Künyesi Ebu’l-fevaris, nisbesi Kirmâni. ibrahim Edhem gibi bir melik oğlu; Ebû Türâb Nahşebi’nin talebesi, Ebû Osman Hîrî’nin üstadı. Ebû Ubeyd Busri, Ebû Hafs Haddâd Ebû Abdullah b. Zerrâ, Basrî ve Yahya bin Muaz Kaziye yetişti ve onlarla görüştü. Fütüvvet ehli bir zat. 300/903 yılından önce vefat etti.
Mir’atu’l-hukemâ adlı bir eser kaleme aldığı, bu risalede zenginliği fakirlikten üstün gören Yahya bin Muaz’ın görüşlerine karşı çıktığı ve fakrın zenginlik üzerine olan faziletlerini anlattığı rivayet edilir. Fakat bu risale günümüze kadar ulaşmamıştır.
Şah Şucâ’a göre ârifin üç türlü meşguliyeti vardı:
- Dostluğunu umarak Ma’bud’a nazar etmek,
- Şükr için Hakk’ın sayısız nimetlerini düşünmek,
- Tevbe için günahlarını hatırlayıp itirafta bulunmak.
TEVBESİ VE HAK YOLUNA YÖNELİŞİ
İbn Şucâ, şehzade olmanın verdiği şımarıklıkla gençliğinin ilk yıllarını nefsânî arzularına mağlub olarak geçirdi. Rebab çalar, şarkı söylerdi. Bir yandan çalıp bir yandan söylerken gözlerinden sûzişli yaşlar akıtırdı. Mehtaplı bir gecede yine rebab çalıp şarkılar söyleyerek evinden dışarı çıktı. Bir mahalle kenarına vardı. Hem çalıp söylüyor, hem de mehtabı seyrediyordu. Yeni evli bir gelin, bu rebab ve şarkı seslerini duyunca kocasının yanından kalkıp sesin geldiği tarafa doğru gitti. Şah’ın sesini dinlemeye koyuldu. Kocası da rebab sesiyle uyanıp karısını yanında göremeyince dışarı çıktı ve onu aramaya başladı. Baktı ki hanımı, Şah Şucâ’m çaldığı çalgıyı ve söylediği şarkıyı dinliyor. Hemen Şah’ın yanına koştu ve onu kolundan tutup sarstı:
– Sen hâlâ tevbe etmeyecek misin? Bu ne isyan, bu ne tuğyan? dedi. Şah Şucâ:
– Evet, artık tevbe zamanı geldi, dedi. Sırtındaki gömleği yırttı, rebâbı kırdı ve gusül abdesti alıp tevbe yoluna koştu.
Şah Şucâ, dervişliği taç ile hırkadan ibaret görenlerden değildi. Ona göre kisveden çok, kalbi ameller ve ihlas önemliydi. Bu yüzden aba (hırka) yerine kaba; yani kaftan giyer, halk arasında öyle dolaşırdı. Şah Şucâ, Nişabur’a geldiğinde Ebû Hafs onu kaftan içinde görünce, “Sen Şah mısın?” diye sordu.
Şucâ: “Evet ben şâhım, Abada (yün hırkada) aradığımı kabada, değerli kumaştan yapılmış elbisede buldum.” dedi.
KULLUK VE HİZMET
Hakk’a kulluğun halka hizmetten geçtiğine inananlardandı. Bir gün bulunduğu mescidde bir derviş ayağa kalktı ve halktan iki dilim ekmek istedi. Kimseden ses çıkmayınca Şah Şucâ, cemâate şöyle seslendi:
– Kim benden elli hacc sevabını alıp iki dilim ekmeği bu dervişe vermeye razı olur?
Cemaattan hoca kılıklı biri kalktı ve:
– Sen şeriatın bir emrini nasıl bu kadar hafife alabilirsin? diye ona çıkıştı. Şah Şucâ şu karşılığı verdi:
– Bu benim ve amelimin değersizliğini gösterir. Şeriatın emrinin değil. Kaldı ki Hâlik’ın rızâsı, mahlûku memnûn etmekten geçer.
Dostluğun bedeli dosta gönülden meyildir. Güzel huyluluğun alameti insanlardan gelen eziyete katlanmak ve insanlara eziyet etmemektir.
MÜ’MİNİN FİRASETİ
Şah Şucâ’a göre Hz. Peygamber (s.a.)’in “Mü’minin firasetinden sakının. اünkü o, Allah’ın nuru ile bakar.” (Tirmizî, Tefsîr sûre 15, 6) hadisindeki mu mine âid firaset, gِzünü harama bakmaktan koruyan, nefsini şehvetlerden muhafaza eden, içini murakabe, dışını sünnete uymak suretiyle ma’mur eden kimsenin ferasetiydi. Bِylesinin firaseti yanılmazdı.
Sohbetinde bulunanlara yalan, hıyanet ve gıybetten sakınmayı tavsiye eder, takvâ ile vera arasındaki ilişkiyi şِyle açıklardı; “Takvânın alameti vera, veranın alâmeti helâl oluşu şüpheli olan şeylerden uzak durmaktır.”
Mümkün olduğu kadar nezih amel yapmayı öğütler; fakat yapılan amelleri eksik ve kusurlu görmeyi tavsiye ederdi. Amellerini yeterli görenlerin, yaptıklarının değerini kaybedeceklerini şöyle açıklardı: “Fazilet sahipleri faziletlerini görmedikçe fazilet ehlidir. Velayet sahipleri de velî olduklarını görmedikleri sürece velayet sahibidir. Velî olduklarını görüp bir duygu geliştirince artık velayetleri ve faziletleri zail olur.”
Şah Şucâ’a göre ârifin üç türlü meşguliyeti vardı:
- Dostluğunu umarak Ma’bud’a nazar etmek,
- Şükr için Hakk’ın sayısız nimetlerini düşünmek,
- Tevbe için günahlarını hatırlayıp itirafta bulunmak.
TEVBE, DÜNYA VE NEFS
O’nun anlayışına göre tevbe için dünyadan, murada ermek için de nefs ve hevâdan geçmek gerekliydi. O’na göre dostluk ve arkadaşlığın bedeli menfaat değildi. Dosta gönülden ve kalpten meyildi. Bu yüzden “Hoşlandığı şeylerde sana uyup dostluk gösteren, hoşlanmadığı konularda muhalefet edip karşı çıkan kimse senin değil, kendi arzularının dostudur.” derdi. Güzel huyluluğun alameti insanlardan gelen eziyete katlanmak, insanlara eziyet etmemekti. Fütüvvet, ve civanmerdlik nefs esaretinden kurtulmuş ahrarının sıfatıydı. Cimrilik, alçak tabiatlıların huyuydu. Allah’ın dostlarını sevmek, Allah sevgisine delil sayılırdı. Haktan yüzçevirmek, ilahî gadabı gerektirir, faydasız boş şeylere güvenmek insanı batıl ehline yaklaştırırdı. Rabbını tanıyan afvını umar, fazlını dilerdi.
Şah Şucâ, insanlara değer vermeyi hikmet sayar, hikmetin alâmeti insanların değerini bilmektir, derdi. Havf’ın alâmetini hüzün, recânın işâretini itâat, zühdün sıfatını emelleri kısmak olarak nitelerdi. Nefse varlık vermeyi gaflet sayar, Rabbından gafil olan kuldan başkasının, nefsini görmeyeceğini öne sürerdi. Nefsini tanıyan O’ndan başka herşeyi unutur, Rabbını tanımayan ise masivaya gönül bağlardı. İlimle izzet bulan kurtulur, cehâlette izzet arayan ziyan ve hüsrana uğrardı. Câhil cehaletinin karanlığındaydı. Alim de ilmine rağmen Hakk’ı bulamamış ve karanlıkta ise, durumu nice olurdu? Çünkü ilmin karanlığı bazen cehâletin karanlığından daha beterdi.
FAKR ÜZERİNE
Fakr’ı kulun nezdinde Hakk’ın bir sırrı sayardı, ona göre bunun da üç alâmeti vardı:
- Nazarında dünyanın hiçbir değeri olmamalı, altınla toprağı bir görmelisin. Eline geçen altını avucuna bulaşan toprak gibi silkelemelisin.
- Gönlünden halkı çıkar, nazarında halkın övmesiyle yermesi bir olsun.
- Nefsinin isteklerini tatmin düşüncesini içinden at. Nefsin arzularını tatminden zevk alanlar, yemekten, içmekten nasıl hoşlanıyorlarsa, sen de açlıktan öyle hoşlanmaksın.
KIZINI EVLENDİRİRKEN
Şah Şucâ’ın kendisi gibi faziletli bir kızı vardı. Devrin meliklerinden biri oğlu için ona talib oldu. Şah üç gün mühlet istedi. Bu süre içinde Kirman mescid ve zaviyelerini dolaşıp salih bir derviş aradı. Nihayet bir delikanlı buldu. Huşu ile mescidde namaz kılıyordu. Gencin yanına sokuldu ve sordu:
– Sen evli misin? Delikanlı mahcûb bir eda ile:
– Değilim efendim, diye cevap verdi.
– Kur’an ehli bir hanımla evlenmek ister misin? diye sordu. Delikanlı derviş:
– Nasıl evlenebilirim ki, benim üç akçeden başka param yok. Bana kim kızını verir, diye karşılık verdi. Bu sefer Şah Kirmanı:
– Ben veririm. Sen şimdi git, o üç akçenden biriyle ekmek, biriyle helva, biriyle de güzel koku al gel de kızımı sana nikahlayayım, dedi.
Derviş hemen çarşıya vardı. Elindeki para ile söylenenleri aldı. Şah o gece kızını ona nikahlayıp evine götürdü. Dervişin evine gelen kız, su testisinin üzerinde kuru ekmek parçalarını görünce:
– Bunlar da ne? diye sordu. Derviş:
– Bu gece için ayırmıştım, deyince kız hemen oradan ayrılmaya; dervişi terkedip, gitmeye kalkıştı. Derviş:
– Ben zaten Şah’ın kızının benimle evlenmeyeceğini, evlense bile benim hayatıma tahammül edemiyeceğini bilmiştim, diyecek oldu. Şah’ın kızı şöyle konuştu:
– Delikanlı, yanılıyorsun. Ben seni fakirliğin için bırakıyor değilim. Aksine seni îman, yakîn ve tevekkül konusundaki zaafından dolayı terketmek istiyorum. Babam beni sana getirirken: “Seni iffetli ve muttakî birine veriyorum” demişti. Oysa ki sen Allah’a güvenmeyen biri imişsin.
Derviş sordu:
– Bu işin bir çıkış yolu yok mu? Kız şu cevabı verdi:
– Elbette var, bu evde ya ben bulunurum, ya da ertesi gün için saklanan ekmekler.
- rahmetullahi aleyhima-
Kaynaklar: Sülemî, s. 192-194; Ebû Nuaym, X, 237-238; Kuşeyrî, I, 136; Hücvîrî, s. 174; İbnul-Cevzî, IV, 67-68 Attâr, s. 377-381; İbnul-Mulakkın, s. 360-361; Câmî, s. 85-86; Şârânî, I, 77; Münâvî, I, 566-567; Nebhânî, II, 114.
Kaynak: Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ, Gönül Erleri, Erkam Yayınları