Şakk-ı Sadr Nedir?

Şakk-ı Sadr ne demektir? Peygamber (s.a.v.) Efendimizin çocukken yaşadığı “Şakk-ı Sadr” hadisesi nedir?

Şakk-ı Sadr, Peygamberimizin (s.a.v.) göğsünün melekler tarafından açılıp kalbinin üstün niteliklerle bezenmesini ifade eder.

ŞAKK-I SADR HADİSESİ NEDİR?

Efendimiz (s.a.v) çocukken şakk-ı sadr veya şerh-i sadr hâdisesi yaşanmış, kalbi açılıp yıkanmış ve tekrar kapatılmıştır. Bu, 4-5 yaşlarında Benî Saʻd çöllerinde oynarken gerçekleşmiştir. Enes bin Mâlik (r.a) şöyle buyurur:

“Rasûlullâh Efendimiz çocuklarla birlikte oynarken Cebrâil gelerek onu tutmuş ve yere yatırarak sadrını yarmış, kalbini çıkarıp ondan bir kan pıhtısı almış ve Peygamber’e hitâben:

«‒Bu, şeytanın Sen’deki nasibidir» buyurmuştur. Sonra kalbini altın bir tasın içinde zemzem suyu ile yıkayıp kapatmış, sonra da yerine geri koymuştur. Oradaki çocuklar koşarak Efendimiz’in sütannesine gelerek:

«‒Muhammed öldürüldü!» demişler. Onlar da hemen Efendimiz’in yanına koşarak O’nu korkudan rengi değişmiş bir halde bulmuşlardır.” Enes (r.a) şöyle buyurur:

“Ben bu dikiş izini Peygamber Efendimiz’in sadrında görürdüm.” (Müslim, Îmân, 261; Ahmed, III, 149, 288) Sadrın yarılması hâdisesinin ikincisi, İsrâ ve Mîrâc mucizesine hazırlanırken olmuştur.

Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in mübarek kalbinin şeytanın nasibinden temizlenmesi, nübüvvetin erken irhâslarından biridir. Şeytan artık O’na hiç yol bulamamıştır. Bu hâdise Allah Teâlâ’nın Efendimiz (s.a.v)’i büyük bir vazife için seçtiğine delâlet eder. Efendimiz (s.a.v)’i şerlerden ve Allah’tan başka bir şeye ibadet etmekten muhâfaza için bir hazırlıktır. Bundan sonra O’nun kalbine tevhidden başka bir şey girmemiştir. Kavmi arasında çok yaygın olmasına rağmen, çocukken dahî hiç günâh işlememiş ve hiçbir puta secde etmemiştir.

Mâsiyetten korunmak ve vahye hazırlanmak için lâzım olan mânevî bir temizlik, şakk-ı sadr hâdisesiyle maddî bir şekilde gerçekleşmiştir ki insanlar Efendimiz (s.a.v)’in Allah katındaki mevkiini görsünler ve daha sonra O’na îmân etmeleri kolay olsun. Bu hâdise, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in annesine ve dedesine iâde edilmesine sebep olmuştur. Çünkü Halîme, Efendimiz (s.a.v)’in başına bir şey gelmesinden korkmuş, Efendimiz’i çok sevmesine ve bütün kalbiyle O’na bağlanmasına rağmen annesine götürmek mecburiyetinde kalmıştır.

Herhangi bir hâdise, sahih bir haberle sâbit olunca onu zâhirî ve hakîkî mânâsıyla anlamak, zorlama tevillere gitmemek gerekiyor. Haber bize sahih bir şekilde geldikten sonra hâlâ onu tevile çalışanlar bunu ancak Allah Teâlâ’ya olan îmânlarının ve Efendimiz’in nübüvvetine olan yakînlerinin zaʻfiyeti sebebiyle yaparlar. Zîrâ bir haberi kabul etmemizin ölçüsü, bize doğru ve sahih bir rivâyetle gelmesidir. Haber bize bu şekilde geldiyse onu öpüp başımızın üzerine koymaktan başka çaremiz yoktur. Geriye onu anlamak kalıyor ki bu husustaki ölçümüz de Arapça’nın kâideleridir.

Dildeki lafızları hakikî mânâlarına göre anlama imkânı varken mecâzî mânâ kabul edilemez. “Kelâmda aslolan mânâ-yı hakîkîdir.”[1] Hakikat asıl, mecaz ise onun halefidir. Asıl dururken halefe bakıl­maz. Fakat lafızdan hakikî mânânın anlaşılması imkânsız olursa, o zaman mecâzî mânâ­sına bakılır. Zira sözün bir mânâ ifade etmesi, mânâsız sayılmasından daha hayırlıdır.

Bu husustaki lâfızları da hakîkî mânâsıyla anlama mecbûriyeti vardır. Zîrâ bunları hakikî mânâlarıyla anlamak mümkündür ve buna mânî bir “karîne” yoktur.[2]

Büyük âlim Muhammed Zâhid el-Kevserî (r.a) şöyle der:

“Hak ehli âlimleri arasında, zâhirî mânâları müstahîl/imkânsız olmadıkça, nassları tevil eden hiç kimse yoktur. Bu yüzden hak ehlinin kitaplarında bu hususun şu şekilde tasrih edildiğini görürsün:

«Nasslar zâhirî mânâlarına hamledilir. Bu zâhirî mânâları bırakıp da nassları, Bâtınîlerin ileri sürdüğü mânâlara hamletmek ilhâddır (inkâra saplanmaktır). Nassları reddetmek küfürdür»[3].”[4]

Her araştırmacı ve okuyucunun, sözü, hakîkî mânâsından çıkarıp farklı mecâzî mânâlara çekerek hoşuna giden birini seçmesi câiz olsaydı, dil felce uğrar, kelimeler mânâlarını kaybeder ve insanlar ne anlayacaklarını bilemez, şaşkın vaziyette kalırlardı.[5]

Dipnotlar:

[1] Mecelle, 12. madde. [2] Karîne, hakikî mânânın anlaşılmasına mânî olan şeydir. [3] Ömer Nesefî, Akâid, (Şerhü’l-Akâid ile birlikte), s. 105. [4] Muhammed Zâhid el-Kevserî, Nüzûl-i İsâ (a.s) Meselesi, trc. Abdülkadir Yılmaz, İstanbul: Rıhlekitap, 2011, s. 93. [5] el-Bûtî, Fıkhu’s-Sîre, s. 47.

Kaynak: Dr. Murat Kaya, Siyer-i Nebi.

İslam ve İhsan

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN MÜBAREK GÖĞSÜNÜN YARILMASI HADİSESİ

Peygamber Efendimiz’in Mübarek Göğsünün Yarılması Hadisesi

HZ. MUHAMMED’İN (S.A.V.) DOĞUMU, ÇOCUKLUK VE GENÇLİK YILLARI

Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Doğumu, Çocukluk ve Gençlik Yılları

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.