Sahâbe İman Heyecanını Hiç Kaybetmedi
Dr. Şerafeddin Kalay ile Altınoluk dergisinin 423. sayısı için "sahâbe iman heyecanı" hakkında gerçekleştirilen röportajı istifadenize sunuyoruz.
Altınoluk dergisinin son sayısında Dr. Şerafeddin Kalay ile Sahâbe-i Kiram Efendilerimizin imanî heyecanları hakkında gerçekleştirilen röportaj.
SAHABENİN İMAN HEYECANI
Dinî hayatımızda bir heyecan eksikliği oluşmaya başladığı görülüyor. Bizler için örnek bir nesil olan Sahâbe-i Kiram efendilerimizin imanî heyecanları nasıldı?
Sualinizi cevaplamadan önce şöyle umumi bir çerçeve çizmek lazım. Hiçbir cemiyet yeknesak fertlerden teşekkül etmez. Allah her bir ferdi farklı mizaç, huy ve kabiliyette halk eylemiştir. Asr-ı Saadet toplumu olan sahâbe efendilerimiz de mizaç, kabiliyet, içtimai mevkii ve saire hususiyetler itibariyle bir toplumda görülebilecek faklılıkları bünyesinde taşıyordu.
Kadınıyla erkeğiyle, genciyle yaşlısıyla, zenginiyle fakiriyle, bedenen kuvvetlisiyle zayıfıyla onların hepsini ortak noktada buluşturan ve aynîleştiren iman ve bu imanın beslediği heyecandı. Onların hayatları incelendiğinde, bize intikal eden hatıraları okunduğunda görülecektir ki; yaşanan farklılıklar bu imanî heyecanın tezahür şekillerindedir... Kimisi cihad meydanında, kimisini tebliğ ile vazifeli oldukları yerlere giderken, kimisini infakta, kimisi sabır ve tahammülde zirveleşmiştir. Ama yaşanan heyecanın kimyası hep aynıdır..
Sahâbenin hemen hepsinde gördüğümüz bir haslet var. Rabb’imizin verdiği ömrün son noktasına kadar iman heyecanını yitirmediğidir. Meselâ Ebu Talha’nın ilerlemiş yaşına rağmen deniz seferi çıkması, cihaddan cihada koşan Halid İbn Velid’in yatakta ölüşüne hayıflanışı, Ebu Eyyûb El-Ensârî’nin Kıbrıs Seferi’ne katılışı daha sonra İstanbul üzerine yapılan seferde yer alışı, kuşatma devam ederken hastalığı ağırlaşıp öleceğini anlayınca;
“-Eğer ölürsem, beni düşman topraklarında götürebileceğiniz en son noktaya kadar götürün ve orada defnedin.” deyişi, kabrinin bile mü’minleri heyecana sevk edici olmasını isteyişi, bunun en güzel örneklerindendir.
Nitekim bu aziz sahâbî, çok geçmeden surlarının dibine gömüldüğü Bizans diyârında ezân seslerini duyarak uyumanın lezzetini tatmıştır. Güzel İstanbul’umuzun fethinde onun bu heyecan ve azminin payı olduğu bir gerçektir.
Bir başka örnek Zeyd İbn Sâbit radıyallahu anh. Medine’de Bedir Gazvesi için hazırlıkların olduğu bir anda saflar arasında küçük bir çocuk göze çarpıyor. Henüz 13 yaşlarında. Elindeki kılıç boyunu aşıyor. Gelip saflara yerleşmiş. Peygamberimiz kendisine yaklaşınca, saftan çıkarılacağını anlıyor ve:
“- Canım yoluna feda olsun Ya Rasûlallah! Bana izin ver. Cihadda yanında olayım. Allah düşmanlarıyla bayrağın altında savaşayım .” diyor, kalmak için ağlıyor.
Başka bir misal vereyim; Abdullah İbn Ümmi Mektum gözleri görmeyen bir sahâbîdir. Bu sahâbî cihad ayetleri indiğinde Peygamberimizin yanına geliyor ve üzüntülü bir sesle:
“- Ya Rasûlullah cihad ayetleri inmiş” diyor. Efendimiz:
“-Evet” deyince O:
“-Bugüne kadar Rabbim ne emrettiyse yaptım, ama bunu yapamıyorum, vallahi yapabilseydim bir gün bile, bir an bile geri durmazdım.” deyip ağlamaya başlıyor.
Şimdi bu insan ne emredilirse yapmış. Bu konuda, Allah benim özrümü biliyor, ben herhalde savaştan muafımdır diye düşünebilirdi. Ama öyle düşünmüyor; Allah bir şey emrediyor ve ben yapamıyorum, diyor ve bu yapamama içini yakıyor.
Daha sonraları:
“-Ben kılıçların gözleri yıldıran kıvılcımlarını görmeden, İslâm sancağını başı dik bir şekilde taşırım.” diyerek Sâsânîleri tarihten silen Kādisiye Harbi’ne iştirak etmiştir.
Efendim onlardaki bu heyecanın kaynağı neydi?
Bu sualinizi iman ve imanın gereği olan Allah ve Rasûlü’ne olan muhabbet olarak cevaplandırmak mümkün. Rasûlullah (s.a.v.) daima ümmetine muhabbet tevzî etti, muhabbetiyle gönülleri yeşertti. Âyet-i kerimede “And olsun size kendi içinizden öyle peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O size çok düşkün müminlere karşı çok şefkatli ve çok merhametlidir”1 buyruluyor. Böylece -Allâh’ın lutfuyla- kendisini canından çok seven bir sahâbe toplumu yetiştirdi.
Ashâbın, Peygamberimiz (s.a.v.)’e muhabbetleri öyle zirvedeydi ki, bütün varlıklarını O’nun yolunda fedâ etmeyi canlarına minnet bildiler. Siyer-i Nebi’de bunun sayısız örnekleri vardır. Bunun en müşahhaslarından bir kısmı Uhud günü İslâm ordusunda meydana gelen kısa süreli çözülme esnâsında yaşanmıştı. Meydana gelen kargaşayı fırsat bilen bir grup bedbaht müşrik, sırf Rasûlullah’ı hedef alarak şiddetli bir saldırıya geçti. Muhâcir ve Ensar’dan bir kısım sahâbîler, Allah Rasûlü’nü korumak için etrâfını sardılar; bu uğurda gerekirse şehîd olmak üzere sözleştiler ve Efendimiz’e:
“–Yüzüm, yüzünün önünde siper; vücûdum, Sen’in vücûduna fedâdır! Allâh’ın selâmı her dâim Sen’in üzerine olsun! Hiçbir zaman yanından ayrılmayız.” dediler ve var güçleriyle son nefeslerine kadar savaştılar.2
Ebû Talha-radıyallâhu anh- yayını çok sert çeken bir okçu idi. Uhud günü îman heyecanı içinde harb ederken elinde iki-üç yay kırılmıştı. Allah Rasûlü (s.a.v.)yanından ok torbası ile geçen herkese:
“–Ok torbanı Ebû Talha’nın yanına boşalt!”emrini veriyordu. Efendimiz(s.a.v.) onun arkasından müşriklere bakmak için başını kaldırdıkça Ebû Talha:
“–Anam-babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah! Başını kaldırma! Belki müşrik oklarından biri isâbet eder. Benim göğsüm Sen’in göğsüne siper olsun. Sana dokunacak olan, bana dokunsun!” derdi.3
Peygamberimiz Uhud Gazve-si’nin sonunda, çok sevdiği sahâbîlerinden Sa’d bin Rebî’nin durumunu merak etmişti. Ashâ-bından birini harp meydanına gönderip onu aramasını emretti. Sahâbî, Hazret-i Sa’d’ı ne kadar aradıysa da bulamadı. Artık geri dönecekti ki son bir ümitle:
“–Ey Sa’d! Beni Rasûlullah (s.a.v.) gönderdi. O, senin sağ mı, yoksa şehîd mi olduğunu haber vermemi emretti!” diye seslendi.
O sırada son anlarını yaşayan ve cevap verecek mecâli kalmamış olan Sa’d (r.a.) kendisini Allah Rasûlü’nün merak ettiğini duyunca bütün gücünü topladı ve:
“–Ben, artık ölüler arasındayım!” diyebildi. Sahâbî derhal Hazret-i Sa’d’ın yanına koştu. Onu, vücûdu kılıç darbeleriyle delik-deşik olmuş bir vaziyette buldu ve ondan ancak fısıltı hâlinde şu son sözlerini dinledi:
“–Vallâhi gözleriniz kımıldadığı müddetçe, Rasûlullah (s.a.v.)’ı düşmanlarından korumaz da başına bir musîbet gelmesine mahal verirseniz, sizin için Allah katında ileri sürülebilecek hiçbir mâzeret yoktur!”4
İşte sahabe-i kiram kendi canını verirken dahi Rasûlullah’ın canını düşünecek kadar O’na muhabbetle bağlıydılar. Bu hâlin sayısız misallerinden biri de Recî Vak’ası’nda yaşanmıştır.
Allah Rasûlü(s.a.v.) İslâm’ı öğretmek üzere civar kabîlelere muallimler gönderirdi. Adal ve Kare kabîleleri de muallim istemiş ve on kişilik bir heyet yola çıkmıştı. Fakat kâfile tuzağa düşürüldü, muallimlerin sekizi şehîd, ikisi de esir edildi. Esir düşen Hazret-i Zeyd ve Hazret-i Hubeyb, teslim edildikleri Mekkeli müşrikler tarafından şehîd edildi. Şehîd edilmeden evvel Hazret-i Hubeyb’e:
“–Hayatının kurtulmasına karşılık, senin yerinde Peygamber’inin olmasını ister miydin?” denildi. Hubeyb suâli sorana acıyarak baktı ve:
“–Benim, çoluk-çocuğumun arasında olup Peygamberimin burada olmasını istemek şöyle dursun, benim ölümden kurtulmama karşılık O’nun şu an bulunduğu yerde ayağına diken batmasına bile aslâ gönlüm râzı olmaz.” dedi.
Bu eşsiz muhabbet manzarası karşısında âdeta donakalan o kişi:
“–Hayret doğrusu! Ben, dünyada Muhammed (s.a.v.)’in ashâbının O’nu sevdiği kadar, birbirini seven iki kimse daha görmedim.” demiştir.5
Elbette ki bu insanların hemen hemen hepsi Allah Rasûlü’nün yanında olmanın, onunla aynı havayı teneffüs etmenin, onun dudaklarından dökülen cümleleri duymanın, onun bayrağı altında cihad etmenin, onun arkasında namaz kılmanın ayrıcalıklarını yaşamışlardır. Bu durum onları rehâvete düşürmemiş, gevşetmemiş, hep olması gerekeni en güzel şekilde yapmanın heyecanı içinde olmuşlardır.
Efendim bugün o heyecanı ummandan bir katre kabilinden de olsa nasıl duyabilir ve hayatımıza aksettirebiliriz?
Sahâbî tanımak, hissettiklerini hissetmeye çalışmak onlarla bir hayatı teneffüs ediyormuşcasına insanın içine sıcaklık, canlılık ve heyecan verir. Her birinde ayrı bir incelik, fedakârlık, azim, cesaret, müthiş bir teslimiyet ve iman heyecanı örneği vardır. Bu hasletler asırlar ötesinden bize ışık tutacak, ateşleyecek kadar güçlü…
Bütün kötü şartlara rağmen kısacık bir zaman çerçevesi içinde hak davanın nasıl omuzlarda yükseldiğini, onlara neler borçlu olduğumuzu bilmek, bu bilgi ve şuurla yeniden gayrete gelmek, geçmişten geleceğe köprü kurmak ihmal edilmemesi gereken bir vazifedir. Onlarla ilgili bize ulaşan bilgi hazinesi, her asır ve devirde kıymetinin bilinmesi gereken paha biçilmez ve tükenmez bir hazinedir.
Bu gün düşünün, yeni müslüman olmuş birisi, İslam’ı, kendinden önce müslüman olmuş, yaşayışıyla, ameliyle herkese örnek olan kişilerden veya hocalardan sorarak öğreniyorlar. Bugün hocalar ve iyi bilip tecrübesi olanlar, sonradan öğrenenlere ve tecrübesi az olanlara hayatın içinde nasıl nümunelik yapıyorlarsa, sahabi de kendilerinden sonraki milletlere bunun bin katından daha fazla örnek olabilirler, numune olabilirler. Buna bizim ve herkesin ihtiyacı var. Bunlar bizim için ölçü. Yaşayışları da bizim için ölçü. Çok güzel tablolar var. Bunlar bize doğruyu öğretiyor. Gerçekten nasıl olurmuş biz bunu öğrenmiş oluyoruz.
Efendim gençlere bu heyecanı nasıl aşılayabiliriz?
Asr-ı Saadet imanî heyecanın, azmin ve gayretin, sabır ve sebatın, samimiyet ve fedakârlıkların en güzel örneklerinin sergilendiği bir zaman dilimdir. Sahâbenin hatıraları, iman yolunda gönülleri yeniden heyecanla titreten menbadır. Bu menba ile gençlerin buluşturulması o heyecanın aşılanmasında ilk merhale olabilir.
Her ne kadar kaynaklar, bu zenginlikle doluysa da, günümüz insanlarının belki de kaynaklardan kopması, okuma zevkini ve alışkanlığını kaybetmesi sebebiyle neredeyse unutulmuştur. Yaşanan bu güzellikler sağlam kaynaklardan aktarılmalıdır. Yaşanan hayatı anlatmak elbette ki daha güzel ve daha tesirlidir. Aynı zamanda bize bu kadar güzel hatıralar bırakan bu aziz insanları yâd etmek; onlarla ünsiyet kurmaktır. Kurulan bu ünsiyet muhabbeti, muhabbet de beraberinde hâl sirayetini getirir.
O heyecanı günümüz gençliğine anlatmaya Allah Rasulü’nün gençlere ve onların eğitimlerine verdiği değerle başlanılabilir. Peygamberimizin yakınındaki insanların önemli bir kısmı gençlerden oluşuyordu. Denilebilir ki; etrafını gençler kuşatmıştı. Bu da onunla gençler arasında güçlü bir bağ oluşturuyordu. Nitekim Mekke’de İslam’ı insanlara anlatmaya başladığında yanında kenetlenen, ona sahip çıkan, maruz kaldığı eziyetlere karşı göğüslerini siper edenlerin çoğu gençti ve yaşları on ile otuz arasındaydı. Bir hadislerinde, başka gölgeliğin olmayacağı kıyamet gününde Allah’ın arşı altında gölgelenecek kimseleri sayarken ikinci sırada, gençliğini Rabb’ine ibadetle geçiren genci zikreder.
Ashab-ı Suffe Allah Rasulü’nün gençlerin eğitimine verdiği önemi gösteren mühim bir örnektir. Bizzat O’nun eğitiminden geçerek İslam’ı anlatmak üzere farklı coğrafyalara dağılan fedakâr ashabın büyük çoğunluğu gençlerden oluşmaktaydı.
Efendim kıymetli vaktinizi ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim. Bu vesileyle okuyucularımızın Ramazan Bayramını tebrik eder, Rabb’imizden hepimize, Rasûlullah - Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem Efendimizin yetiştirdiği sahâbe-i kiramın hizmet, tebliğ ve i‘lâ-yı kelimetullah şuur ve heyecanından hisseler nasîb eylemesini niyaz ederim.
Dipnotlar: 1) Tevbe Sûresi, 128 2) İbn-i Sa’d, II, 46; Vâkıdî, I, 240 3) Buhârî, Meğâzî, 18 4) Muvatta, Cihâd, 41; Hâkim, III, 221/4906; İbn-i Hişâm, III, 47 5) Vâkıdî, I, 360; İbn-i Sa’d, II, 56
Kaynak: Altınoluk Dergisi, Sayı: 423
YORUMLAR