Saliha Annelere Örnekler

HAYATIMIZ

Hayra anahtar anneler kimlerdir? İslâm’da annenin yeri ve sâliha annelere örnekler.

Hazret-i Huzeyfe, anlatır:

Bir gün annem bana sordu:

“–Peygamber Efendimiz’le en son ne zaman görüştün?” Ben de;

“–Birkaç günden beri O’nunla görüşemedim.” dedim. Bana çok kızdı ve fena bir şekilde azarladı. Ben de dedim ki:

“–Dur, kızma anneciğim! Hemen Rasûlullah Efendimiz’in yanına gideyim, O’nunla beraber akşam namazını kılayım, sonra da hem benim hem de senin için istiğfâr etmesini O’ndan talep edeyim.” (Tirmizî, Menâkıb, 30; Ahmed, V, 391-2)

Sâliha bir annenin evlâdını murâkabe ve terbiyesine ne güzel bir nümûne!..

SALİHA ANNELERE ÖRNEKLER

Allah Rasûlü’nün mânevî terbiyesi ile ümmete örnek sâliha anneler hâline gelen sahâbî hanımlar, o saâdet toplumunun görünmeyen mürebbiyeleri ve kahramanları idi. Onlar, efendilerini sabahleyin duâ ile uğurlarken şöyle derlerdi:

“Allah’tan kork; haram kazanma! (Bize haram lokma getirme!) Zira biz dünyada açlığa sabrederiz, fakat kıyâmet gününde cehennem azâbına sabredemeyiz.” (Abdülhamid Keşk, Fî Rihâbi’t-Tefsîr, I, 26)

İslâm’ın istediği takvâ toplumunun inşâsı için, sâliha hanımların yetiştirilmesi zarûrîdir. Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:

“(Rahmân’ın sâdık kulları şöyle) duâ ederler:

«Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!»” (el-Furkān, 74)

Zira toplum ailelerden teşekkül eder. Aile, Allah adına nikâhla kurulur. Nikâhın olmadığı yerde; aile ve cemiyet nizâmı yoktur, sürü hâlinde yaşayan mahlûkat vardır. 

Cenâb-ı Hak, takvâ üzere tesis edilmiş bir toplum hâline gelmemizi ister. Böyle huzurlu bir toplumu; en başta göz nûru sâliha hanımlar kurar, evlâtlarının üzerine titreyen şefkatli sâliha anneler meydana getirir. Atalarımız;

“Yuvayı dişi kuş yapar.” diyerek bu hakikati terennüm etmişlerdir.

Câhiliyyede Mazlum Kadın

Kadîm câhiliyyede, kız evlâtlar istenmezdi. Onlara haksızlık yapılır, mîras payları gasp edilir, hattâ bir kısmı diri diri toprağa gömülürdü.

Kadın; amansız kabîle savaşlarında tecavüzlere mâruz kalırdı. Hakikî nikâhlar dışında mut‘a ve benzeri türlü türlü fuhşiyatta kadının ırzı pâyimâl edilirdi.

Katâde’den gelen rivâyete göre câhiliyye devrindeki Arap kabîlelerinin kız çocuklarını diri diri gömüp öldürmelerinin sebebi;

“Kız çocuklarının sağ bırakılıp büyüdükleri takdirde esir edilip ırz ve nâmuslarının ayaklar altına alınması ve fakirlik korkusu” idi.

Bu duruma düşmemek için kız çocuklarını daha küçükken öldürüp onların yerine köpek besledikleri kaydedilmektedir. (Taberî, Tefsîr, VIII, 68, [el-En’âm, 140])

Mahlûkāta şefkat göstermek, onları doyurmak elbette güzel bir haslettir. Ancak süs köpeklerinin evlât yerine konularak, çocuk yetiştirilmeyip onların beslenmesi tabiî ki, aile ve toplum açısından endişe verici bir husustur.

Modern câhiliyyede ise; kadına bir metâ, bir eşya, bir cinsiyet objesi olarak bakılmakta ve kadın vitrine edilerek istismâra uğramaktadır. Hâlbuki kadının kıymeti cinsiyette değil, şahsiyettedir. Tende, cinsiyette ve beden teşhirinde değer aramanın neticesi, acı bir insanlık fâciasıdır. Nâdîde bir çiçeğin kaldırımlarda çiğnenmesi veya bir pırlantanın çöplüğe atılması gibidir. Bu hâl ise, beşeriyetin yüz karası bir manzaradır.

İslâm ise, kadını sâliha hanım mevkiine yükseltmiştir. Çünkü kadın sâliha olduğunda; fert de, aile de, cemiyet de ıslah olur. Kadın, iffet ve haysiyetini zâyî ettiğinde ise, bütün bir toplum, âdetâ cam kırıkları ile dolar.

Kur’ân-ı Kerim, defalarca anne-babaya ihsânı emretmiştir. Husûsen annelerin, evlâtlarını nice zahmetlerle dünyaya getirdikleri beyân edilerek, evlâtlar anne-babaları için vefâya, ihsâna ve duâya davet edilmiştir:

“Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi, otuz ay sürer. Nihayet insan, güçlü çağına erip kırk yaşına varınca der ki:

«Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve râzı olacağın sâlih ameller işlememi temin et!.. Benim için de zürriyetim için de salâhı / sâlih amelleri devam ettir. Ben Sana döndüm. Ve elbette ki ben Müslümanlardanım.»” (el-Ahkāf, 15)

Peygamberimiz buyurur:

“Cennet annelerin ayakları altındadır.”(Nesâî, Cihâd, 6)

Yani bir evlât, annesinin rızâsını almadıkça cennet kapısından giremez. Bir sahâbî;

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Kendisine en iyi davranılması gereken kimdir?” diye sordu. Rasûl-i Ekrem;

“–Annen, sonra annen, daha sonra yine annen, sonra baban, sonra da sana en yakın olan akraban.” buyurdu. (Müslim, Birr, 2)

Anneye gösterilen bu hürmetin canlı bir misâlini, eşsiz bir vefâ sahibi olan Efendimiz, sütannesine gösterirdi. Sütannesi Halîme Hatun’u her gördüğünde;

“Anneciğim! Anneciğim!” der, kendisine candan muhabbet ve hürmet gösterir, ridâsını (üst elbisesini) yere serip üzerine oturtur, bir isteği varsa hemen yerine getirirdi. (İbn-i Sa‘d, I, 113, 114)

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in mübârek yolundan giden İslâm şahsiyetleri de anneye gösterdikleri hürmetle yâd edildiler.

İmâm-ı Âzam Hazretleri; içtihadlarını, Halîfe Mansur’un istismâr etmesine mâni olmak için, Bağdat kadılığını reddetti. Bu yüzden hapse atıldı. O vaziyette dahî tek endişesi, vâlidesinin bu haberi duyup üzülmesiydi. Abdurrahman Câmî Hazretleri; annesine olan hürmet ve medyûniyetini şöyle ifade eder:

“Ben annemi nasıl sevmem. O beni bir müddet karnında, cisminde; bir müddet kollarında; hayat boyu da kalbinde taşıdı.” Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri de;

“Benim kabrimi ziyaret etmek isteyenler, önce annemin kabrini ziyaret etsin.” buyurarak, annesi için sadaka-i câriye olma gayretinde oldu.

Örnek Anneler

Cenâb-ı Hak; Kur’ân-ı Azîmüşşân’da anlattığı kıssalarda, sâliha bir anne yahut sâlih bir baba olmanın, güzel bir aile tesis etmenin nümûnelerini de bizlere göstermiştir: Nümûne bir aile örnek anneler…

Hz. Meryem (as.)

Cenâb-ı Hak; Kur’ân-ı Kerim’de iffet ve hayâ âbidesi, sâliha bir hanım nümûnesi olarak Meryem Vâlidemiz’i takdim etmektedir.

Her büyük şahsiyetin ardında onu yetiştiren bir anne olduğu gibi, Meryem Vâlidemiz’in annesi de mühim bir ihlâs ve takvâ nümûnesidir. Cenâb-ı Hak; bir nevî, anne-babalar tarafından nasıl bir evlât yetiştirileceğinin müşahhas bir misâlini Meryem Vâlidemiz’in annesi Hanne Hatun’da bizlere sergilemiştir. Nitekim sâlih bir nesil yetiştirme gayretine misal teşkil eden o aile; yani Âl-i İmrân (İmrân Ailesi), Kur’ân-ı Kerim’de bir sûrenin adı olmakla da taltif edilmiştir.

Meryem Vâlidemiz’in annesi; henüz hâmile iken, karnındaki evlâdının derdine düşmüştü. Onu, erkek zannı ile de Beyt-i Makdis hizmetine adamıştı. Esasen bu büyük bir takvâ tezâhürüydü. Zira;

  • Evlâdının/ciğerpâresinin bir ibâdet neşvesi içinde sâlih veya sâliha bir kul olarak yetişmesini istemek,
  • Kendilerine bir sadaka-i câriye ve hayru’l-halef olmasını dilemek,
  • Bunun için onu yüreğinden kopararak Allah yoluna adamak, esasen büyük bir îman ve takvâ nişânesidir.

Nitekim Hazret-i Meryem’in annesi; murâd-ı ilâhî muktezâsınca, evlâdını kız olarak doğurmasına rağmen, yine de nezrinden dönmedi. Büyük bir kararlılıkla, Allâh’a verdiği ahdine vefâ gösterdi. Rabbine sığınıp O’na şöyle niyâz etti:

“Rabbim! ... Kovulmuş şeytana karşı onu ve soyunu Sen’in korumanı diliyorum.” (Bkz. Âl-i İmrân, 36)

Cenâb-ı Hak da onun bu hâlis niyetle yaptığı adağını kabul buyurdu. Meryem Vâlidemiz’i güzel bir filiz gibi yetiştirdi.

Meryem Vâlidemiz; mescide hizmet ediyor, dâimâ ibâdetle meşgul oluyor, haramlardan uzak kalıyor, ırzını iffetle koruyordu. Nihayet kendisine hiçbir beşer eli değmemesine rağmen mûcizevî şekilde, Hz. İsa’yı (as.) doğurarak en büyük peygamberlerden birinin annesi olma şerefine nâil oldu.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de 34 yerde onun ismini zikretti. Hz. İsa’dan (as.) bahsederken çok yerde «Meryem oğlu İsa» buyurarak Meryem Vâlidemiz’e büyük bir kıymet bahşetti. Meryem Vâlidemiz’e Cenâb-ı Hak, büyük lütuflarda bulundu. İbâdetle meşgul iken ona, Allah katından kerâmeten meyveler ikrâm edilirdi. Yine Hazret-i İsa’yı dünyaya getireceğinde; doğumu kolaylaştırması için, bir lütuf olarak bir su arkı meydana getirildi ve mevsimi olmadığı hâlde, ona taze hurmalar ikrâm edildi.

Babasız bir şekilde, mûcize olarak evlât dünyaya getirdiğinde; kendisine nâdanlar, sû-i zan ve iftira ile hücum ettiler. Cenâb-ı Hak, Hazret-i İsa’yı henüz beşikte iken mûcizevî olarak konuşturdu ve Hazret-i Meryem’in iffetini îlân etti. Cenâb-ı Hak; Hazret-i Meryem’in namazda seviye kazanmasını arzu ederek, şöyle buyurur:

“Ey Meryem! Rabbine ibâdet et; secdeye kapan, (O’nun huzûrunda) rükû edenlerle beraber sen de rükû et!” (Âl-i İmrân, 43)

Bu kıssanın hissesi;

  • Takvâ ve iffet içinde yaşayanları, Cenâb-ı Hak iki cihanda korur ve yüceltir, onlara maddî ve mânevî ikramlarda bulunur.
  • Sâlih evlâtları, sâlih anne ve babalar yetiştirir.
  • Nesiller Allah yoluna adanmalıdır. Mâbedlerde, Kur’ân eğitiminde, secdelerde terbiye ve irşâd edilmelidir.

Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın tâlimatlarından biri; Peygamber Efendimiz’in mübârek zevcelerini annelerimiz olarak bilmemizdir. Onlardan her biri ümmetin anneleridir. Onlar bizlere birer sâliha anne nümûnesidir. Başta;

Hz. Hatice (ra.)

Peygamberimiz’in ilk hanımı, İbrahim dışında bütün evlâtlarının annesi ve ilk mü’mine Hatice Vâlidemiz, «sâliha hanım» olma husûsunda en zirve misaldir. Hazret-i Hatice; Hirâ Mağarası’na uzlete çekilme günlerinden, Boykot’un en şiddetli zamanlarına kadar Rasûlullah Efendimiz’in en büyük maddî ve mânevî destekçisi olmuştur. Nitekim Rasûlullah Efendimiz, Hirâ’dan telâş içinde dönüp;

“–Yâ Hatice! Bana kim inanır?” dediği zaman, o mübârek hanım;

“‒Asla korkma! Vallâhi Allah Teâlâ Sen’i hiçbir zaman utandırmaz. Zira Sen; sıla-i rahimde bulunursun, doğru söylersin, işini görmekten âciz kimselerin elinden tutarsın, fakire ihsanda bulunursun. Misafire ikrâm edersin. Haksızlığa uğrayan kimseleri korursun.” demiş ve Fahr-i Kâinât Efendimiz için büyük bir moral kaynağı olmuştu. (Buhârî, Bed‘ü’l-Vahy, 1; Müslim, Îmân, 252; İbn-i Sa‘d, I, 195)

Hatice Annemiz, eşsiz sadâkati ve sehâvetiyle; İslâm’ın en garip ve zayıf zamanındaki boykot yıllarında, bütün servetini, Allah ve Rasûlü için cömertçe harcayarak muhteşem bir fedâkârlık ve îman cesareti sergilemiştir.

Onun vefâtı, Peygamber Efendimiz’e öyle ağır geldi ki sahâbe-i kiram, o seneye «Hüzün Senesi» dediler. Sabır, metânet ve rızâda zirve olan Hazret-i Peygamber Efendimiz’in başına nice ağır iptilâlar gelmiştir. Evlâtlarının birer birer vefâtı, amcası Hazret-i Hamza’nın ve güzîde ashâbının hunharca katledilmesi ve daha nice yürek burkan hâdise... Lâkin bu hâdiselerin vukû bulduğu senelere değil, Hazret-i Hatice’nin vefât ettiği seneye «Senetü’l-Hüzün» denilmesi, mübârek vâlidemizin, Peygamberimiz’e ne kadar büyük bir mânevî destek olduğunu göstermektedir.

Hazret-i Peygamber; o mübârek annemizdeki rûhî derinlik, incelik ve zarâfeti hiçbir zaman unutmadı. O kadar ki Hazret-i Hatice’nin vefâtından sonra, bir kurban kesilecek olsa, dâimâ bir kısmını onun akrabalarına gönderirdi. Onun dostlarının hatırlarını sayardı. Onu şöyle vasfederdi:

“Zamanının en hayırlı kadını Meryem idi. Bu zamanın en hayırlı kadını da Hatice’dir.”(Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 20, Enbiyâ, 45; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 69)

Peygamberimiz’in mübârek hanımlarının her biri, bizlere sâliha anne nümûnesidir. Bir başka büyük şahsiyet;

Hz. Âişe (ra.)

Peygamber Efendimiz; en yakın dostu olan Hazret-i Ebûbekir’in kızı Âişe Vâlidemiz’le evlenmiş onu âdetâ bir fıkıh âlimesi gibi yetiştirmiş ve onun hakkında;

“Dîninizin üçte birini Âişe’nin evinden öğrenin!” (Deylemî, II, 165/2828) buyurmuştur. 

Yeğenleri vasıtasıyla ders veren Hazret-i Âişe’nin 300’e yakın talebesi olmuştur. İbn-i Abbâs v’nın ifadesiyle Âişe Vâlidemiz’in içtihâdından faydalanmayan hiçbir müctehid yoktur. Âişe Vâlidemiz çok cömert ve çok takvâlıydı. Şu davranışı da her iki hasletini te’yîd eder mâhiyettedir:

Peygamber Efendimiz; vefât ettiği mekâna, Hazret-i Âişe Vâlidemiz’in hücresine defnedilmişti. Hazret-i Ebûbekir vefât edince o da yâr-i gārının yanına medfûn olma saâdetine erişti. Geriye bir yer kalmıştı ve Hazret-i Âişe, orayı da kendisi için arzu ediyordu. Lâkin Hazret-i Ömer’in ricası üzerine büyük bir îsarda bulunarak, oraya Hazret-i Fâruk’un defnine müsaade etti. Kendisi anlatır:

“Ben, Allah Rasûlü’nün ve babamın medfûn olduğu odama girdiğimde örtümü rahatça çıkarır; «Biri zevcim, diğeri babam.» derdim. Ama Hazret-i Ömer t onların yanına defnedildikten sonra Allâh’a yemin ederim ki odama ancak, Ömer’den hayâ ettiğim için elbiseme iyice bürünerek girdim.” (Ahmed, VI, 202; Hâkim, III, 63/4402)

Mü’minlerin Anneleri, her biri fazîletlerle doluydular. Zeyneb Vâlidemiz, el emeğiyle tabaklayıp îmâl ettiği derileri satar ve geliriyle infakta bulunurdu. Hudeybiye’de Peygamberimiz; Ümmü Seleme Vâlidemiz’le istişârede bulunmuş, firâsetli cevabından memnun kalmıştı.

O pâk annelerimizin her biri, Rasûlullah Efendimiz’in onlardan arzu ettiği; elde olanı infak, zühd ve riyâzat hâlini severek yaşadılar. Hâllerinden hiç şikâyet etmediler. Onların serveti, mânevî huzur idi. Onların lezzeti, açları doyurmaktı. Onların en mühim meşgalesi; ümmetin hanımlarına vaaz ve irşadda bulunmaktı, yetim kızların çeyizlerini hazırlayıp evlendirmekti.

Ümmete Anne Olmak

Hazret-i Peygamber’in hanımları “ümmehât: ümmetin anneleri”  oldular. Kendileri bizzat evlât dünyaya getirmeseler de anne oldular. Nitekim Peygamberimiz’in hanımları içerisinde sadece Hazret-i Hatice ve Hazret-i Mâriye evlât dünyaya getirdi. Diğerleri, Peygamber Efendimiz’den evlât dünyaya getirmediler, ama ümmetin annesi oldular. Bunun bir misâli şu oldu:

Beşir bin Akrabe el-Cühenî t şöyle anlatır:

“Uhud günü Rasûlullah ile karşılaştım.

«−Babam ne durumda?» dedim.

«−Şehîd oldu, Allâh’ın rahmeti onun üzerine olsun!» buyurdu. Ağlamaya başladım. Beni aldı, başımı okşadı ve hayvanına bindirdi. Sonra da;

«−Ben baban, Âişe de annen olsa râzı olmaz mısın?» buyurdu. (Heysemî, VIII, 161) Ben de;

«−Anam-babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallah, tabiî ki râzı olurum!» dedim. Şu anda saçlarım ağardığı hâlde, Rasûlullâh’ın mübârek elinin değdiği yerler hâlâ siyah kalmıştır.” (Buhârî, et-Târîhu’l-Kebîr, II, 78; Ali el-Müttakî, XIII, 298/36862)

O muhtereme vâlidelerimiz, anneliğin gereği olan şefkat ve merhameti sergilediler. Ümmetin hanımlarına tebliğde bulundular. Câriyeleri satın alıp âzâd ettiler, yetimleri büyütüp gelin ettiler. Âyet-i kerîmedeki;

“Aranızdaki bekârları evlendirin.” (Bkz. en-Nûr, 32) emrini, tıpkı şefkatli bir anne gibi yerine getirdiler. Ümmetin sâliha hanımları, bu hâlden kendilerine nasîb almalıdır. Şöyle ki;

Ümmetin her hanım ferdi, kendisinin çocuğu olsa da olmasa da, ümmete şefkat ve merhamet ile bir anne olmalıdır. Ümmetin bütün çocuklarını, bilhassa kimsesiz, garip ve yetimlerini kendisine zimmetli bilmelidir. İrşad bekleyen yavrulara, fazîletli bir anne olmak azminde olmalıdır.

Tarihimizde vakıflar kuran, hayır-hasenat sahibi nice hanımlar, bu annelik vazifesini hakkıyla yerine getirmişlerdir. Sultan Abdülhamid Hân’ın da sarayındaki, 150 câriyesinden, engelli olan biri hâriç, 149’unu bizzat evlendirdiği rivâyet edilmektedir.

İslâmî bir aile hayatının inşâsı ve muhafazası için Allah Rasûlü’nün müstesnâ fazîletlerle dolu aile hayatından hisseler almak zarûrîdir.

Hiçbir kadın, efendisini; vâlidelerimizin Allah Rasûlü’ne olan sevgileri derecesinde sevemez. Hiçbir efendi de hanımını; Allah Rasûlü’nün, mübârek hanımlarına olan muhabbeti ve nezâketi seviyesinde sevemez.

Hiçbir evlât, babasını; Hazret-i Fâtıma’nın, babasını sevdiği kadar sevemez. Hiçbir baba da evlâdını, Allah Rasûlü’nün Hazret-i Fâtıma’yı sevdiği kadar sevemez.

Hz. Fatıma (ra.)

Bize bambaşka bir sâliha anne nümûnesi de Hazret-i Fâtıma Vâlidemiz’dir. Fahr-i Kâinat Efendimiz’in ömrünün sonuna kadar hayatta kalan tek evlâdı, Hasan ve Hüseyn’in annesi, Hazret-i Ali’nin mübârek zevcesi Fâtıma c Vâlidemiz, eşsiz fazîletlerin menbaıydı.

Mekke devrinde kâfirler, Varlık Nûru Efendimiz’e hakaret ve hücum ettiklerinde, Hazret-i Fâtıma koşar gelir, Efendimiz’in üstünü temizler, O’nu destekler, bedbahtlardan hiç korkmazdı. Muhterem babasına olan ihtimâmından dolayı ona; «Babasının annesi» derlerdi.

Hazret-i Fâtıma, zayıf ve nahif bir hanımdı. Ev işleri ise hayli yorucuydu. Hazret-i Fâtıma; ocağı yakar, yemek pişirmeye çalışırdı. Bazen ateşi üflerken çıkan kıvılcımlar benek benek elbisesini yakardı. Evi süpürmekten üstü-başı toz-toprak içinde kalırdı. Un öğütmek için değirmen taşını çevirmekten ellerinin, su taşımaktan da sırtının yara içinde kaldığı zamanlar olurdu. Fakat onun bir hizmetçisi olmadı. Takvâ, tevekkül ve rızâ, evlerinin bereketiydi.

Riyâzat içindeki hayatlarında da, canlarından kopararak infakta bulunurlardı. Rivâyete göre; Efendisi Hazret-i Ali ile beraber, üç gün üst üste iftar saatinde kapılarına gelen ve «Allah için!» isteyen yoksul, yetim ve esire yegâne iftarlıklarını verdiler. Haklarında şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu:

“Onlar kendi canları çektiği, kendileri de muhtaç oldukları hâlde yiyeceklerini yoksula, yetime ve esire yedirirler: «Biz sizi sadece Allah rızâsı için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimiz’den (O’nun azâbına uğramaktan) korkarız.» (derler). İşte bu sebeple Allah, onları o günün fenalığından esirger; (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir.” (el-İnsân, 8-11)

İslâm tarihinde iz bırakan bir başka anne:

Bir gece vakti Hazret-i Ömer, mûtâdı olduğu üzere Medine sokaklarını geziyordu. Önünden geçmekte olduğu evden dışarıya kadar taşan bir münakaşa duydu. Bir ana, kızına;

“–Kızım, yarın satacağımız süte biraz su karıştır!” demekteydi. Kızı ise şöyle cevap veriyordu:

“–Anacığım, halîfe süte su karıştırılmasını yasak etmedi mi?” Bu defa ana, kızının sözlerine sert çıkarak;

“–Kızım, gecenin bu saatinde halîfe süte su kattığımızı nereden bilecek?” dedi. Ancak gönlü takvâ ile dipdiri olan kız, anasının yanlış emrini yine kabullenmeyerek şöyle dedi:

“–Anacığım! Diyelim ki halîfe görmüyor, peki Allah da mı görmüyor? Bu hileyi insanlardan gizlemek kolay, ama her şeyi görüp bilen Kâinâtın Hâlıkı Allah’tan gizlemek mümkün mü?” Hazret-i Ömer, bu sâliha kızı tespit edip, oğlu Âsım ile evlendirdi. Bu nezih ailenin torunu, beşinci halîfe nâmıyla anılan Ömer bin Abdülaziz olmuştur. Bu misalde olduğu gibi, büyük zâtların arkasında dâimâ sâliha anneler olmuştur.

Abdülkādir-i Geylânî Hazretleri’nin annesi de o sâliha annelerdendir. Abdülkādir-i Geylânî, çocuk yaşta iken ilim tahsili için sefere çıkmıştı. İçinde bulunduğu kervanı soyan eşkıyâlar;

“–Sende altın var mı?” diye sordular. O da gayet tabiî bir şekilde;

“–Annemin iç gömleğime diktiği kesede, kırk altın var.” dedi. Eşkıyâ reisi şaşırdı:

“–Evlâdım, sen neden üzerinde altın olduğunu söyledin? Sen söylemesen kimse sana bakmazdı!” Genç yiğit şöyle dedi:

“–Ben evden ayrılırken anneme asla yalan söylemeyeceğime dair söz vermiştim. Kırk altın için sözümü hiç bozar mıyım?” Bu küçük ve mâsum yürekten taşan büyük asâlet karşısında eşkıyâlar tevbe etti. Hâllerini ıslah ederek, istikamet sahibi insanlar oldular. 

İşte o anneler, İslâm toplumu için en güzel nümûneler oldular. Tarih boyunca, İslâm âleminde; iffet, hayâ, şefkat, hizmet, merhamet ve cömertlik âbideleri anneler yetişti.

Onların binlercesinin adını hiç öğrenmedik. Zira onların bütün fazîletleri yalnızca Allah tarafından bilinmenin muhafazası içinde, riyâdan uzak bir mahviyet ile sırlı ve saklı idi. Bu hâl, günümüzde bazı nâdanların zannettiği gibi, «geri plânda kalmak» değildi. İslâm’ın ve fıtratın istikametinde, şuurlu bir tercih idi. Zira günümüzde görüyoruz ki, kadınlar güya ön plâna itildikçe, erkeklerin vazifelerini de deruhte etmek zorunda kalıyor, bunun neticesinde de ağır psikolojik hastalıklara dûçâr oluyorlar.

Zübeyde Hatun

Bununla beraber, şu vâlideler hayır-hasenatlarıyla tarihte iz bıraktılar:

Harun Reşîd’in hanımı Zübeyde Hatun; hacılara tatlı su ulaştırmak için, büyük servetler harcadı. Bugün onun yaptırdığı kanal, hâlen adıyla yâd edilmektedir. Aynı kanal tarih boyunca Kanunî’nin hayırsever kerîmesi Mihrimah Sultan ve daha sonra da Abdülhamid Hân’ın halası Âdile Sultan ve akrabaları tarafından tamir ettirildi.

Bir vakıf medeniyeti olan Osmanlı’da hanımlara ait kayda geçmiş 1.400 adet, hayrât mevcut idi. Bunlar sadece kayda geçmiş olanlardır. Bilhassa saraylıların vakıfları pek büyük ve muazzam idi.

O Anneler ki..

Nur Bânû Vâlide Sultan

Nur Bânû Vâlide Sultan, İstanbul’un Anadolu ve Rumeli yakasında birçok eserler yaptırmıştır. Üsküdar Toptaşı’ndaki Atik Vâlide Camii, imâreti, medresesi, dâruşşifâsı ve çifte hamamı onun hayrâtıdır.

Mâhpeyker Kösem Vâlide Sultan

Mâhpeyker Kösem Vâlide Sultan; Yeni Camii’nin temelini atmış, Üsküdar Çinili Camii’ni yaptırıp yanına da mektep, çeşme, dârulhadis, çifte hamam ve sebil ile Anadolu Kavağı’ndaki camiyi inşâ ettirmiştir. Onun, yetim kızları muhafaza ve onları evlendirme vakfı da bir merhamet nişânesidir. Şâyân-ı dikkattir ki, vâlide sultanlar arasında celâletiyle tanınan Kösem Sultan’da dahî şefkat, bir tabiat-ı asliye hâlindeydi.

Hatice Turhan Sultan

Hatice Turhan Sultan, temeli atılan Yeni Camii’nin inşâsını tamamlatıp ibâdete açmıştır. Bunun yanında; mektep, medrese, imâret, kütüphâne ve çeşme hayratları yapmıştır.

Yeni Camii vakfiyesinde şu zarif cömertlik, câlib-i dikkattir:

“Kandil ve Ramazan gecelerinde bazı çeşmelerden zamanın en kaliteli balıyla hazırlanmış şerbet akıtılacak ve namazdan çıkan cemaate ikrâm edilecektir.”

Pertevniyal Vâlide Sultan

Pertevniyal Vâlide Sultan; İstanbul Aksaray’daki Vâlide Camii ile Yâ Vedûd Mescidi’ni inşâ ettirmiş, ayrıca kütüphâne, çeşme ve mektep yaptırarak vakfetmiştir.

Mihrimâh Sultan

Mihrimâh Sultan, Edirnekapı ve Üsküdar’da birer selâtin camii yaptırdı.

Zaten Osmanlı örfünde, iki minareli camiler dâimâ sultanlar tarafından yaptırılırdı. Bugün tarihî mekânlardaki çifte minareli külliyeler hep onların hâtıralarıdır.

Bezmiâlem Vâlide Sultan

Vâlide sultanların en hayırseverlerinden biri de, Bezmiâlem Vâlide Sultan’dır ki, asırlarca hizmet veren ve tarihe mâl olan pek çok hayır hizmetleri yapmıştır. Yaptırdığı camilerin en büyüğü Dolmabahçe Sarayı karşısındaki Vâlide Camii’dir. Meşhur Galata Köprüsü de onun vakfıdır.

Vâlide Sultan’ın Şam’da kurduğu bir vakfın vakfiyesi pek mühimdir:

Bu vakfın gelirleriyle hizmetkârların kırdığı veya ziyan verdiği eşyalar, onların haysiyet ve şahsiyetleri rencide olmasın diye tazmin edilmiştir.

Vâlide Sultan’ın hizmetlerinin en büyüklerinden biri de şahsî servetini vakfederek yaptırdığı «Gurabâ-i Müslimîn Hastahânesi»dir. Bu büyük eser, 1843 yılından beri ümmet-i Muhammed’in fakirlerine şifâ dağıtmıştır. Bugün Bezmiâlem Vâlide Sultan Hastahânesi adıyla hizmet vermektedir.

Ona bu hayır ve hasenât aşkını aşılayan gönül ufkunu ise mühründeki şu ifadelerde görürüz:

Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,

Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl?

Zuhûrundan Bezmiâlem oldu vâsıl.

Zeynep Hanım

Hayırseverlikleriyle meşhur Yusuf Kâmil Paşa ve eşi Zeynep Hanım’ın yaptırdıkları Zeynep Kâmil Hastahânesi de; bugün ayaktadır ve bir sadaka-i câriye olarak senelerdir amel defterlerine hasenat yazdırmaya devam etmektedir.

Bu âlicenap ailenin cömertlikleriyle alâkalı muhterem pederim Musa Efendi Hazretleri’nden şu kıssayı dinlemiştim:

Bu ailenin konaklarının kapısı Ramazân-ı şerif boyunca herkese açık olurdu.

Sultan Abdülaziz de bir gün, Yusuf Kâmil Paşa’nın ve Zeynep Hanım’ın konağına iftara geldi. İzzet-ikramdan sonra sıra diş kirasına geldi. Diş kirası, misafire ikramdan sonra verilen hediyenin zarif bir ismiydi.

Sadrazam Yusuf Kâmil Paşa, o muhteşem konağın tapusunu ve diğer birtakım evrakını gümüş bir tepsiye koydu ve diş kirası olarak Sultan Abdülaziz’e takdim etti. Padişah ise aldı;

“–Çok mütehassis ve memnun oldum, ben de size hediye ettim.” diyerek iade etti.

Zeynep Hanım ise Şeyh Hamdullah hattı, altın suyuyla yazılmış ve tezhibli bir Kur’ân-ı Kerim mushafını; padişaha lâyık bir diş kirası olarak, gümüş bir tepside sundu. Padişah bu kıymetli eseri aldı, üç defa öpüp başına götürdü ve kabul etti.

O vâlideler; dünyanın servetlerine, muhteşem hazinelerine ve mücevherlerine sahip oldular. Fakat onları, nefislerine tahsis etmediler, dâimâ ümmete aktardılar.

Bugün onların servetlerini saraylarda, müzelerde seyretmiyoruz. Çil çil kubbeler hâlinde İstanbul silûetinde ve sâir beldelerde temâşâ ediyoruz. Kıyâmete kadar da amel defterlerine hayırlar yazılmaya devam ediyor. İşte esas servet, işte esas hazine...

Zaferlerin Sırrı

Sâliha anneler, zaferlerin ve fetihlerin de dâimâ arkasındaki görünmez kudret idiler.

Serhatlere koşan yiğitleri yetiştiren, onlara helâl süt emdirip, fetih hayalleri ve duâlarıyla süslü ninnilerle büyüten anneler, ecdâdımızın muazzam zaferlerinin gizli kahramanlarıdır.

Sümeyrâ Hatun

Sümeyrâ Hatun’a Uhud günü iki oğlu, babası, kocası ve kardeşinin şehîd olduğu haber verildiğinde, o yiğit hanım sahâbî, bunlara hiç aldırmayarak, büyük bir endişeyle;

“–Allah Rasûlü’ne bir şey oldu mu?” diye sordu ve O’nu gördüğünde de şöyle dedi:

“–Anam-babam Sana fedâ olsun ey Allâh’ın Rasûlü! Sen sağ olduktan sonra, gayrı hiçbir şeye aldırmam!”

Hansâ Hatun

Yine sahâbî hanımlardan Hansâ Hatun, Kādisiye harbinde dört oğlunun şehid düştüğü haberi kendisine iletildiğinde, büyük bir îman vecdiyle;

“‒İslâm’ın bir zaferi için dört oğlum da fedâ olsun! Elhamdülillâh, kıyâmet gününde ben dört şehid annesi olarak dirileceğim...” diye Allâh’a şükretti.

Anadolu’muzda sâliha annelerin evlâtlarının gönüllerine işlediği şu ninniler, onların yavrularına İslâm şahsiyet ve karakterini mîras bırakma şuurlarının ne güzel nişâneleridir:

Ninni ile uyuturum,

Allah diye büyütürüm,

Tevhîd ile yürütürüm;

Uyusun da büyüsün ninni!

Tıpış tıpış yürüsün ninni!

*

Bahçelerden su gelir,

Tekkelerden hû gelir,

Yavrum yattı beşiğe;

Şimdi uykusu gelir! (Âmil ÇELEBİOĞLU, Ninnilerimiz)

O anneler, evlâtlarını kınalayıp cephelere yolladılar. O anneler, bir daha dönemeyen yiğit beylerinin ardından da oğullarını düşman üstüne gönderdiler.

Çanakkale zaferinin de kahramanları o anneler oldu. Milletlerin bekāsı; hassas, duygulu ve seviye kazanmış bir kalbe sahip olan fedâkâr nesiller yetiştirmekle mümkündür. Çocuklarına, Çanakkale destanını ninni yapan nesil; dînine, lisânına, tarihine, bayrağına, vatan ve milletine, velhâsıl bütün maddî-mânevî değerlerine sahip çıkacaktır.

Mübârek dînimizde ve şanlı tarihimizde sâliha anneye verilen kıymet ve itibar böyledir.

Cam Kırıkları

Lâkin günümüzde, annelik ve ev hanımlığı basit görülür oldu. Kadınlar fıtrata mugāyir ve zıt bir şekilde, erkeklerin bulunduğu her alanda ve ticârî vitrinlerde arz-ı endâm etmeye zorlandılar. Nefisler kendini gösterme hastalığıyla mâlûl olduğu için, maalesef bu nefsânî telkinler müşteri de topladı.

Eskiden kız evlâtlar, ellerinde kanaviçeler ve danteller ile çeyiz hazırlamakla meşgul olurlar; ev hanımlığına, anneliğe hazırlanırlardı. Evlâtlar bilhassa aile büyüklerine ve misafirlere hizmet etmeye alıştırılırdı. Şimdi maalesef başı örtülü kız evlâtlar da dâhil, kafelerde eğlence hâlindeler.

Günümüzde; evlâtları kreşe, yaşlı anne-babayı huzurevine yollayıp, kendisi de ihtilât mikroplarıyla dolu bir mekânda tahsil veya kariyer peşinde koşmak, akşam da yemeği dışarıda yemek veya eve dışarıdan yemek getirtmek şeklinde, aileyi, bereketi, muhabbeti berhavâ eden bir hayat tarzı salgın hâlinde. Yemek yapmayı bile bilmeyen bir nesle dönüşmekte. Maalesef batıdan gelen cinsiyet eşitliği, feminizm cereyanları, bizim toplumumuza da sızdı. Tanzîmat’tan beri; birçok maddî ve mânevî tahribattan, ailenin sağlam oluşu sayesinde nisbeten muhafaza olmuş idik. Lâkin şimdi, bu cereyanlar aileyi de ifsâd ediyor. Boşanmalar artıyor. Ailede şiddet ve kadına tâciz artıyor.

Hâlbuki tarihimizde bunlar duyulmuş değildi. «Kadına el kalkmaz!» denilir, muhterem tutulurdu.

Aile içi şiddetin en büyük sebebi, mânevî eğitimin ihmâli ve zaafa uğramasıdır. Zira dînimiz, ahkâm ve güzel ahlâk ile ailede huzuru temin etmiştir. Rabbimiz buyurur:

“...Onlarla (hanımlarınızla) güzel geçinin!..” (en-Nisâ, 19) Peygamberimiz buyurur:

“Sizin en hayırlınız, ailelerine en güzel muâmelede bulunanınızdır!” (İbn-i Mâce, Nikâh, 50; Dârimî, Nikâh, 55)

“Kadınları dövmeyiniz! Kadınlarını döven kimseler, sizin hayırlınız değildir.” (Ebû Dâvûd, Nikâh, 42; İbn-i Mâce, Nikâh, 51)

“Ey insanlar! Kadınların haklarına riâyet ediniz! Onlara şefkat ve sevgi ile muâmele ediniz! Onlar hakkında Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah emâneti olarak aldınız; onların nâmuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz!” (Müslim, Hac, 147)

Kadınlar; feminizm ve eşitlik uğruna, erkekler safına itildikçe, erkeklerin sert ve ağır muâmelelerine mâruz kalmaya başladılar.

Ailevî meseleleri tek taraflı ele almak yanlıştır. Kadına; erkek tarafından şiddet ve tâciz olduğu gibi, günümüzde tam tersi bir mantıkla; erkeklere de kadınlardan tâciz, tahrik ve şiddet ile mukabelede bulunulmaktadır. Bu; yangının üstüne, ateşle gitmektir. Gizli, şeytânî bir plân, aileyi yok etmeye çalışmaktadır. Bunlar asla kadına değer vermek değildir. Nümûnelerini bir bir saydığımız nice hanım şahsiyet, tarihte fazîletleriyle iz bırakmıştır. Fakat günümüzde kadınları, fıtrata aykırı şekilde erkeklerle aynılaştırmaya, onlarla aynı kulvarda koşturmaya sevk etmek; kadını değersizleştirmektir, aileyi tüketmektir ve evlâtları sahipsiz bırakmaktır.

Kadının değeri; deşifre olmakla değil, şifre olmakla tezâhür eder. Sâliha hanım, mukaddes aile mahremiyetinde kıymetli olur. Tesettür, Müslüman hanımın şerefi ve haysiyetidir. Yabancılarla ihtilâttan ve halvetten uzak durması da onun muhafazası ve himaye edilmesidir. Kadına gerçek değeri İslâm vermiştir. Bunu ifade ederken, muharref Yahudilik ve Hıristiyanlığın kadına hangi gözle baktığını misallerle anlatalım:

ŞEYTANLAŞTIRILAN KADIN

Yahudi dînî metinlerinden Talmud’a göre; bir erkek yahudi sabah kalktığında yaptığı ilk duâda;

“Tanrı’nın kendisini kadın olarak yaratmadığı için Tanrı’ya şükretmelidir.” (Menahot, 43b.; A. Cohen, Le Talmud, trad. Jacques Marty, Paris 1991, s. 211.) (Talmud, Tevrat’ın açıklamasıdır.)

Niçin kadın olmadığı için şükredecek? Çünkü muharref kitapta bütün kötülükler tek başına kadına isnâd edilmekte, kadın; «hilekâr, düzenbaz, kurnaz, fesatçı, kötülüğün kaynağı, kibirli, şehvet düşkünü, zinâkâr, kavgacı, kaygısız, putperestliğe ve bâtıl inançlara meyilli» olarak görülmekte ve gösterilmektedir. (bkz. I. Krallar 21/ 18, 25; II. Krallar 9/30-37, 23/7, Sayılar 31/15-16...vd)

Muharref Hristiyanlık’ta aynı bakış tarzı, benzer şekilde sürdü:

Pavlus, kadını ikinci sınıf olarak gördüğünü şöyle ifade ediyordu:

“Erkek, Tanrı’nın yüceliğidir. Oysa kadın, erkeğin yüceliğidir. Çünkü erkek kadından değil, kadın erkekten yaratıldı. Üstelik erkek kadın için değil, ama kadın erkek için yaratıldı.” (I. Korintoslular, 11/3-9; 14/34-35; I. Timeteos, 2/11-12)

Hristiyan din adamlarına göre kadın; erkeği baştan çıkaran, karşı cinsini günaha çağıran, pis, uzak durulması gereken bir şeytan oyuncağıdır. İşte bu şekilde kadının bizâtihî kendisi pis bir varlık olarak görüldüğü için; ruhban sınıfı bekârlığı, en ideal bir hayat tarzı olarak benimsedi. Hristiyanlığa yön veren önemli kilise babalarından Tertulian (ö. 220) diyor ki:

“Kadın! Sen sürekli paçavralar ve yas içinde dolaşmalısın; (Havvâ gibi) insan soyunu mahvettiğini unutturmak için gözlerin yaşla dolu olmalı, bakışların pişmanlığı göstermelidir. Kadın! Sen cehennemin kapısısın. İnsan soyu yok olsa da evlenmeme yolu seçilmelidir.”

İş bununla da kalmadı. Orta Çağ Hristiyan dünyasında kadın ve evlilik öylesine tahkir edildi ki; 585’teki Macôn Konsili’nde kadının rûhunun olup olmadığı tartışıldı. Buna karşılık;

İslam ve Fıtrat

Fahr-i Kâinât Efendimiz, şöyle buyurur:

“Kadınlar, erkeklerin diğer yarısıdır.” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 94; Tirmizî, Tahâret, 82)

Kadın ve erkeğin; îman, ibâdet, takvâ ve hesap noktasında, Allah katında birbirlerine bir üstünlükleri yoktur. Üstünlük takvâdadır. Kadın ve erkek arasında fıtrî / yaratılıştan gelen ve birbirini tamamlayan farklar vardır. İslâmiyet’te de bu farklar ile mütenâsip vazife ve hak paylaşımı vardır. İslâmiyet bu farkların törpülenip, kadının erkeğe, erkeğin kadına benzetilmesine ve yaklaştırılmasına da şiddetle karşı çıkmıştır. Zira dînimiz fıtratın tağyirine izin vermez. Hattâ asr-ı saâdette, kadın ve erkeklerin farklı husûsiyetlerini mevzu edinip, birbirine özenen veya hak talep edercesine temennîlerde bulunanlar olunca, şu âyet-i kerîme nâzil olmuştur:

“Allâh’ın sizi, birbirinizden üstün kıldığı şeyleri (başkasında olup da sizde olmayanı) hasretle arzu etmeyin. Erkeklerin de kazandıklarından nasipleri var, Kadınların da kazandıklarından nasipleri var. Allah’tan lutfunu isteyin; şüphesiz Allah her şeyi bilmektedir.” (en-Nisâ, 32) Mücâhid’den rivâyete göre Hazret-i Ümmü Seleme;

“‒Ey Allâh’ın elçisi, erkekler gazveye çıkıyor, gazâ ediyorlar biz yapmıyoruz, bize erkeklerin mîrâsının yarısı veriliyor. Keşke biz de erkek olsaydık.” dedi de Allah Teâlâ bu âyet-i kerîmeyi indirdi. (Vâhidî, Esbâbü’n-Nüzûl, Beyrut 1985, s. 104; İbnü’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr fî İlmi’t-Tefsîr, Beyrut 1384/1964, II, 69) İkrime’den rivâyete göre de kadınlar cihâdı isteyip;

“İsteriz ki Allah savaşı bize de farz kılsın da erkeklerin elde ettiği ecir ve mükâfâtı biz de elde edelim.” dediler de Allah Teâlâ; “Allâh’ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri temennî etmeyin!” âyet-i kerîmesini indirdi (Vâhidî, a.g.e., s. 105) Diyebiliriz ki;

Cenâb-ı Hak, erkek ve kadının kendi fıtrî husûsiyetleri içinde kalmalarını ve kendi istîdatlarına muvâfık sahada hizmet etmelerini arzu etmektedir.

Bugün Kanayan Bir Yara: Miras Meselesi

“Kur’ân’da niçin kadına yarım hisse verilmiştir?” suâli akla gelebilir. Bu hükmün hikmetlerini tefekkür ettiğimizde görürüz ki:

İslâmiyet, kadına hiçbir zaman maîşet yükü yüklememiştir. Ne kendi maîşeti ne de ailesinin maîşeti... Bu vazife hep erkeklere aittir. Çocukken babasına, yetim kalsa kardeş, amca ve dede gibi erkeklere. Evlendiğinde beyine. Beyi vefât etse, evlâtlarına, torunlarına, yeğenlerine ilh. Bu hüküm; kadının aslî sahası olan aile işlerinde, evlât yetiştirme gibi vazifelerinde rahat ve huzur içinde olmasını sağlamak içindir. Bunun yanında hanımlar dün de bugün de, elbette ellerinden geldiğince aile bütçesine gönüllü olarak yardımcı olmuş; bağda, bahçede tarlada ve evlerinde çalışmışlardır. Kadının, erkeğe göre nahif ve hassas olan yaratılışı da bu vazifelerine muvâfıktır.

Aslında kadının işi erkekten daha ağırdır. Çocukları yetiştirmekten daha büyük bir iş olabilir mi? Gece-gündüz evlâtlarının üzerine titreyen bir annenin vazifesi, hangi meslekle mukayese edilebilir? Lâkin bütün bu işler kendi fıtratına uygundur. Erkek ise ailesine ve akrabasına karşı mes’ul olduğu gibi; vatanına, milletine ve dînine karşı da mükelleftir. Erkeğin, kadına göre daha kuvvetli ve dayanıklı yaratılışı da bu vazifeleriyle mutâbıktır. Dolayısıyla erkeğe verilen bir kat fazla pay; dolaylı olarak, onun iâşesiyle mükellef olduğu hanımına, kızlarına, belki annesi ve kız kardeşlerine de verilmiş olur. Kız ise, kendisi cömertçe ikrâm etmesi hâriç, payından kimseye harcamak mecburiyetinde olmayacaktır.

Birçok kültürde, erkek evlât aileyi sürdüren bir parça iken, kız evlât başka bir aileye gelin olur. Bu fıtrî vaziyet sebebiyle, birçok törede kız evlâda hiç mîras vermeme davranışı zuhûr eder ki, İslâm bunu zulüm olarak görmüş ve kaldırmıştır. Kadına da erkeğe de şer‘î haklarını tevdî etmiştir. Böylece eşit hisse aldığında, ailenin malını dışarı kaçırmakla itham edilen kız kardeş; Allâh’ın verdiği pay ile âdetâ taltif edilmektedir. Bütün bunların hulâsası şudur:

İslâm mîras hukukunda, paylar ile mükellefiyetler arasında adâletli bir denge gözetilmiştir. Harcaması fazla olan erkeğe, kadına nisbetle daha fazla pay verilmiştir. Çünkü evlenirken mehir verip düğün masrafını üstlenmekle beraber ev geçindirmeye kadar bütün maddî harcamalar husûsunda ailenin mes’ul şahsı erkektir. Yani İslâm mîras hukukundaki kadın-erkek farkı, yükümlülük ve sorumluluk farkına bağlıdır. Bu ikisi arasında bir denge kurulmuştur. Kadın, nesli korumak, bunun için evlât yetiştirmek ve aile düzenini temin etmek gibi ağır mükellefiyetler sebebiyle ailenin geçiminden mes’ul tutulmamıştır. Bu sebeple de mîrasta hissesi yarıya indirilmiştir. Bu hisse de bir kısım kadınların evlenememesi veya boşanma durumunda kalması yahut birtakım şahsî ihtiyaçları düşünülerek verilmiştir. Devrimizde tarihselcilik iddiasıyla Kur’ân’ın mîras taksîmâtına karşı çıkanlar, mîras ahkâmının devamında yer alan şu âyet-i kerîmeyi unutmamalıdır:

“Kim Allâh’a ve Peygamberi’ne karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.” (en-Nisâ, 14)

Hanımlara bir de duygu derinliği, incelik, şefkat, merhamet, hayâ, fedâkârlık, çocuk bakımı ve neslin muhafazası gibi meziyetler ihsân edilmiştir. Onların bünyesi nârin, hisleri fevkalâde kuvvetli ve merhamet duyguları yüksek olduğundan hayatın çeşitli safhalarında birtakım sürprizlerle karşılaştıklarında bazen bedenî ve rûhî zaaflara düşerler. Bu yüzdendir ki, İslâm’da kadının şâhitliği de yarımdır.

Şahitlik ve Kadın

Bunu dillerine dolayarak İslâm’a hücum edenler, İslâm’ın; fıtrî ve değişmez olan husûsiyetleri dikkate almasından doğan bu kaidesindeki mükemmelliği, ya garazkârlıklarından yahut da câhilliklerinden dolayı görmezlikten gelmektedirler. Gerçek şudur:

Cenâb-ı Hak, her varlığı ve o varlığın her cüz’ünü bir maksat için yaratmış ve onlara yaratılış gayelerini gerçekleştirmeye müsait birer fizikî (biyolojik) ve rûhî (psikolojik) yapı lutfetmiştir. Erkeği, hayat mücadelesi ve evin geçimi ile mükellef kılan Hâlık Teâlâ Hazretleri, onu bu vazifeyi lâyıkıyla îfâ edebilmesi için, bedenen daha kuvvetli, rûhen de daha metin kılmıştır. Kadın ise nesli korumaya, evlât yetiştirmeye ve onu en zayıf ve âciz zamanında bakıp gözetmeye, himâye etmeye memur kılınmıştır. Bu sebeple onun vazifesi; bedeninin değil, rûhunun daha derin duygu ve hassâsiyetlerle teçhiz edilmesini gerektirmiştir. Bunun içindir ki, çocuğun ilk acziyet devresinde onu derin bir merhamet ve muhabbetle kucaklayıp büyütmek için kadına ilâhî bir mevhibe olarak aşırı bir hissîlik verilmiştir.

Bu hissî yapısıyla bir merhamet mecrâsı olan anneye, yaratılış maksadının ve gücünün dışında bir vazife yüklenirse, menfî bir netice ortaya çıkar. Dolayısıyla bir kadının suçluya acıyıp merhamet ederek adâleti yanıltma ihtimali yüksektir. Bu da onun şâhitliğinin yarım olması husûsunda vârid olan ilâhî hükmün hikmetlerinden biri olmuştur.

Diğer taraftan İslâm, şâhitliği insanın psikolojik yapısına göre tanzim eder. Yerine göre erkeğin şâhitliği nazar-ı îtibâra alınmazken yerine göre de kadının şâhitliği tam olarak kabul edilir. Meselâ erkeklerin muttalî olmaları mümkün olmayan yerlerde sadece kadınların şahâdetleri kâfî sayılır.

Şâhitlik meselesiyle kadının eksik kabul olunduğunu iddia edenler, İslâm’ın böyle bir ithamdan berî bulunduğunu, onun haklar ve mükellefiyetler arasında âdilâne bir denge kurarken insanın değişmeyen fıtrî husûsiyetleriyle birlikte, cemiyetin tamamını nazar-ı îtibâra aldığını, ya anlamamakta ya da anlamak istememektedirler.

Kadının ve Erkeğin Fıtri Yapısı

Kadının nârin, merhametli ve hissî fıtratı, nesillerin yetiştirilmesi için en muvâfık yapıdır. Bir anne, evlâdı için gecesini seve seve uykusuz geçirebilir. Fakat bir erkek, buna sürekli tahammül edemez. Erkeğin de vücutça daha dayanıklı, muhakeme ve dirâyetçe daha soğukkanlı vaziyeti; aileyi muhafaza, cihad ve benzeri gayretler için daha elverişlidir.

Fıtratı bozmak, anne olmak istemeyen kadınların zuhûr etmesine sebebiyet vermiştir. Diğer taraftan da bir aile mes’ûliyetini yüklenmek istemeyen erkekler ortaya çıkmıştır. Aslında tefekkür edilirse, kadın ve erkek eşitlenmeye kalkıldığında, bundan nârin vasıfta olan zarar görür. Peygamberimiz, kadını hassas bir kristale benzetmiş ve ona erkekten farklı bir ihtimam gösterilmesi gerektirdiğini bildirmiştir.

Yolculukların develer üzerinde yapıldığı devirlerde, develeri çöl ritimleriyle coştururlardı. Böyle bir seferde, Enceşe adlı hizmetkâr kasîde söyleyerek develeri hızlandırdı. Fakat deve üzerindeki mahfazada bulunan hanımlar için bu sürat uygun olmayabilirdi. Peygamberimiz;

“‒Yâ Enceşe! Dikkat et, camlar kırılmasın!” buyurdular. (Buhârî, Edeb, 95; Ahmed, III, 117)

Bunun mânâsı, kervanın kadınlara uygun bir hızda götürülmesi demektir. Hâlbuki, eşitlik dâvâsı güdenler, kadını erkeğin şartlarına uymak mecburiyetinde bırakıyorlar. Erkeklerin tahammül edebileceği mesai şartlarına, mekânlara ve muâmelelere mâruz bırakıyorlar. Bu da, hanımlık letâfetini yavaş yavaş öldürüyor; nihayet katılaşmış ve erkekleşmiş bir kadın ortaya çıkarıyor. Bu durum;

Günümüzün En Acı Faciası

Çağımızda kadınlarla erkekler arasında sun’î ve haksız bir eşitlik yarışı başlatılmıştır. Kadının yaratılış husûsiyetlerine zıt olan bu yarış, hanımlık ve annelik meziyetlerini zaafa uğratmakta ve aileyi yaralamaktadır. Bu sebeple zamanımızda sıkça yaşanan çocuk aldırma hâdiseleri, câhiliyye devrindeki kız çocuklarını diri diri gömmenin modernleşmiş bir şekli olup asrın cinâyetidir. Bu asrın yorgun ve bitik kadını ile câhiliyye devrinin kadını arasında sırf bir gardrop ayrılığı, yani giyim-kuşam farkı kalmıştır. Bu ise ruhsuz materyalist eğitimin meydana getirdiği bir toplum felâketidir.

GERÇEK KADIN HAKLARI

Kadın haklarının muhafazasında, İslâmiyet, en doğru ve en medenî adımla atmıştır. Câhiliyyede erkeğin kadına üstün tutulması anlayışını Peygamberimiz reddetmiştir.

Peygamber Efendimiz; kızı Hazret-i Fâtıma’nın evinde kaldığı bir gün, Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin, kendisin[1]den su istedi. Allah Rasûlü önce Hazret-i Hasan’a su verdi. Hazret-i Fâtıma, Peygamber Efendimiz’in Hazret-i Hasan’ı daha çok sevdiği kanaatine vardı. Efendimiz ise;

“–Hayır, ilk önce Hasan su istedi.” buyurdu. (Bkz. Ahmed, I, 101) Sonra da;

“–İkram ve ihsanlarınızla çocuklarınıza eşit muâmelede bulunun. Eğer ben birini üstün tutacak olsaydım, kızları üstün tutardım.” buyurdu. (Heysemî, IV, 153; İbn-i Hacer, el-Metâlibü’l-Âliye, IV, 69) Yine hadîs-i şeriflerde kız çocuklarının güzel bir şekilde yetiştirilmesine husûsî bir teşvik vardır:

“Her kim üç kız çocuğunu veya kız kardeşlerini himâye edip büyütür, güzelce terbiye eder, evlendirir ve onlara lütuf ve iyiliklerini devam ettirirse, o kimse cennetliktir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 120-121/5147; Tirmizî, Birr, 13/1912)

“Her kim iki kız çocuğunu yetişkinlik çağına gelinceye kadar büyütüp terbiye ederse, kıyâmet günü o kimseyle ben yan yana bulunacağız.” (Müslim, Birr, 149) Peygamberimiz, sâliha hanımın kıymetini de şu hadîs-i şeriflerle beyan buyurdu:

“Sahip olunan şeylerin en fazîletlileri; zikreden bir dil, şükreden bir kalp ve kocasının îmânına yardımcı olan sâliha bir zevcedir.” (Tirmîzî, Tefsîr, 9/9)

“Dünya geçici bir faydadan ibarettir. Onun fayda sağlayan en hayırlı varlığı dindar kadındır.” (Müslim, Radâ, 64; Ayrıca bkz: Nesâî, Nikâh, 15; İbn-i Mâce, Nikâh, 5)

“Bana dünyanızdan, (sâliha) kadın ve güzel koku sevdirilmiş; namaz da gözümün nûru kılınmıştır.” (Nesâî, Işretü’n-Nisâ, 10)

Yegâne çare, şer‘î ve fıtrî yoldur. Kur’ân ve Sünnet’in tahkim ettiği aileyi muhafazadır. Tesettür, helâl-haram prensiplerine tam ittibâdır. Ailede ihsan, merhamet ve şefkati yaşatmaktır.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Ailede İki Cihan Saadeti, Yüzakı Yayıncılık