Sahabenin Yıldızlaştığı Anlar

Sahabiler

Peygamberimizin (sav.) bizzat yetiştirdiği nesil; “sahabe”nin yıldızlaştığı anlara örnekler...

Mekke’nin fethi günü yaşanan şu manzara ashâbın yıldızlaştığı bir başka gönül ufkunu sergilemektedir:

SAHABENİN YILDIZLAŞTIĞI ANLAR

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, gözleri görmeyen ihtiyar babasını Müslüman olmak üzere elinden tutup Allah Rasûlü’nün huzûruna getirmişti.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz onları görünce:

“–Yâ Ebâbekir! İhtiyar babanı niye buraya kadar getirip ona zahmet verdin? Biz onun yanına gidebilirdik.” dedi.

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- ise:

“–Allâh’ın ona sevap vermesini istediğim için onu huzûrunuza getirdim.” dedi.

Hazret-i Ebûbekr’in babası Ebû Kuhâfe -radıyallâhu anh-, bîat etmek üzere elini Fahr-i Kâinat Efendimiz’in mübârek eline uzatınca Peygamber âşığı Ebûbekir -radıyallâhu anh- kendini tutamayıp ağlamaya başladı.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Ebûbekr’e hayretle niçin ağladığını sorunca, Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- gözyaşları içinde şöyle dedi:

“–Yâ Rasûlâllah, Sana bîat etmek üzere uzanan şu el, benim babamın eli değil de Sen’in amcan Ebû Tâlib’in eli olsaydı da, bu vesîleyle Allah Teâlâ benim yerime Sen’i sevindirseydi, kim bilir ne târifsiz bir sevince nâil olurdum. Çünkü Sen, onu çok seviyordun…” (Heysemî, VI, 174; İbn-i Sa’d, V, 451)

İşte O şânı yüce Peygamber’in yüksek ahlâkından lâyıkıyla istifâdenin ve O’nda fânî olmanın, kâ‘bına varılmaz, seyrine doyulmaz bir manzarası... Böylesine ulvî bir hayranlık, ihtiram ve muhabbet çağlayanını acabâ tarih kaç kere seyredebilmiştir?

Bizler de ümmeti olduğumuz Allah Rasûlü’ne karşı bu müstesnâ bakış ve duyuşu gönüllerimizde yeşertebilme gayret ve heyecanı içinde olmalıyız. Zira Hakk’a kâmil mânâda teslîmiyet, tevekkül ve itaat, îman lezzetiyle dolu bir gönül sahibi olmaya bağlıdır. Ancak bu muhabbetle gönlün seviye kaydetmesi neticesindedir ki insan, bütün varlığıyla Rabbine yönelir, dünya ve dünyadakilerden kalben müstağnî kalır.

Nebevî ahlâkın fârikalarından olan istiğnâ hâlini hayatının mihveri kılan ashâbın nasıl bir ilâhî lûtfa mazhar olduklarını gösteren şu misâl de çok ibretlidir:

Ebû Saîd -radıyallâhu anh-, mâruz kaldığı açlık yüzünden karnına taş bağlayan sahâbîlerdendi. Vâlidesi ona:

“−Kalk, Rasûl-i Ekrem’e git, O’ndan bir şeyler iste. Falan adam Rasûl-i Ekrem’e gitmiş, O da onun imdâdına yetişmiş. Filân da gitmiş, o da nîmete nâil olmuş. Haydi sen de git, belki bir hayırla dönersin.” dedi.

Ebû Saîd -radıyallâhu anh- ise vâlidesine cevâben:

“−Hele dur bakalım, bir şeyler arayalım, bulamazsak öyle gidelim.” dedi. Fakat bütün aramaları ve gayretleri boşa çıktı. Bunun üzerine çâresiz, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gitmeye karar verdi. Allah Rasûlü’nün huzûruna girdiğinde O’nu hutbe îrâd ederken buldu ve hutbeyi dinlemeye koyuldu. Allah Rasûlü hutbesinde şunları söylüyordu:

“İstiğnâ gösteren ve iffetini muhâfaza eden insanları, Cenâb-ı Hak âlemden müstağnî kılar...”

Hazret-i Ebû Saîd -radıyallâhu anh-, bu sözü işittikten sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den bir şey istemeye cesaret edemedi ve eli boş bir vaziyette evine döndü. Kendisi bundan sonraki hâlini şu şekilde anlatıyor:

“Rasûl-i Ekrem’den bir şey isteyemeden evime döndüğüm hâlde Cenâb-ı Hak bize rızkımızı gönderdi, işimiz o kadar yoluna girdi ki, Ensâr içinde bizden daha zengin bir kimse yoktu.” (Bkz. Ahmed, III, 44)

İşte istiğnânın daha bu dünyadaki bereketinin müşahhas bir misâli… İlâhî vuslata nâil olabilmek de, gönlü servet ve şöhret gibi dünyevî endişelerden temizleyebilmek ve bütün bunlardan müstağnî kalabilmekle mümkündür.

Diğer taraftan, ihtiyacını arz edenin gönlünü hoş etmek mukâbilinde gelen lûtf-i ilâhîyi de şu kıssa ne güzel ifâde etmektedir:

Peygamber Efendimiz’in hanımı Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-, oruçlu oldukları bir gün bir yoksul gelip kendisinden yiyecek istedi. Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın evinde bir somundan başka bir şey yoktu. Hizmetçisine:

“−Ekmeği ona ver!” dedi.

Hizmetçi:

“−Akşam iftar edeceğiniz başka bir şey yok!” dedi.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-:

“−Sen ekmeği ona ver.” dedi.

Hizmetçi, hâdisenin devâmını şöyle anlatıyor:

Hazret-i Âişe’nin emri üzerine ekmeği o fakire verdim. Akşam olunca birisi bize bir parça pişmiş koyun eti gönderdi. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- beni çağırdı ve:

“−Buyur ye, bu senin ekmeğinden daha lezzetlidir!” dedi. (Muvattâ, Sadaka, 5)

Sadaka verme esnâsındaki hassâsiyeti ve sadakanın alana değil, asıl verene bir nîmet olduğunu şu misâl ne güzel anlatır:

Bir sâil Abdullah bin Abbâs’a gelerek bir şeyler istedi. Abdullah -radıyallâhu anh- ona:

“−Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in Allâh’ın Rasûlü olduğuna şehâdet ediyor musun?” diye sordu. Sâil:

“−Evet!” dedi.

“−Peki Ramazan orucu tutuyor musun?”

“−Evet!”

Bunun üzerine Hazret-i Abdullah:

“−Sen bir şey istedin, isteyenin hakkı vardır. Sana yardım etmek de bizim boynumuza borçtur.” diyerek adama bir elbise verdi. Daha sonra da şu hadîs-i şerîfi rivâyet etti:

“Herhangi bir Müslüman diğer bir Müslümana bir elbise giydirirse, kardeşinin sırtında o elbiseden bir parça bulunduğu müddetçe veren kimse Allâh’ın himâyesinde olur.” (Tirmizî, Kıyâmet, 41/2484)

Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını gözeterek muhtaç bir kula yapılmış olan yardım, yukarıdaki misâllerde görüldüğü gibi âdeta Allâh’a borç vermeye benzer ki, Hak Teâlâ, başka bir kulunu memur ederek o iyiliğe misliyle mukâbelede bulunur ve bizzat o kulunu himâyesine alır. Bu, Allah rızâsı için yapılmış olan ikrâmın dünyevî fâidesidir. Âhirette ihsân edilecek olan karşılığı ise kim bilir ne kadardır?

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Saadet Damlaları, Erkam Yayınları