Sahabenin Fazilet Yarışı
Ashab-ı Kiram’ın göz yaşartan fazilet yarışı...
Aşağıdaki şu misâller de sahâbenin fazîlet yarışını ne güzel aksettirir:
SAHABENİN CÖMERTLİĞİ
Hazret-i Ömer (r.a.) anlatıyor:
“Bir gün Peygamber Efendimiz bize sadaka vermemizi emretti. O sırada yanımda malım da vardı. Kendi kendime; «Ebûbekir’i (r.a.) geçersem işte bu gün geçerim.» dedim ve malımın yarısını Resûlullâh’a getirdim.
Allah Resûlü sordu:
«–Âilen için ne bıraktın?»
Cevâben:
«–Onlara da size getirdiklerim kadar bıraktım!» dedim.
Ebûbekir (r.a.) ise, malının tamamını getirdi.
Resûlullah’ın:
«–Ey Ebûbekir! Âilene ne bıraktın?» suâline de:
«–Onlara Allah ve Resûlü’nü bıraktım!» diye cevap verdi.
Ebûbekir’in (r.a.) bu cevâbı üzerine içimden:
«Hiçbir zaman ve hiçbir hususta, Ebûbekir’i (r.a.) geçemem.» dedim.” (Ebû Dâvûd, Zekât, 40/1678; Tirmizî, Menâkıb, 16/3675)
Hazret-i Ömer’in yardımcısı Eslem anlatıyor:
“Birgün Hattâb oğlu Ömer (r.a.) ile birlikte pazara çıkmıştım. Genç bir kadın, arkadan Ömer (r.a.)’a yetişti ve:
“–Ey Mü’minlerin Emîri! Kocam öldü, geride küçük çocuklarımız var. Vallâhi ellerinden hiçbir şey gelmiyor. Kendi hizmetlerini yapacak durumda değiller. Ne ekinleri var ne de sağmal hayvanları. Sırtlan gibi kıtlığın, yokluğun onları helâk etmesinden korkuyorum. Ben Hufâf bin İymâ el-Gıfârî’nin kızıyım, babam Hudeybiye Musâlahası’nda bulunmuştu...” dedi.
Ömer (r.a.), kadının bu sözlerini duyunca:
“–Ne büyük şeref!” dedi.
Sonra zekât hayvanlarının bulunduğu yere gitti. Orada bağlı bulunan güçlü, ağır yük taşıyabilecek bir devenin sırtına iki büyük çuval dolusu yiyecek yükletti. Ayrıca iki çuvalın arasına çeşitli yiyecekler ve elbiseler koyduktan sonra devenin yularını kadının eline verdi ve:
“–Deveyi çek, bunlar bitmeden muhakkak Allah size bir hayır kapısı açar.” diyerek duâ etti.
Yanındakilerden biri:
“–Ey Mü’minlerin Emîri! Kadına çok verdin!” dedi.
Hazret-i Ömer (r.a.):
“–Babası Hudeybiye’de Allah Resûlü ile bulunmuştu. Allah’a yemin ederim ki, ben bu kadının kardeşi ile babasının uzun müddet bir kaleyi kuşatarak fethettiklerini görmüştüm. Onlar kaleyi alınca, biz de payımıza düşen ganimetleri almıştık.” dedi. (Buhârî, Meğâzî, 35)
AHİRETTE HESABI SORULACAK
Aşağıdaki hâdise de Hazret-i Ömer’in (r.a.) kalp yapısını aksettirmesi bakımından pek mânidardır:
Yine yardımcısı Eslem anlatıyor:
Ömer (r.a.) ile birlikte bir gece Medîne’de Vâkım Tepeleri’nden birinde dolaşırken bir evde bir kadın gördük. Çocuklar etrâfında ağlaşıyorlardı. Ocakta su dolu bir tencere vardı.
Hazret-i Ömer (r.a.) çocukların niçin ağladığını kadına sordu. Kadın:
“–Açlıktan!” diye cevap verdi.
Hazret-i Ömer (r.a.), üstelik tencerede çocukları avutmak için çorba yerine taş kaynadığını ve kadıncağızın, uyutana kadar yavrularını böyle oyaladığını öğrenince gözleri doldu. Derhâl zekât mallarının bulunduğu ambara gitti. Bir çuval un ve muhtelif gıdâ malzemeleri alarak sırtına yüklendi. Çuvalı ben sırtıma almak istedim. Fakat Hazret-i Ömer (r.a.):
“–Ey Eslem! Ben yükleneceğim! Çünkü çocukların hesâbı âhirette benden sorulacak!” dedi.
Kadının evine vardığımızda yemekleri pişirme işini de üzerine aldı. O, bir taraftan tencereyi karıştırıyor, bir taraftan da ateşe üflüyordu. Hattâ dumanların sakallarının arasından girip çıktığını görüyordum. Bu şekilde yemeği pişirdi. Sonra yemeği kendi elleriyle çocuklara yedirmeye başladı. Çocuklar doyunca geri çekilerek karşılarına oturdu. Bir aslan kadar heybetliydi. Bir şey söylemeğe çekindim. Çocuklar oynaşıp gülüşünceye kadar bu şekilde durdu.
Sonra kalktı ve:
“–Ey Eslem! Onların karşılarında niçin oturdum, biliyor musun? Onları gördüğümde ağlıyorlardı. Güldüklerini görmeden ayrılmak içime sinmedi, onlar gülümsemeye başlayınca içim rahat etti...” dedi. (Ali el-Müttakî, XII, 648/35978)
İşte halîfelikleri esnâsında da aslâ dünyânın sefâhat ve şatafatına meyletmeyip yamalı elbiseler içinde yaşayarak İran ve Roma krallarının hayretini celbeden Ebûbekir ve Ömer (r.a.), Hazret-i Peygamber’in ne güzel tâkipçileridir.
MALI BEREKETLENDİREN AMEL
Hiç şüphesiz onların bu güzel hâli, diğer Ashâb-ı Kirâm’da da görülmekteydi. Bir gün dilencinin biri Hazret-i Ali’nin (r.a.) önünde durup bir şeyler istedi. Hazret-i Ali (r.a.), oğlu Hasan ve Hüseyin’e:
“–Annenize gidip evdeki altı dirhemi alıp getirin!” dedi.
Hasan ve Hüseyin gitti, altı dirhemin hepsini getirip babalarına teslîm ettiler. Hazret-i Ali de onları dilenciye verdi. Oysa o esnâda kendilerinin de ihtiyacı vardı. Hazret-i Fâtıma onunla un alacaktı.
Hazret-i Ali (r.a.) evden içeri daha adımını atmamıştı ki, yanına devesini satmak isteyen bir kimse geldi. Ücretini sonra verirsin diyerek devesini Hazret-i Ali’ye yüz kırk dirheme sattı ve hayvanı kapıya bağlayıp gitti. Aradan fazla zaman geçmeden başka biri çıkageldi ve deveyi iki yüz dirheme satın aldı. Parasını da hemen ödeyip gitti.
Hazret-i Ali (r.a.), yüz kırk dirhemi deveyi satın aldığı kimseye verdi, arta kalan altmış dirhemi de Hazret-i Fatıma’ya teslim etti ve şöyle dedi:
“–Bu, Allâh’ın; «Her kim bir hasene ile gelirse ona, o yaptığı iyiliğin on katı vardır.» buyurarak Hazret-i Peygamber vâsıtasıyla bize vaad buyurduğu ihsânıdır. (Biz o altı dirhemi verdik. Allah da on misliyle mukâbelede bulundu!..)” dedi. (Ali el-Müttakî, VI, 572-573/16976)
ÜÇ ŞEHİDE DE NASİP OLMAYAN SU
Hazret-i Huzeyfe’nin (r.a.) anlattığı şu hâdise de, ashâbın diğergâmlığını tezâhür ettirmesi bakımından ne kadar câlib-i dikkattir:
Yermük Muhârebesi’ndeydik. Çarpışmanın şiddeti geçmiş, ok ve mızrak darbeleri ile yaralanan Müslümanlar, düştükleri sıcak kumların üzerinde can vermeye başlamışlardı. Bu arada ben de binbir güçlükle kendimi toparlayarak, amcamın oğlunu aramaya başladım. Son anlarını yaşayan yaralıların arasında biraz dolaştıktan sonra, nihâyet aradığımı buldum. Fakat ne çâre, bir kan gölü içinde yatan amcamın oğlu, göz işâretleriyle dahî zor konuşabiliyordu. Daha evvel hazırladığım su kırbasını göstererek:
“–Su istiyor musun?” dedim.
Belli ki istiyordu, çünkü dudakları harâretten âdeta kavrulmuştu. Fakat cevap verecek mecâli yoktu. Göz işâreti ile de muzdarip hâlini îmâ eder gibiydi.
Ben kırbanın ağzını açtım, suyu kendisine doğru uzatırken biraz ötedeki yaralıların arasından bir “Âh!” sesi duyuldu:
Amcamın oğlu, bu feryâdı duyar duymaz, kendisinden vazgeçerek kaş ve göz işâretiyle suyu hemen ona götürmemi istedi.
Kızgın kumların üzerinde yatan şehîtlerin aralarından koşa koşa ona yetiştim. Baktım ki o, Hişâm bin Âs imiş. Ona:
“–Su ister misin?” diye sordum. O da göz işâretiyle; “Evet!” dedi. Tam suyu içeceği esnâda bir başka yaralının; “Âh, âh!” diye inlediği duyuldu. Hişâm, suyu ona götürmemi işâret etti.
Onun yanına vardığımda şehît olmuştu. Derhâl Hişâm’ın yanına geri döndüm, kırbayı uzatırken bir de ne göreyim; o da şehît olmuş!
Bâri amcamın oğluna yetişeyim dedim. Koşa koşa ona gittim. Ne çâre ki, o da ateş gibi kumların üzerinde kavrula kavrula rûhunu teslîm eylemişti... Elimdeki kırba, dolu olarak üç şehîtin ortasında kaldı.
Huzeyfe (r.a.) o andaki hâlet-i rûhiyesini şöyle anlatır:
“Hayâtımda birçok hâdiseyle karşılaştım. Fakat hiçbiri beni bu kadar duygulandırıp heyecanlandırmadı. Aralarında akrabâlık gibi bir bağ bulunmadığı hâlde, bunların birbirlerine karşı bu derecedeki diğergâm, fedâkâr ve şefkatli hâlleri, (yâni son nefeslerini de hayatlarındaki gibi fazîlet içerisinde vermeleri ve; «Ancak Müslüman olarak ölünüz.» âyet-i kerîmesinin şuuru ile hayâta vedâ edebilmeleri), gıpta ile seyredip hayran olduğum büyük bir îman celâdeti olarak hâfızamda derin izler bıraktı...”
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Rahmet Peygamberi, Erkam Yayınları