Şahika Ne Demek?
Şahika ne demek? Şahika kelimesinin anlamı nedir? Şahika kelimesinin geçtiği örnek cümleler...
Şahika: Dağın doruğu, zirve anlamlarına gelmektedir.
ŞAHİKA KELİMESİNE ÖRNEK CÜMLELER
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbının bu tür âlicenap hareketleri, ortaçağ gibi zulüm ve haksızlığın revaçta olduğu bir devrede, insanlık adına kıyâmete dek nümûne olacak bir fazîlet şâhikası olmuştur. Allâh Rasûlü, insanlara iyilik ve ihsân ile güzel muâmele ederek onlara hâl ile teblîğde bulunur, böylece gönüllerini yumuşattıktan sonra da İslâm’ı anlatırdı. Bedir esirlerinin pek çoğu, bu güzel muâmelelerin tesiriyle müslüman olmuşlardı.
*****
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Mekke devrinin 9. yılındaki Tâiflilerin zulmüne mukâbil onların hidâyeti için yapmış olduğu merhamet şâhikasının bir ifâdesi olan duâsı, Hak katında makbûl olarak tahakkuk etmiş oldu.
*****
Asr-ı saâdet toplumu, mârifetullâh, yâni Rabbi kalben tanıma ufkuna ulaşmış bir toplum idi. O devir, derin bir tefekkür devri, Allâh ve Rasûlü’nü
yakînen tanıma devri idi.
Cenâb-ı Hakk’ın en büyük sanatı, insandır. Bu sanatın zirvesi de Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. Rabbimiz’in hârika sanat şâhikası olan Rasûlullâh’ı en güzel şekilde idrâk eden ve O’ndan bizlere izler intikâl ettiren de ashâb-ı kirâmdır.
*****
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Allâh’ın “Ğafûr” ve “Rahîm” isimlerinin tecellîsine mazhar olarak, inkârcılar hakkında da aşırı derecede üzülüyor, onların cehenneme gitmemesi için duâ ediyordu. Buna mukâbil yine ilâhî îkaz geldi:
“Demek ki bu söze (Kitâb’a) inanmazlarsa (ve bu yüzden helâk olurlarsa diye) arkalarından üzülerek neredeyse kendini mahvedeceksin!” (el-Kehf, 6)
Bu sebeptendir ki, Rasûlullâh’ın feyzinden, herkesten daha fazla nasîb alan ve merhametin şâhikasında olan Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- şöyle duâ etmiştir:
“Yâ Rabbî, kıyâmet günü benim vücûdumu o kadar büyüt, o kadar büyüt ki, cehennemde benden başkasına yer kalmasın!”
*****
Çanakkale ve İstiklâl Harbi de, aynı rûh vecdi içinde; dîn, îman, ırz, namus, vatan ve bayrak emânetini muhâfaza azminin şâhikalarıyla doludur. Nitekim Çanakkale’de Binbaşı Lütfü Bey’in; “Yetiş yâ Muhammed! Kitabın elden gidiyor!” diye feryâd etmesi, ne büyük bir emânet şuurunu yansıtmaktadır.
Ecdâdımızın vatan müdâfaası esnâsında bulundukları hâlet-i rûhiyeyi ve taşıdıkları îman vecdini yansıtan şu ibret dolu hâdise ne kadar muhteşemdir:
Çanakkale harbinin devâm ettiği günlerde bir Ramazan bayramı arefesiydi. Cephe kumandanı Vehip Paşa, 9. Tümen’in genç imamını çağırarak mahzûn bir şekilde istemeye istemeye şöyle dedi:
“–Hâfız! Yarın Ramazan bayramı. Asker toplu olarak bayram namazı kılmak istiyor. Ancak böyle bir şey, pek tehlikeli, yâni düşmanın arayıp bulamayacağı toplu bir imhâ fırsatı olur. Ben ne dediysem vazgeçiremedim. Bunu münâsip bir dille erâta bir de sen anlatıver!..”
*****
Fertler gibi milletlerin hayatları da biteviye dümdüz bir çizgi hâlinde devam etmeyip zaman zaman iniş ve çıkışlar arz eder.
Felâket ve saâdet zamanları, tarih içinde tabiattaki dağ silsileleri gibi birbirlerini takip edip giderler. Ma‘şerî vicdânı karşı konulması güç bir felâket karşısında teskîn edecek kâmil ruhlar, onlara tevekkül ve metânet aşılamak husûsunda büyük bir rol oynarlar. Bunlar, felâketlerin açtığı yaraları zâhir plânda sarmaya veya ıztırâbını hafifletmeye vesîle olan millî kahramanlar kadar ve hattâ bâzen onlardan daha derin ve devamlı bir hizmet îfâ ederler.
İşte Yûnus Emre de bunlardandır. Öyle ki, bu mümtaz ruhlar, değer ve tesirleri itibârıyla sıraya girseler, hiç şüphesiz ki birinci sırada yer alan şahsiyet, Yûnus Emre olur. Zira o, diğer mânevî rehberlerin, îmânı gönüllerde yaşanan bir hayat ve ebediyet iksiri hâline getirme gayretlerine ilâveten vâsıl-ı ilâllâh vecd ve aşkını sâde olduğu kadar muhteşem de olan bir sanat şâhikasıyla, yani sehl-i mümtenî tarzındaki eşsiz şiirleriyle kendi zamanının ve insanının daha da ötelerine ulaştırmıştır.
*****
Züleyhâ, nefislerin en çok zebûnu olduğu üç vasfın; yâni servet, şöhret ve şehvetin şâhikasında bulunuyordu. Gençti, cemâl sâhibiydi ve pek çok kimseyi kendisine râm edebilecek bir câzibeler meşheri hâlindeydi. Üstelik Züleyhâ, odanın kapısını da sımsıkı kilitlemişti. Böylece gizlilik ve tenhâlığın, günahları daha da kamçılayan hengâmında, Hazret-i Yûsuf’a şiddetli bir arzuyla:
“–Heyte lek! yâni «–Gelsene bana!»” diye seslenerek, çirkin bir fiile teşebbüs etmişti. Mukâvemet göstermekte nice irâdeleri eritebilecek böyle bir manzara karşısında, Yûsuf -aleyhisselâm-’ın bile hayli güç bir vaziyette kaldığını Yüce Rabbimiz:
“Şâyet bürhânımız yetişmeseydi, o da meylediyordu.” beyânıyla ifâde buyurmaktadır. Zîrâ bir erkeğin, hayatı boyunca karşılaşabileceği en ağır
imtihanlardan biri; gençlik, güzellik, servet gibi her türlü câzibe unsuruna sâhip bir kadından, üstelik tenhâlıkta gelen dâvet ve iltifâta “hayır” diyebilmektir.
YORUMLAR