Sahabilerin Güzel Ahlakından Örnekler
Sahabenin ahlakı nasıldı? Peygamberimiz (sav.) sahabeyi nasıl yetiştirdi? Sahabilerin güzel ahlakından örnekler...
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ibadet, muâşeret ve muâmelâtını gelecek nesillere intikâl ettirme vazifesi de vefâkâr ve fedakâr sahâbîlere nasîb olmuştur. Zira insan, muhabbet duyduğu kişinin kaderinden pay alır.
SAHABİLERİN GÜZEL AHLAKINDAN ÖRNEKLER
Ebû Hüreyre’nin (ra.) Güzel Ahlakı
Ashâb-ı kirâmın bu husustaki fedakârlığını ve müstesnâ mevkiini ifâde sadedinde, Efendimiz’den en çok hadîs rivâyet eden Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’ın hâli pek ibretli bir misâldir:
Hicretin yedinci yılında Müslüman olan Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-, Mescid-i Nebevî’nin sofasında yatıp kalkan ve kendilerine “Ashâb-ı Suffe” denilen fakir Müslümanlardan biriydi. Gece gündüz Peygamber Efendimiz’in yanında bulunur, O’ndan duyduklarını ezberlemeye çalışırdı. Peygamber Efendimiz’in hayatının son üç senesinde bizzat kendisinden ve diğer büyük sahâbîlerden duyduğu, mükerrerleriyle birlikte 5374 hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Böylece ashâb-ı kirâm içinde en çok hadîs rivâyet eden sahâbî o olmuştur. Rivâyetlerinin 609 tanesi hem Buhârî’nin, hem de Müslim’in Sahîh’lerinde yer almaktadır.
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-, kendisinin çok fazla hadîs rivâyet ettiğini söyleyenlere şu cevâbı vermiştir:
“–Muhâcir kardeşlerimiz ticâretle ve Ensâr kardeşlerimiz de ziraat ve hurmalıklarıyla meşgul olurken, ben yarı aç yarı tok, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanından ayrılmaz, onların bulunmadıkları zamanlarda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında bulunur, onların şâhid olmadığı nice şeylere şâhid olur ve onların ezberleyemediklerini hıfzederdim.” (Bkz. Buhârî, İlim, 42)
İşte bu minvâl üzere Allah Rasûlü’nün mübârek söz, fiil ve hâllerini sonraki nesillere taşıma şerefini deruhte eden sahâbîlerin önde gelenlerinden olan Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-, hicretin 59. yılında Medîne’de 78 yaşında vefât etmiştir. Bu mübârek sahâbîden, 800’den fazla sahâbî ve tâbiî hadis rivâyet etmiştir.
Ashâb-ı kirâmın buna benzer sayısız fazîlet ve fedakârlıkları bereketiyledir ki, Allah Rasûlü’nün bütün hâl ve davranışları, asırlar öncesinden kıyâmete kadar gelecek son insana kadar sağlam bir şekilde intikâl etme mazhariyetine ermiştir. Ashâb ve onların izinden yürüyen sâlih mü’minler, yeri geliyor bir râvîden hadîs alabilmek için o zamanın zorlu şartlarında bir aylık mesâfeyi katediyorlardı. Onlar, nebevî terbiye ile öyle bir kemâl ve fazîlet âbidesi hâline gelmişlerdi ki, hayvanını yanına çekmek için boş yem torbasını gösterip kandıran kişinin ahlâkını mûteber addetmiyorlardı. Yani huy ve ahlâkında, bir hayvanı bile olsa kandırma ve aldatma duygusu bulunan kişiyi, Allah Rasûlü’nün hadîs-i şerîfleri muktezâsınca yaşamadığı için, hadîs nakline liyâkatli görmüyorlardı.
Onlar, yoğun bir tahassüs, tecessüs ve tefekkür iklîminde yaşadılar. Düşüncelerinin merkezine “tevhîd”i yerleştirdiklerinden, tevhîdin lezzetine kavuşabilmek için her türlü fedakârlığa îman heyecanıyla katlandılar.
Medîne’de kurulan, takribî dört yüz âileden müteşekkil, küçük İslâmî site devletinin on senede hudutları Irak’a ve Filistin’e dayanmıştı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefatı esnâsında Bizans ve Perslerle harp hâli yaşanıyordu. Medîne’ye ganimet malları akıyordu. Lâkin ashâbın on sene evvelki o hâli, yani dünyadan müstağnî, mütevâzı yaşantısı, evlerinin hendesesi ve infak heyecanı değişmemişti. Onlar, îman lezzetini zedelemesi endişesiyle dünya nîmetlerini nefisleri hesâbına kullanmamanın titizliği içinde idiler. Bu yüzden yaşantılarını Allah rızâsını tahsil etme gâyesine göre şekillendirdiler.
İşte İslâm’ın; hak ve hakîkatten mahrum topluluklara, sabâhın fecrinin berrak aydınlığı gibi sür’atle yayılmasının başlıca sebeplerinden biri de, ashâbın gittikleri her mekânda ve bulundukları her zamanda güzel bir İslâm kimliği sergilemeleriydi. Zira Allah Rasûlü’nün has talebeleri olan ashâb-ı kirâm, Allâh’ın kullarına Hakk’ın nazarı ile bakan, gönülleri merhamet, şefkat, hizmet, doğruluk, istiğnâ ve diğergâmlık gibi risâlet nurlarıyla dolu, takvâ ehli, sâlih mü’minlerdi.
Sahabenin Ahlakı
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bizlere hayatın bütün safhalarında her bakımdan müstesnâ bir güzellik sergilemiştir. Her insan, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Sünnet-i Seniyye’sinde kendisine örnek alabileceği davranışların en mükemmelini bulabilir. Yani Fahr-i Kâinat Efendimiz’in hayatı; bütün renk, âhenk ve çeşnisiyle birlikte en müstesnâ güllerden derlenmiş bir bukete benzer ki, arayanlar, kendileri için güllerin en mûtenâ ve güzellerini o bukette bulabilirler.
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sîreti; saf ve berrak bir ayna gibidir. Her insan onda sûretini ve rûhunu, içini ve dışını, sözünü ve amelini, ahlâkını ve âdâbını seyredip kendi durumunu mîzân edebilir. Bu aynada gördüklerine göre ahlâkını ıslâh edip eğriliklerini düzeltmek, her mü’minin vazifesidir.
Allah Teâlâ’nın, kullarına ilâhî bir ferman ve hidâyet rehberi olarak gönderdiği Kur’ân-ı Kerîm de ümmete, lâfzı ve mânâsı itibâriyle indirildiği Allah Rasûlü’nün kalp âleminden sergilenmiştir. Bu bakımdan Kur’ân’ın esrârı da kalbin Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rûhâniyetine bürünmesi nisbetinde fâş olur. Nasıl ki, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’deki beyanlarını idrâk hususunda Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zirve ise, Peygamber Efendimiz’in mübârek sözlerini, hâl ve davranışlarını idrâk ve ihâtada birinci derecede ilmî kudret ve anlayış sahibi olanlar da “ashâb-ı kirâm” hazarâtıdır. Zira ashâb-ı kirâm, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in nübüvvet aynasına yansıyan ilâhî güzellikleri ve hikmetleri bizzat müşâhede edip muktezâsınca yaşayabilme bahtiyarlığına ermiş, Hakk’ın nasipli kullarıdır.
Nitekim hadîs-i şerîfte:
“Ashâbım yıldızlar gibidir. Onların hangisine iktidâ ederseniz (uyarsanız) doğru yolu bulursunuz.”[1] buyrulmaktadır. Allah Rasûlü’nün bu şehâdetiyle de sâbittir ki sahâbe-i kirâm, kıyâmete kadar gelecek bütün bir beşeriyete müstesnâ bir numûne olmuştur. Onları böylesine müstesnâ bir mertebeye yükselten nebevî terbiyenin muhtevâsına girebilmek, her mü’minin gönül ufku olmalıdır.
Hakîkaten ashâb-ı kirâmın, mâzîlerindeki câhiliye devri itibâriyle çorak topraklara benzeyen gönül âlemleri, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sohbet meclislerindeki mânevî iklimin rahmet ve bereket sağanaklarıyla yoğruldu. Bu sâyede, vaktiyle üzeri toprakla örtülmüş bulunan nice fazîlet ve mânâ tohumları neşv ü nemâ imkânı buldu. Sadırdan sadıra in’ikâs eden muhabbet ve rûhâniyet alışverişiyle, o yıldız şahsiyetler kemâlâtta zirveleşti. Câhiliye devrinde kız çocuklarını diri diri toprağa gömecek kadar katı kalpli, merhametsiz, vicdansız, hak ve hukuk tanımaz insan eridi, kayboldu. Aynı silüet içinde, fakat bu defa gözü-gönlü yaş dolu, diğergâm, ince, rakîk, hassas ve fazîletin zirvesinde bir insan hüviyeti teşekkül etti.
Onlar, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mânevî terbiyesiyle dünyanın en mümtaz insanları hâline geldiler. Onlar, Kur’ân, insan ve kâinâtı okumayı başarabildikleri nisbette iç âlemleri, azamet-i ilâhiyye ve kudret akışları karşısında incelip rikkat kazandı. Bu yüzden, gönülleri dâimâ hamd, şükür ve zikir hâlindeydi. Nitekim Abdullah bin Mes’ûd -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rûhâniyeti ve mânevî terbiyesi neticesinde ulaştıkları seviyeyi:
“–Biz, yenilen lokmaların tesbihlerini duyar hâle gelmiştik!”[2] sözleriyle ifâde etmekteydi.
Ashâb-ı kirâm, Allah ve Rasûl’üne duydukları muhabbeti kalplerinde her an tâze tuttukları için ibadetleri huşû ile doldu, fazîlet menkıbeleri, kıyâmete kadar müslümanların dillerinden düşürmeyecekleri, gönül âlemlerini nurlandıracak ahlâk-ı hamîde misâlleri oldu.
Bu vesîleyle ashâb-ı kirâmın nebevî menbâdan feyizlenerek nâil oldukları yüksek ahlâk tezâhürlerine âit, her biri bir hayat düstûru kıymetinde olan sonsuz misâller deryâsından bir nebze takdîm ediyoruz:
Tebük Seferi öncesinde, sahâbenin fakirlerinden yedi kişi, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e mürâcaat ederek orduya katılabilmek için kendilerine binek taleb ettiler:
“Bindirecek deve olmadığı...” cevâbını alınca da ağlaya ağlaya geri döndüler. Allah yolunda dökülen bu samimî gözyaşlarının Hak katındaki kıymeti bereketiyledir ki, Allah Teâlâ, Rasûl’üne şu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu:
“…«–Size bir binek bulamıyorum.» dedin ve bu uğurda kendileri harcayacak bir şey bulamadıkları için kederlerinden gözyaşı döke döke döndüler.” (et-Tevbe, 92)
Bunun üzerine Hazret-i Osman, İbn-i Yâmin ve Abbâs -radıyallâhu anhum- o yedi fakir sahâbîye yiyecek ve binek temin ettiler.[3] Ashâbdan bazılarının ihtiyaçlarını da daha sonra Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- temin etti.[4]
İşte gönülleri îman heyecanıyla dolu bu sahâbîler, Allah Rasûlü ile birlikte canlarını Hakk’a kurbân etme seferine çıkamamak endişesiyle, meleklerin bile imrendiği cinsten gözyaşları dökmekteydiler.
Onlar, yaşayışlarını Allah ve Rasûl’üne göre mîzân etmeyi, Allah ve Rasûl’ünün hoşnutluğunu her şeyden azîz bilmeyi hayatlarının gâyesi hâline getirerek bu ulvî dereceye nâil olmuşlardı.
Sahabenin Yıldızlaştığı Anlar
Mekke’nin fethi günü yaşanan şu manzara da ashâbın yıldızlaştığı bir başka gönül ufkunu sergilemektedir:
Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, gözleri görmeyen ihtiyar babasını müslüman olmak üzere elinden tutup Allah Rasûlü’nün huzûruna getirmişti.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz onları görünce:
“–Yâ Ebâbekir! İhtiyar babanı niye buraya kadar getirip ona zahmet verdin? Biz onun yanına gidebilirdik.” dedi.
Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- ise:
“–Allâh’ın ona sevap vermesini istediğim için onu huzûrunuza getirdim.” dedi.
Hazret-i Ebûbekr’in babası Ebû Kuhâfe -radıyallâhu anh-, bîat etmek üzere elini Fahr-i Kâinat Efendimiz’in mübârek eline uzatınca Peygamber âşığı Ebûbekir -radıyallâhu anh- kendini tutamayıp ağlamaya başladı.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Ebûbekr’e hayretle niçin ağladığını sorunca, Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- gözyaşları içinde şöyle dedi:
“–Yâ Rasûlâllah, Sana bîat etmek üzere uzanan şu el, benim babamın eli değil de Sen’in amcan Ebû Tâlib’in eli olsaydı da, bu vesîleyle Allah Teâlâ benim yerime Sen’i sevindirseydi, kim bilir ne târifsiz bir sevince nâil olurdum. Çünkü Sen, onu çok seviyordun…” (Heysemî, VI, 174; İbn-i Sa’d, V, 451)
İşte O şânı yüce Peygamber’in yüksek ahlâkından lâyıkıyla istifâdenin ve O’nda fânî olmanın, kâ‘bına varılmaz, seyrine doyulmaz bir manzarası... Böylesine ulvî bir hayranlık, ihtiram ve muhabbet çağlayanını acabâ tarih kaç kere seyredebilmiştir?
Bizler de ümmeti olduğumuz Allah Rasûlü’ne karşı bu müstesnâ bakış ve duyuşu gönüllerimizde yeşertebilme gayret ve heyecanı içinde olmalıyız. Zira Hakk’a kâmil mânâda teslîmiyet, tevekkül ve itaat, îman lezzetiyle dolu bir gönül sahibi olmaya bağlıdır. Ancak bu muhabbetle gönlün seviye kaydetmesi neticesindedir ki insan, bütün varlığıyla Rabbine yönelir, dünya ve dünyadakilerden kalben müstağnî kalır.
Nebevî ahlâkın fârikalarından olan istiğnâ hâlini hayatının mihveri kılan ashâbın nasıl bir ilâhî lûtfa mazhar olduklarını gösteren şu misâl de çok ibretlidir:
Ebû Saîd -radıyallâhu anh-, mâruz kaldığı açlık yüzünden karnına taş bağlayan sahâbîlerdendi. Vâlidesi ona:
“−Kalk, Rasûl-i Ekrem’e git, O’ndan bir şeyler iste. Falan adam Rasûl-i Ekrem’e gitmiş, O da onun imdâdına yetişmiş. Filân da gitmiş, o da nîmete nâil olmuş. Haydi sen de git, belki bir hayırla dönersin.” dedi.
Ebû Saîd -radıyallâhu anh- ise vâlidesine cevâben:
“−Hele dur bakalım, bir şeyler arayalım, bulamazsak öyle gidelim.” dedi. Fakat bütün aramaları ve gayretleri boşa çıktı. Bunun üzerine çâresiz, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gitmeye karar verdi. Allah Rasûlü’nün huzûruna girdiğinde O’nu hutbe îrâd ederken buldu ve hutbeyi dinlemeye koyuldu. Allah Rasûlü hutbesinde şunları söylüyordu:
“İstiğnâ gösteren ve iffetini muhâfaza eden insanları, Cenâb-ı Hak âlemden müstağnî kılar...”
Hazret-i Ebû Saîd -radıyallâhu anh-, bu sözü işittikten sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den bir şey istemeye cesaret edemedi ve eli boş bir vaziyette evine döndü. Kendisi bundan sonraki hâlini şu şekilde anlatıyor:
“Rasûl-i Ekrem’den bir şey isteyemeden evime döndüğüm hâlde Cenâb-ı Hak bize rızkımızı gönderdi, işimiz o kadar yoluna girdi ki, Ensâr içinde bizden daha zengin bir kimse yoktu.” (Bkz. Ahmed, III, 44)
İşte istiğnânın daha bu dünyadaki bereketinin müşahhas bir misâli… İlâhî vuslata nâil olabilmek de, gönlü servet ve şöhret gibi dünyevî endişelerden temizleyebilmek ve bütün bunlardan müstağnî kalabilmekle mümkündür.
Diğer taraftan, ihtiyacını arz edenin gönlünü hoş etmek mukâbilinde gelen lûtf-i ilâhîyi de şu kıssa ne güzel ifâde etmektedir:
Peygamber Efendimiz’in hanımı Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-, oruçlu oldukları bir gün bir yoksul gelip kendisinden yiyecek istedi. Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın evinde bir somundan başka bir şey yoktu. Hizmetçisine:
“−Ekmeği ona ver!” dedi.
Hizmetçi:
“−Akşam iftar edeceğiniz başka bir şey yok!” dedi.
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-:
“−Sen ekmeği ona ver.” dedi.
Hizmetçi, hâdisenin devâmını şöyle anlatıyor:
Hazret-i Âişe’nin emri üzerine ekmeği o fakire verdim. Akşam olunca birisi bize bir parça pişmiş koyun eti gönderdi. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- beni çağırdı ve:
“−Buyur ye, bu senin ekmeğinden daha lezzetlidir!” dedi. (Muvattâ, Sadaka, 5)
Sadaka verme esnâsındaki hassâsiyeti ve sadakanın alana değil, asıl verene bir nîmet olduğunu şu misâl ne güzel anlatır:
Bir sâil Abdullah bin Abbâs’a gelerek bir şeyler istedi. Abdullah -radıyallâhu anh- ona:
“−Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in Allâh’ın Rasûlü olduğuna şehâdet ediyor musun?” diye sordu. Sâil:
“−Evet!” dedi.
“−Peki Ramazan orucu tutuyor musun?”
“−Evet!”
Bunun üzerine Hazret-i Abdullah:
“−Sen bir şey istedin, isteyenin hakkı vardır. Sana yardım etmek de bizim boynumuza borçtur.” diyerek adama bir elbise verdi. Daha sonra da şu hadîs-i şerîfi rivâyet etti:
“Herhangi bir müslüman diğer bir müslümana bir elbise giydirirse, kardeşinin sırtında o elbiseden bir parça bulunduğu müddetçe veren kimse Allâh’ın himâyesinde olur.” (Tirmizî, Kıyâmet, 41/2484)
Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını gözeterek muhtaç bir kula yapılmış olan yardım, yukarıdaki misâllerde görüldüğü gibi âdeta Allâh’a borç vermeye benzer ki, Hak Teâlâ, başka bir kulunu memur ederek o iyiliğe misliyle mukâbelede bulunur ve bizzat o kulunu himâyesine alır. Bu, Allah rızâsı için yapılmış olan ikrâmın dünyevî fâidesidir. Âhirette ihsân edilecek olan karşılığı ise kim bilir ne kadardır?..
Yapılan hayır-hasenât gibi kötülükleri de bu perspektiften değerlendirmek lâzımdır. Hakîkaten Allâh’ın bir kuluna yapılmış olan kötülük de Cenâb-ı Hakk’ın başka bir kulu vâsıtasıyla -ekseriyâ belli bir zaman sonra- o haksızlığı irtikâb edene karşı vâkî olur. Yani iyilikler de kötülükler de dünya tarlasına ekilen bir tohum gibidir. Âhiretteki mukâbelesine ilâveten bu dünyada da bir mahsul verirler.
Ashâb-ı Kiram'ın Ahlâki Şahsiyeti
Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır:
“İşte böylece sizi örnek bir ümmet kıldık ki insanlar nezdinde Hakk’ın şâhitleri olasınız ve Peygamber de sizin hakkınızda (kıyâmet günü) şâhit olsun...” (el-Bakara, 143)
Rabbimiz, ümmet-i Muhammed’i insanlar arasında böyle hak-şinâs, doğru sözlü, âdil, hakîkati beyân eden, güzel ahlâk sahibi, ilim ve irfân ile seçkin, şâhitliğe lâyık, merkezî bir câzibeyi hâiz, önder bir cemaat kılmak ve tam mânâsıyla âdil ve hâkim bir ümmet teşkil etmek için, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gölgesinde sırât-ı müstakîme hidâyet buyurmuştur.
Bizler de ibadet, hâl ve yaşayışımızla Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ne kadar lâyık bir ümmet olabildiğimiz hususunda yarın kıyâmette Allah Rasûlü’nün güzel şâhitliğine nâil olabilmek için bugünlerimizi iyi değerlendirmek mecbûriyetindeyiz. Bu hususta en önemli rehberlerimiz de, nebevî ahlâkın muhteşem akislerine berrak bir ayna olan ashâb-ı kirâm hazarâtı olmalıdır. Çünkü onlar, yeryüzünde Allâh’ın şâhitleri olmanın ve Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kıyâmet günü kendileri hakkında hüsn-i şehâdette bulunmasının heyecanı içindeydiler.
Cihânın bir benzerini daha görmediği bu güzîde Peygamber talebeleri, bütün istifhamlarını Allah Rasûlü’nün gönül âleminden aldıkları feyizlerle bertaraf ettiler. Yine O’nun ruh feyzini kendilerine yegâne sığınak, barınak ve dayanak edinip sonsuzluğun seyyâhı oldular. Onların dünya hayatına âit bir endişeleri yoktu. Onlar, her gittikleri yere Allah Rasûlü’nün kimliğini taşıma gayreti içindeydiler. Bu yüzden Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ahlâkı olan Kur’ân’ı öğreniyor, okuyor, hissediyor, gönüllerinde hazmediyor; sözleriyle, davranışlarıyla, hâlleriyle ve ahlâklarıyla tebliğ ediyorlardı.
Yine onlar, toplumdaki bütün menfîliklerden kendilerini sorumlu addeden bir ruh yüceliğine ulaşmışlardı. “Zehirle pişmiş aşa, severek tâlip oluyorlardı.” Çin, Semerkand ve İstanbul gibi uzak diyarlara yapılan zorlu, çetin ve çileli seferlerde bile yorulmadılar. Zira sînelerinde risâlet nûrunu taşıdıkları için bu uzun ve meşakkatli seferlerde çektikleri çileler, artık kendileri için bir lezzet hâline gelmişti ve erişmek istedikleri vuslata bir basamaktı.
Ashâb-ı kirâm, tebliğ hayatları boyunca nice ham ruhların yanlış söz ve davranışlarına mâruz kaldılar. Fakat Allah yolunda çektikleri bu sıkıntılardan dolayı hiçbir zaman incinmediler. Zira onlar, hakîkî dostluk ve muhabbetin kaynağına Allah ve Rasûl’ünde erişmişlerdi. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, onları kıyâmete kadar ümmet-i Muhammed’in dostu olarak gönüllerde yaşatacaktır.
Dipnotlar:
[1] Mübârekfûrî, Tuhfetü’l-Ahvezî, Kâhire, ts., X, 226, no: 3807; İbn-i Abdi’l-Berr, Câmiu Beyâni’l-İlm, II, 91. [2] Buhârî, Menâkıb, 25. [3] İbn-i Hişâm, Sîretü’n-Nebî, Beyrut 1937, Daru’l-Fikr, IV, 172; Vâkıdî, Meğâzî, Beyrut 1989, III, 994. [4] Buhârî, Meğâzî, 78.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Saadet Damlaları, Erkam Yayınları