Sâmi Efendi'nin Râbıta Hakkında Hakkındaki Beyânı

Allah dostlarıyla olan bu kalbî beraberliğin yanında zâhirî beraberlik de olabilirse, bu, “nûr üstüne nûr” olur. Fakat tasavvufî terbiyede kuru kuruya bir zâhirî beraberlik makbul ve yeterli değildir. Zira kimileri, bir mürşid-i kâmilin dizi dibinde bulunurlar da, gafletleri sebebiyle hiçbir hisse alamazlar.

YEMEN’DEKİ YANIMDA…

Öte yandan, uzak diyarlardaki nice samimî müridler, mürşidlerine duydukları engin muhabbet, hürmet, hasret ve bağlılıkları vesilesiyle, müstesnâ nasiplere nâil olabilirler.

Nitekim büyükler; Yemen’deki yanımda, yanımdaki Yemen’de.” buyurmuş­lardır. Bu sebeple mühim olan; nerede olursak olalım, râbıta hâlini, yani kalbî beraberlik duygusunu yitirmemektir.

Nitekim Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:

“İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olursa olsun, Allâh’a karşı takvâ sahibi olan müttakîlerdir.” buyurmuştur.[1]

Tasavvufî terbiyede mühim bir usûl olan râbıta, bilhassa 19. asırdan itibâren bâzıları tarafından, âdeta bir îman-küfür meselesi hâline getirilerek şiddetle tenkit edilmiştir. Hâlbuki râbıta, -daha önce de ifâde ettiğimiz üzere- gâyet tabiî bir psikolojik vâkıadır. Bu şekilde anlaşılıp tatbik edilen bir râbıtanın, îtikâdı zedeleyecek hiçbir tarafı yoktur.

Bu hususta Ubeydullah Ahrâr Hazretleri şöyle buyurmuştur:

“…Kalbi mal-mülk gibi dünyevî şeylere bağlı olan ve bunları düşünen kişi kâfir olmuyor da, kalbi (kâmil) bir mü’mine bağlamak (ve ona muhabbet duymak), niçin küfre sebep olsun?”[2]

Üstelik gönlü mânevî rehberlere bağlı olmayan insanların; “Tabiat boşluk kabul etmez.” hakîkati sebebiyle, yanlış örneklerin peşine takılmaları da kuvvetle muhtemeldir. Nitekim; “Hak ile meşgul olmayan kalbi, bâtıl işgâl eder.” denilmiştir.

Velhâsıl râbıta; mürîdin mürşidine duyduğu muhabbeti dâimâ gönlünde tâze tutarak onun sâlih amellerini ve güzel hâllerini taklide çalışmasından ibârettir. Zira sâlih zâtların sohbet ve irşadları kadar, muhabbetleri de tesirli ve faydalıdır…

TASAVVUF; SÛRET DEĞİL, SÎRET YOLUDUR!..

Sâlih zâtlardan mânen istifâde hususunda, -yeri gelmişken- resim mevzuuna da kısaca temas etmek gerekir:

Günümüzde teknik imkânların çoğalmasıyla, bir fotoğraf çekme furyası başlamış bulunuyor. Âdeta her yer bir fotoğraf stüdyosu, herkes fotoğrafçı oldu. Sâir zamanlardaki bir yana; Kâbeʼde tavaf ederken, Arafat vakfesini edâ ederken, Ravza-i Mutahharaʼda ziyaret esnâsında bile, haddinden fazla fotoğraf ve video çekimleriyle meşgul olunduğunu, esefle görmekteyiz. Bunlar, ibadetin feyz ve rûhâniyetini zedeleyen, mâlâyânî kabîlinden işlerdir.

Aynı husus, mânevî sohbetlerde de maalesef yaşanıyor. Sohbetlerde kalbî beraberlik, tefekkür ve tahassüs ile mânen istifâdeye teksif olmak îcâb ederken -belki de iyi niyetle, bir mânevî hâtıra kalması düşüncesiyle- fotoğraf ve videolar çekildiğine sıkça şâhit oluyoruz. Fakat bu işe haddinden fazla ehemmiyet vermek, doğru değildir. Tıpkı dozajını aştığında şifâ yerine zehir olan ilâç gibi, bunlar da kişinin mâneviyâtına zarar verebilir.

Unutmayalım ki, ilâhî kameralar zâten her ânımızı kaydediyor. Bunlar, âhirette önümüze konulup seyrettirilecek…

Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:

“Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” (ez-Zilzâl, 7-8)

SÂMİ EFENDİ'NİN RÂBITA HAKKINDA SÖYLEDİKLERİ

Daha önce de ifâde edildiği üzere, sâlihlerle beraberlik ve râbıtada mühim olan; zâhirî, şeklî ve sûrî beraberlik değil, kalbî ve rûhî beraberliktir.

Sâmi Efendi Hazretleri buyurur ki:

“Râbıtada mürşidin hayâlini tefekkür etmeye lüzum yoktur. Muhabbet lâzımdır. Zâten bir insan, sevdiğini dâimâ (gönül) gözünün önünde bulundurur.”[3]

Resim, insanın sonsuzluğa ve mücerrede uzanabilen tahayyülünü, maddî plâna hapsederek sınırlandırır. Ayrıca İslâmʼın resimle alâkalı hükümleri de mâlumdur.[4] İnsanların resimleri/sûretleri, onların zarf tarafıdır. Mühim olansa, insanın mazrûfudur, yani gönül âlemidir. Tasavvuf yolu da, sûret yolu değil, sîret yoludur. Sâlih ve sâdıklarla beraberlikten maksat; onların sûretlerinden ziyâde, sîretleriyle beraberliktir. Gönüllerden gönüllere mânevî cereyan hatları tesis edilmedikçe, bunun yerini tutması istenen hiçbir protezden, yani sunʼî vâsıtadan fayda hâsıl olmaz. Faydalı olan asıl görüntüler; iç dünyadaki akislerdir, gönüllerde kalan ulvî hâtıra ve intibâlardır.

Hazret-i Ali -radıyallahu anh- ne güzel buyurur:

“Sâlih ve sâdık insanlarla beraber olun, onlarla oturup kalkın ki; (onların karakter ve şahsiyeti sizlere sirâyet etsin.) İnsanlar hayatta iken sizleri özlesinler, vefât ettiğinizde de sizlere hasret duysunlar.”

Cenâb-ı Hak, sevdiklerinin gönül dokusundan hisse alabilmeyi, onların ahlâkıyla ahlâklanmayı, böylece her dâim zikreden, fikreden ve şükreden selîm bir kalbe sahip olmayı, cümlemize nasîb eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar: [1] Ahmed, V, 235; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, Beyrut 1988, IX, 22. [2] Ali bin Hüseyin Safî, Reşahât-ı Aynü’l-Hayât (thk. Ali Asgar Mu‘îniyân), Tahran 2536/1977, II, 636-637. [3] Ramazanoğlu Mahmud Sâmi, Musâhabe, VI, sf. 151, Erkam Yay. İst. 1982. [4] Tafsîlât için bkz. Nebîler Silsilesi, I, sf. 213-214, Erkam Yay. İst. 2013.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Müslümanın Kendisiyle İmtihanında Tasavvuf, Erkam Yayınları.

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.