Şecaat ile İlgili Örnekler
Şecaat nedir, ne anlama gelir? Peygamber Efendimizin şecaat örnekleri... Şecaat ile ilgili örnekler.
Şecaat; yiğitlik, bahadırlık, kahramanlık, kalp metâneti, şiddet ve tehlike esnâsında cesâret göstermek mânâlarına gelir. İnsandaki öfke ve hiddet kuvvetiyle bunların zıddı olan korkaklık arasındaki îtidâl hâlidir.
Şecaatin esâsı, Allah Teâlâ’nın takdîrine rızâ ve teslîmiyettir. Bu sebeple kadere îman ve Allâh’a tevekkül eden bir müslümana, korkaklık ve zillet aslâ yakışmaz.
Sevbân -radıyallâhu anh-’ın naklettiğine göre Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:
“Size saldırmak üzere, yabancı kavimlerin, tıpkı sofraya çağrışan yiyiciler gibi birbirlerini çağıracakları zaman yakındır.”
Orada bulunanlardan biri:
“–O gün sayıca az olacağımız için mi bu durum başımıza gelecek yâ Rasûlâllah!?” diye sordu. Efendimiz:
“–Hayır, bilâkis o gün siz çok olacaksınız. Lâkin sizler, bir selin getirip yığdığı çer-çöp misâli, hiçbir ağırlığı olmayan kimseler durumunda olacaksınız. Allâh, düşmanlarınızın kalbinden size karşı korku duygusunu çıkaracak ve sizin kalplerinize zaafı koyacak!” buyurdular.
“–Zaaf da nedir ey Allâh’ın Rasûlü?” denildi.
“–Dünyâ sevgisi ve ölüm korkusu!” buyurdular.” (Ebû Dâvûd, Melâhim, 5/4297)
Demek ki kalplerden şecaat ve cesâret çıkıp yerini dünyâlıklara meyletme ve ölüm korkusu aldığında, mü’minler zillete dûçâr olacaklardır. Bu hâlleriyle de düşmanları karşısında hiçbir ağırlıkları kalmayacaktır.
ŞECAAT ÖRNEKLERİ
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den daha büyük bir şecaat sâhibi insan tasavvur etmek mümkün değildir. O, fevkalâde hâller karşısında bile sabır ve sebat gösterir, korku ve telâşa kapılıp uygunsuz hareket etmezdi.
Cenâb-ı Hak, Rasûlü’ne Medîne’ye hicret etmesini emrettiğinde, bundan haberdâr olan Kureyş müşrikleri, Efendimiz’in evini kuşatmış, içeriden çıkar çıkmaz canına kıymak için kılıçlarını sıyırmışlardı. Fahr-i Kâinât Efendimiz ise hiç korku duymadan kapısını açmış, müşriklerin başlarına toprak saçmış ve Yâsîn Sûresi’nin ilk âyetlerini okuyarak aralarından vakur bir şekilde geçip gitmişti. (İbn-i Sa’d, I, 227-228)
-
Peygamberimizin şecaati
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle demiştir:
“Biz Bedir’de, Allah Rasûlü’ne sığınıyorduk. O gün kendileri, düşmana en yakın olanımız, insanların en cesur ve metânetli olanı idi.” (Ahmed, I, 86)
Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anh- da:
“Rasûlullâh Efendimiz’den daha sehâvetli, daha necdetli (daha yiğit), daha şecaatli bir kimse görmedim!” demiştir. (İbn-i Sa’d, I, 373)
-
Eğer Zübeyr çıkmasaydı
Uhud’da müşriklerden bir adam, deve üzerinde meydana çıktı ve çarpışmak için er istedi. Müşrik, herkesin kendisinden çekindiğini ve geri durduğunu görünce, isteğini üç kere tekrarladı. Bunun üzerine, Zübeyr bin Avvâm -radıyallâhu anh- ona doğru yürüdü. Devenin üzerine sıçrayıp adamın boğazına sarıldı ve boğuşmaya başladılar. Peygamber Efendimiz:
“–Aşağıya doğru çek, yere düşür onu!” buyurdu. Çok geçmeden müşrik yere düştü. Zübeyr de üzerine çöküp onun işini bitirdi. Bunun akabinde Rasûl-i Ekrem Efendimiz:
“–Eğer Zübeyr çıkmasaydı, herkes geri durduğu için onun karşısına ben çıkacaktım!” buyurdu.[1]
-
Nereye kaçıyorsun ey yalancı?
Mekke müşriklerinden Übey bin Halef, İslâm’ın en azılı düşmanlarındandı. Hicretten evvel Âlemlerin Efendisi’ne:
“–Bir at besliyorum; ona en iyi şeyleri yediriyorum. Bir gün ona binerek Sen’i öldüreceğim!” demişti.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bir defâsında ona:
“–İnşâallâh ben seni öldüreceğim!” şeklinde mukâbele etmişti.
Uhud Harbi günü bu ahmak müşrik, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i arıyor ve şöyle diyordu:
“–Eğer bugün O kurtulursa, benim işim bitik demektir!”
Bu düşünceyle, Peygamber Efendimiz’e saldırmak için yakınına kadar geldi. Sahâbe-i kirâm da, henüz uzaktayken onun başını uçurmak istediler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Bırakın gelsin!” buyurdu.
Übey bin Halef yaklaşınca, Fahr-i Kâinât Efendimiz, bir sahâbînin mızrağını aldı. Bu sefer Übey geri kaçmaya başladı. Ancak Peygamberler Sultânı:
“–Nereye kaçıyorsun ey yalancı?” diyerek mızrağı fırlattı. Mızrak, Übey’in boynunu hafifçe sıyırdı. Fakat o, bu kadarcıkla bile atından düştü; birkaç kere takla attı ve canhıraş bir şekilde koşarak kendi tarafına kaçtı. Bir yandan koşuyor, bir yandan da gözleri yuvalarından fırlamış bir hâlde bağırıyordu:
“–Yemin ederim ki, Muhammed beni öldürdü!..”
Yanına gelip yarasına bakan müşrikler:
“–Bu basit bir sıyrık!” dediler. Fakat o teskin olmadı ve:
“–Muhammed bana Mekke’de iken; «Ben seni kesinlikle öldüreceğim!» demişti. Yemin ederim ki, eğer O bana bir tükrük de atsa, ben yine ölürüm!..” dedi.
Ardından bağırmasına devâm etti. Sesi, sanki bir öküzün böğürmesi gibi çıkıyordu.
Ebû Süfyan:
“–Şu küçücük sıyrığa bu kadar bağırılır mı?” diye onu ayıpladığında Übey, ona da şöyle dedi:
“–Sen biliyor musun, bu sıyrığı kim yaptı? Bu, Muhammed’in açtığı bir yaradır. Lât ve Uzzâ’ya yemin ederim ki, bu yaradan duyduğum acıyı bütün Hicaz halkına dağıtsalar, onların hepsi de yok olur. Muhammed bana Mekke’de; «Ben seni kesinlikle öldüreceğim!» demişti. Ben tâ o zaman, O’nun eliyle öldürüleceğimi ve O’ndan kurtulamayacağımı anlamıştım.”
Azılı bir Peygamber düşmanı olan Übey, nihâyet Mekke’ye ulaşmalarına bir gün kala yolda öldü. (İbn-i İshâk, s. 89; İbn-i Sa’d, II, 46; Hâkim, II, 357)
-
Peygamberimizin şecaat ve cesareti
Muhammed bin Mesleme şöyle der:
Kulaklarımla duydum, gözlerimle gördüm ki, Müslümanlar Uhud’da bozuldukları zaman, dağa doğru kaçıyorlardı. Rasûlullâh da arkalarından:
“–Ey filân! Bana doğru gel. Ey filân, bana doğru gel. Ben Rasûlullâh’ım!” diye sesleniyordu. (Vâkıdî, I, 237)
Bu hakîkati beyan sadedinde Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
“O zaman siz, harp sahasından hızla kaçıyor ve kimseye dönüp bakmıyordunuz. Allâh’ın Rasûlü ise (büyük bir cesâret ve şecaatle olduğu yerde durarak) arkanızdan sizi çağırıyordu…” (Âl-i İmrân, 153)
-
Allah Müslümanlara yardım etti
Uhud günü yapılan sözleşme mûcibince, müşriklerle müslümanlar bir yıl sonra tekrar savaşacaklardı. Bu sözleşme dolayısıyla Ebû Süfyan, ordusunun başında Merru’z-Zahrân mevkiine kadar geldi, ancak yüreğini yine bir korku sardı ve geri dönmek zorunda kaldı. Fakat gurûrunu çiğnetmek de istemediğinden Medîne’ye bir adam yolladı. Kendilerinin büyük bir ordu ile yola çıktıklarını söyletip, aklınca, mü’minleri korkutarak harbe çıkmalarını engellemek istiyordu.
Haber Medîne’ye ulaştığında Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, savaş hazırlıklarını çoktan tamamlamış, yola koyulmak için emir bile vermişti. Haberci, Ebû Süfyân’ın korkup da geri döndüğünü bildiğinden, müslümanları iyice tedirgin edip harpten korkutarak yola çıkmalarına mânî olabilmek için elinden geleni yapıyordu. Kendisine tembih edilen yalanların üstüne yeni yalanlar ilâve ediyor, şâyet Müslümanlar Mekkelilerle şehir dışında harp ederlerse, âkıbetlerinin çok kötü olacağını söylüyordu. Onun ve münâfıkların çabaları netîcesinde, bâzı Müslümanların kalplerine korku düştü ve sefere çıkmak istememeye başladılar. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“Varlığım kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, yanımda hiç kimse olmasa bile, ben tek başıma Bedir’e gideceğim!” Bundan sonra, Allah Teâlâ Müslümanlara yardım etti ve kalplerine sebat ihsân eyledi. (İbn-i Sa’d, II, 59; Vâkıdî, I, 386-387)
-
Peygamberimizin kahramanlığı
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kahramanlık gösterdiği yerlerden biri de Huneyn’dir. O gün herkes düşmandan kaçarken, Fahr-i Kâinât Efendimiz bineğini sürekli düşman saflarına doğru sürmüş ve kendisine mânî olmak isteyen ashâbını dikkate almayarak ilerlemiştir. (Müslim, Cihâd, 76)
Hazret-i Enes -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Huneyn gününde, Hevâzin, Gatafan ve diğerleri, çocukları ve develeriyle birlikte (savaş mahalline) geldiler. O gün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ordusunda on bin kişi vardı. Fetihten sonra affedilen Mekkeliler de Rasûlullâh’ın safında idi. (Savaş başlar başlamaz) hepsi geri kaçtı. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- yalnız kaldı. Efendimiz, o gün iki defa nidâ etti. İkisi arasına bir başka söz de karıştırmadı. Sağ tarafına yönelip:
“–Ey Ensâr cemaati!” diye seslendi. O taraftakiler:
“–Buyrun ey Allâh’ın Rasûlü! Biz, Sen’inle beraberiz! Müjde!” dediler.
Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- sonra da soluna döndü yine:
“–Ey Ensâr cemaati!” diye seslendi. O taraftakiler de:
“–Buyur ey Allâh’ın Rasûlü! Müjde, biz Sen’inleyiz!” dediler.
Peygamber Efendimiz, beyaz bir katırın üstünde idi. Katırdan indi ve:
“–Ben Allâh’ın kulu ve elçisiyim!” dedi. (Bunun üzerine müslümanlar toparlanıp mukâbil hücûma geçince) müşrikler hezîmete uğradı… (Buhârî, Meğâzî 56, Humus 19, Menâkıb 14, Menâkıbu’l-Ensâr 1; Müslim, Zekât 135)
Bir adam Berâ İbnu Âzib -radıyallâhu anhümâ-’ya geldi ve:
“–Ey Ebû Umâre! Huneyn gününde hepiniz geri mi kaçtınız?” diye sordu.
Berâ:
“–Ben, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kaçmadığına şehâdet ederim! Ancak, askerlerden yükü hafif olan öncüler ile zırh taşımayanlar Hevâzin’in bir kanadına yürüdüler. Hâlbuki buradakiler okçu kimselerdi: Onları çekirge sürüsü gibi hep birden ok yağmuruna tuttular. Bunun üzerine dağılmak zorunda kaldılar. Böylece düşman, Rasûlullâh’a yöneldi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın katırını Ebu Süfyan İbnü’l-Hâris -radıyallâhu anh- çekiyordu. Efendimiz katırından indi, duâ etti, (Allah’tan) yardım talep etti. Şöyle diyordu:
«–Ben Peygamberim, yalan değil! Ben Abdülmuttalib’in oğluyum! Allâh’ım! Yardımını indir.»
Sonra askerleri düzene koydu."
Berâ devamla der ki:
“Vallâhi biz savaş kızıştı mı Rasûlullâh -aleyhissalâtü vesselâm-’a sığınırdık. Bizim en cesur olanımız, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’le aynı hizâda durabilendi.” (Müslim, Cihâd 79; Buhârî, Meğâzî 54, Cihâd 52, 61, 97, 167)
-
Korkmayınız! Korkmayınız!
Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- der ki:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- halkın en güzeli, en cömerdi ve en cesâretlisi idi. Medîne’de bir feryâd veya korkulu bir hâl vukû bulduğunda, Peygamberimiz hemen Ebû Talha’nın Mendub isimli atını emâneten alır, feryâdın geldiği yere yetişirdi. Hiçbir feryâd ve imdat sesi duyulmazdı ki, Mendub’un oraya bir rüzgâr gibi revân olduğunu görmeyelim. Yine bir gece, Medîneliler bir feryâd işitip korkmuşlar ve sesin geldiği tarafa doğru gitmişlerdi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise, onlardan önce sesin geldiği yere yetişmiş ve durumu inceleyip dönerken insanlarla karşılaşmıştı. Kendisi Ebû Talha’nın atının üzerinde, kılıcı da boynunda asılı olduğu hâlde ashâbına:
«–Korkmayınız! Korkmayınız!» buyuruyor, Mendub için de; «Onu azgın bir sel gibi sür’atli bulduk!» diyordu.” (İbn-i Sa’d, I, 373; Buhârî, Edeb, 39)
-
Şecaat örneği
Ashâb-ı kirâm, Bedir’de çok büyük fedâkârlık ve kahramanlıklar göstermişlerdir. Bilhassa Allâh’ın Arslanı Hazret-i Hamza -radıyallâhu anh-, büyük bir şecaat ve cengâverlik numûnesi sergilemişti. Nitekim müşriklerin ileri gelenlerinden Ümeyye bin Halef, ashâbdan Abdurrahmân bin Avf’a:
“–Savaşta alâmet olarak göğsüne deve kuşu kanadı takan zât kimdi?” diye sormuştu.
“–O, Hamza bin Abdülmuttalib’dir!” cevâbını alınca:
“–İşte bize ne yapıldıysa, hep o yaptı!” demiştir. (İbn-i Hişâm, II, 272)
-
Bu kılıcı, hakkını vermek üzere kim alır?
Uhud’da çarpışma kızıştığı esnâda Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- eline bir kılıç alarak:
“–Bunu benden kim alır?” diye sordu. Sahâbîler:
“–Ben, ben!” diyerek onu almak üzere ellerini uzattılar. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Bu kılıcı, hakkını vermek üzere kim alır?” diye sorunca, onu almaktan çekindiler.
Ensâr’dan Ebû Dücâne -radıyallâhu anh- ayağa kalkıp:
“–Ben onu hakkını vermek üzere alırım yâ Rasûlâllah!” dedi. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 128)
Ebû Dücâne kılıcı alınca:
“–Bunun hakkı nedir yâ Rasûlâllah!” diye sordu.
Peygamber Efendimiz:
“–Onun hakkı, eğilip bükülünceye kadar düşmanla vuruşmandır...” buyurdu.
Ebû Dücâne kılıcı aldı, kırmızı sarığını çıkarıp başına sardı ve İslâm saflarıyla müşriklerin safları arasında, kurula kurula, çalımlı çalımlı yürümeye başladı.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun mağrur ve kibirli bir şekilde yürüdüğünü görünce:
“–Bu öyle bir yürüyüştür ki, Allah Teâlâ ona bu gibi durumların hâricinde (yâni nefsâniyeti nâmına yürüyene) buğzeder!” buyurdu. (İbn-i Hişâm, III, 11-12)
-
Hz. Safiye’nin cesareti
Allah Rasûlü’nün halası Hazret-i Safiye, Hendek Harbi esnâsında kadın ve çocuklarla birlikte, Hassan bin Sâbit’in, Fârî adlı köşkünde bulunuyordu. Yahûdîlerden on kişilik bir birlik gelip köşkü oka tuttular ve içeri girmeye çalıştılar. Onlardan birisi köşkün çevresinde dolaşıyor, açık bir yer arıyordu. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbı ise o esnâda Hendek’te düşmanla harp hâlindeydi.
Hazret-i Safiye -radıyallâhu anhâ-, çâresiz kalıp bu musîbeti kendisinden başka def edecek kimsenin olmadığını görünce, başını bir tülbentle sıkıca bağladı ve eline bir sırık alarak köşkten aşağıya indi. Kapıyı açıp orada dolaşan Yahûdînin arkasından sessizce yaklaştı. Elindeki sırıkla başına vurup onu öldürdü. Arkadaşlarının ölmüş olduğunu gören Yahûdîlerin içine bir korku düştü:
“–Bize buradaki kadınların başında muhâfızların olmadığı söylenmişti!” diyerek dağılıp gittiler. (Heysemî, VI, 133-134; Vâkıdî, II, 462)
-
Mûte Savaşı’nın yapıldığı gün
Hâlid bin Velîd -radıyallâhu anh- şöyle demiştir:
Mûte Savaşı’nın yapıldığı gün, elimde dokuz kılıç kırıldı. Sâdece Yemen yapımı enli bir kılıç dayandı. (Buhârî, Meğâzî, 44)
-
Kahramanlık örneği
Allah Rasûlü ve ashâbının izini tâkip eden büyük sûfî Necmeddîn-i Kübrâ Hazretleri, memleketi Harezm, Moğol işgâline mâruz kalınca talebeleriyle birlikte kahramanca direnmiş ve şehîd düşmüştür. Tasavvuf kültüründe şehâdet hasretini vird hâline getiren, serhatlerin emniyetini sağlamak için uç boylarında yerleşen ve kahramanlık misalleri sergileyen alperenler de şecaat ve cesâretin en mühim temsilcileri olmuşlardır.
-
Yıldırım Beyazıt’ın cesareti
Osmanlı’yı bertarâf edip Bizans’ı kurtarmak ve Müslümanların elinde bulunan Kudüs’ü ele geçirmek gibi gâyelerle teşkîl edilen müttefik haçlı ordusu harekete geçerek Osmanlı topraklarına girmiş ve Tuna Nehri kıyısındaki Niğbolu kalesini kuşatmıştı.
Bunu haber alan Yıldırım Beyazıt, adına yakışır bir sür’atle Niğbolu önlerine geldi. Hattâ kaleyi teslîm etmemelerini bildirmek için, gece yarısı tek başına atına binerek düşman saflarının arasından ustalıkla geçti ve surların dibinden kale kumandanına seslendi:
“–Bre Doğan! Bre Doğan!..”
Sultân’ın sesini tanıyan Doğan Bey, büyük bir şaşkınlıkla derhâl burçların üzerinden cevap verdi:
“–Buyrunuz şevketlüm!..”
Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Han, kısa tâlimâtını bildirdi:
“–Doğan! Ordumla birlikte geldim! Sakın ola kaleyi teslîm etmeyesin!” dedi ve sür’atle geri dönerek karanlıkların arasında gözden kayboldu.
Ertesi gün, kalabalık haçlı ordusuyla yapılan kanlı muhârebe, Yıldırım Hân’ın kesin gâlibiyetiyle neticelendi. Bu haçlı ordusuna, büyük-küçük bütün Avrupa devletleri asker vermişti. Bunlar arasında on bin Fransız şövalyesi vardı ki; «Gökler yıkılsa, mızraklarımızla tutarız!» diye övünmüşlerdi. Lâkin Haçlılar, Osmanlı’nın îmanla yoğrulmuş hamleleri karşısında eriyip tükenmişti. O gün Yıldırım Beyazıt, vücûdunun çeşitli yerlerinden yaralandığı gibi atının da yaralanması üzerine yere düşmüştü. Ancak O, bunlara aldırmayıp yeni bir ata binmiş ve harbi bütün kudretiyle idâre ederek zafere nâil olmuştu.
-
Cesaret abidesi: Yıldırım Beyazıt
Yıldırım Beyazıt Han, Niğbolu zaferinde birçok asilzâde ve şövalyeyi esir almıştı. Esirlerin arasında Fransızların meşhur şövalyesi Korkusuz Jan (Jean) da vardı. Yıldırım Beyazıt Han, onları, fidye karşılığı serbest bıraktı. Ayrıca memleketlerine dönecekleri gün hepsine bir ziyâfet verdi. Bütün şövalyeler, Sultân’ın bu insânî muâmelelerine mukâbil, kendilerinin esirlere yaptıkları fenâ davranış ve zulümleri düşünerek son derece mahcup oldular ve:
“–Şu andan itibâren, Anadolu ve Rumeli’nin Hâkânı Yıldırım Beyazıt Hân’a karşı gelmeyeceğimize ve ona karşı silâh kullanmayacağımıza dâir nâmus ve şerefimiz üzerine yemin ediyoruz!..” dediler.
Onların minnet altında söylemiş olduğu bu sözler üzerine, küffâra karşı muhteşem bir cesâret âbidesi olan koca Sultan Yıldırım Beyazıt Han, gür sesi ile şövalyelere şöyle hitâb etti:
“–Avrupa’da korkusuz lâkabını almış olan Jan ve arkadaşlarının, bana karşı silâh kullanmayacaklarına dâir etmiş oldukları yeminleri geri iâde ediyorum. Gidiniz; yeniden ordular toplayınız ve üzerime geliniz! Biliniz ki, bu hareketiniz bana bir kez daha zafer kazanma imkânı verecektir. Zîrâ ben, Allâh’ın dînini yüceltmek üzre Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmak için dünyâya gelmiş olduğumun şuûrunda bir sultânım. Bu itibarla, Hazret-i Allâh’ın yardım ve nusreti bizimledir. Ve bir kimsenin ki yardımcısı Allah’tır, elbette onu yenebilecek hiçbir kuvvet ve kudret yoktur!..”
-
Sivas Kalesi müdafaası
Timur, o zamanın tankları sayılan fillerle Sivas Kalesi’ni muhâsara ettiğinde, kalede bulunan Yıldırım Beyazıt’in oğlu Şehzâde Ertuğrul, şehir eşrâfını topladı ve onlara şöyle dedi:
“–Benim vazîfem, sizleri muhâfaza için gayret sarf etmektir. Timur’un kuvvetleri kıyas edilemeyecek derecede bizden çok olabilir. Bu bir kader-i ilâhîdir. Bana düşen, onun saldırısını yiğitçe göğüsleyip sizleri ve kaleyi şânımıza yaraşır bir şekilde müdâfaa etmektir. Biliniz ki Timur, bizim cesetlerimizi çiğnemeden aslâ bu şehre giremez...”
Bu sözlerinin ardından Şehzâde Ertuğrul, dediği gibi hareket etti ve bir avuç yiğidiyle koca Timur ordusuna karşı inanılmaz bir mukâvemet gösterdi, kahramanca vuruştu. Ancak azgın bir sel gibi akan düşman ordusunun önünde cengâverleriyle birlikte nihâyet şehâdet şerbetini nûş eyledi.
Şehzâdeyi bertarâf eden Timur, kaledekilere, teslîm olurlarsa kimsenin kanını dökmeyeceğine dâir haber yolladı. Fakat bu söze güvenerek teslîm olan bütün kale müdâfîlerini hunharca öldürdü.
-
Osmanlı askerinin şecaati
Şu hâdise de Osmanlı askerinin şecaatini gösteren güzel bir misaldir:
Preveze Zaferi’nin müjdesini dörtnala at üzerinde getiren levent, Topkapı Sarayı’na girince, atının dizginini çekmesi ile, at bir müddet iki ayak üzerinde dönmüştü. Bu manzarayı seyreden Kânûnî’nin, levende:
“–Ne azgın bir küheylânla gelmişsin!..” demesi üzerine levendin:
“–Hünkâr’ım! Akdeniz azgın bir küheylândı. Biz onu bile uslandırdık!..” cevâbını vermesi, îman cesâretiyle şahlanıştan doğan bir îtimâd-ı nefsin tezâhürü idi.
-
Devletin daha o gün yıkılması önlenmiş oldu
Çanakkale Harbi esnâsında, düşman donanmasının Marmara Denizi’ni geçebileceği endişesi ile tedbir olarak pâdişah ve hükûmetin Eskişehir’e nakli kararlaştırılmıştı. Tahttan indirilip önce Selânik'teki Alâtini köşküne sonra da Beylerbeyi Sarayı’na hapsedilmiş olan 2. Abdülhamit Han, durumdan haberdâr olunca, bunu büyük bir cesâret ve şecaatle reddederek:
“–Ben Fâtih Sultan Mehmet Hân’ın torunuyum!.. Hiçbir zaman Bizans İmparatoru Konstantin’den aşağı kalamam! Dedem Fâtih İstanbul’u alırken, Konstantin bile, askerinin başında savaşa savaşa ölmüştür. Düşmanın Çanakkale’den girmesi ihtimâli -Allâh göstermesin- bir hakîkat olursa, elime bir silâh alır, bir nefer olarak gider, dövüşe dövüşe ölürüm. Düşman ancak cesedimi çiğnemek sûretiyle İstanbul’a girer. Devletin başında bulunan birâderim Reşat’a söyleyin, o dahî sakın bir yere gitmesin. O ve hükûmet, İstanbul’dan ayrılırlarsa bir daha dönemezler!..” dedi.
Nitekim O’nun bu kararlılığı karşısında, pâdişah ve hükûmet İstanbul’da kaldı. Böylece devletin daha o gün yıkılması önlenmiş oldu.
-
Osmanlı insanının şecaati
Fransız seyyah A. L. Castellan, Osmanlı insanının şecaatini şu sözleriyle tasvîr eder:
“Kazâ ve kader akîdesi, Osmanlı’nın zihninde kökleşmiştir. Bu akîde, onlarda şecaat yerine geçer; sebat ve metânetlerini artırır. Ölümü bile tevekkülle göze almalarına vesîle olur. İşte bundan dolayı, gözle görülecek kadar muhakkak olan tehlikeler bile onları yıldırmaz. Nice ateşlerin içine ve düşman süngülerinin üstüne atılıp bütün vücutları delik deşik olduktan sonra bile, eğer henüz ecelleri geldiğine kânî değillerse hayatlarından ümit kesmezler.”
MÜ’MİNLER YALNIZCA ALLAH’TAN KORKAR
Hâsılı, mü’minler yalnız Allah’tan korkarlar ve O’na tevekkülleri sebebiyle başka hiçbir şeyden korku duymazlar. Cesâret ve metânetle Allâh’ın emirlerini tatbik ederler. Şecaatlerini firâset ve basîretle kullanarak, nerede nasıl hareket etmek îcâb ediyorsa öyle davranırlar. Cenâb-ı Hak bu hâli şöyle medheder:
“O peygamberler (öyle seçkin kimselerdir) ki, Allâh’ın buyruklarını tebliğ ederler, sâdece Allah’tan korkarlar ve Allah’tan başka hiç kimseden korkmazlar…” (el-Ahzâb, 39)
Dipnot:
[1] Halebî, İnsânu’l-Uyûn, Mısır 1964, II, 235.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 1, Erkam Yayınları
YORUMLAR