Sahabe Nasıl Bir Hayat Yaşadı?

Sahabiler

Sahabenin yaşamı nasıldı? Sahabe nasıl bir hayat yaşadı? Sahabenin hayatından örnek tablolar...

Nasıl ki koskoca Güneş küçücük bir aynadan aksedebiliyorsa, sahâbe de gönlünde hep Allah Rasûlü’nün akislerini taşıdı.

SAHABENİN HAYATINDAN TABLOLAR

Sahâbe, Allah Rasûlü gibi zühd ve riyâzat hâlinde yaşamayı hedefledi. Aşırı tüketim, oburluk, lüks ve gösteriş, bu saâdet toplumunun tanımadığı bir hayat tarzı idi. Zira onların gönüllerine; “Yarın bu nefsin konağı mezar olacaktır!” anlayışı yerleşmişti. Bu yüzden onlar fânîliklerini hiçbir zaman unutmadılar. Nefs-i emmârenin şerrinden kurtularak nefislerini sorgulayan, ince, zarif birer mü’min kimliği sergilediler. Dünün vahşî, bedevî insanları, fazîlette zirveleşerek melekler misâli saf ve berrak şahsiyetler hâline geldiler. Kalplerine Allah ve Rasûl’ünün muhabbetini yerleştirdiler. Böylece, okuma-yazma dahî bilmeyen o toplum, bilinmesi gereken en mühim bilgiyi, yani mârifetullâhı idrâk etti.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“…(Rasûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.” (ez-Zümer, 9)

İşte ashâb-ı kirâm, âyet-i kerîmede ifâde edilen gerçek “hakkı, hakîkati ve hikmeti bilenler”den müteşekkil bir saâdet toplumu hâline geldi. İnsan, Allah -celle celâlühû-’yu aklen kavrayamayacak uzaklıkta iken, Allâh’ın insana kendinden bile daha yakın olduğu ve her an kulunu görmekte olduğu idrâki, yani ihsân kıvâmı gönüllerde yer etti.

İnsanlık; nezâket, zarâfet ve güzel ahlâk ile tanıştı. Kalpler; “Allah -celle celâlühû- bizden ne ister, O’nun rızâsına nasıl erebiliriz, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bizden ne ister, nasıl davranmamızı bekler, O’nu nasıl hoşnud edebiliriz?” düşünceleriyle doldu. Bu yüzden Allah Rasûlü’nün en ufak bir arzusuna dahî; “Anam, babam, canım, Sana fedâ olsun, yâ Rasûlâllah!” ifâdeleriyle mukâbele ediliyordu. Bu uğurda maldan ve candan nice fedakârlıklar yaşandı.

Kalplerde dostluğun merkezine Allah ve Rasûlü yerleşince, yarı vahşî bir toplum; insanlıkta, merhamet ve fazîlette zirveleşen âbide şahsiyetler yetiştirmeye başladı. Îman kardeşliği birbirini yıkayan iki el hâlini aldı. Cömertlik ve diğergâmlıkta zirve tablolar sergilendi. Sahâbe-i kirâm, Allah Rasûlü’nün ahlâkı ile ahlâklandı.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisine bir nîmet lûtfedildiğinde, ashâbına ikrâm edip onları doyurmadan kendisi doymuyordu. “Komşusu açken tok yatan mü’min değildir.” buyuruyordu. (Hâkim, II, 15)

Allah Rasûlü’nün âilesi bir kurban kestiğinde etleri hemen fukarâya dağıtılıyor, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kurbandan geriye ne kaldığını sorup da:

“−Sadece bir kürek kemiği kaldı.” cevâbını aldığında:

“–Desene o kürek kemiği hâriç hepsi bizim oldu.” buyuruyordu. (Tirmizî, Kıyâmet, 33/2470)

İşte Allah Rasûlü’nün bu nebevî ahlâkından hisse alarak, insanın kendisine âit olacak asıl servetin, âhirete gönderebildiği hayırlar olduğunu idrâk eden ashâb, Allah rızâsı uğruna cömertlik, diğergâmlık ve fedakârlıkta kâ‘bına varılmaz davranış mükemmellikleri sergiliyordu.

Yoksul bir sahâbîye ikrâm edilen bir koyun başı; “Komşum benden daha aç olabilir.” düşüncesiyle komşudan komşuya devredilerek yedi kapı dolaştıktan sonra ilk ikrâm edilene geri dönüyordu. Zira içlerinde en aç olanı, ilk ikrâm edilen idi. (Hâkim, II, 526)

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Saadet Damlaları, Erkam Yayınları