Şefâat-i Kübrâ Hadisi

Mahşerde şefaat nasıl olacak? Ahirette Peygamberimizin (sav.) şefaati ile ilgili hadis-i şerif (Şefâat-i Kübrâ hadisi).

Enes ibni Mâlik, Ebû Hüreyre ve daha başka râvilerin Makãm-ı Mahmûd hakkındaki rivâyetleri hem lafzen hem de mânen birbirine uygundur.

MAHŞERDE ŞEFAAT NASIL OLACAK?

Buna göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Allah Teâlâ gelmiş, gelecek bütün insanları bir araya toplayacak; insanlar kendi nefisleri için aşırı derecede üzülüp hüzünlenecek veya Allah Teâlâ onlara ilhâm edecek de, “Allah katında şefâat ederek bizi bu hâlden kurtaracak birini bulsak...” diye konuşacaklar.

Bir başka senedle Resûlullah Efendimiz’in:

“İnsanlar deniz dalgaları gibi birbirine girecektir.” buyurduğu rivâyet edilmiştir.

Peygamber Efendimiz bu ifâde ile: “O gün Biz insanları birbiri içerisinde dalgalanır hâlde bırakacağız. Sûra üfürülecek ve insanların hepsini bir araya getireceğiz.” (Kehf 18/99) âyetine işaret etmiştir.

Ebû Hüreyre radıyallahu anhdan rivâyet edildiğine göre Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Güneş insanlara yaklaştırılacak, herkes sıkıntıdan ve kederden artık dayanamayacak hâle gelince birbirlerine:

“İçinde bulunduğunuz sıkıntıyı, başınıza gelen hâli görmüyor musunuz? Hâlinizi Rabbinize arzederek size şefâat edecek birini bulmayı düşünmüyor musunuz? diye soracaklar.” Sonra Hz. Âdem’e gelip:

“Ey Âdem! Sen insanların babasısın. Seni Allah kudret eliyle yarattı. Sana Kendi rûhundan üfledi. Seni Cennet’ine yerleştirdi. Meleklerini sana secde ettirdi. Sana her şeyin ismini öğretti. Rabbine varıp bizim için şefâat et de bizi şu bulunduğumuz yerden kurtarsın. İçinde bulunduğumuz hâli görmüyor musun?” diyecekler. O da:

“Bugün Rabbim çok gazaplı. Daha önce hiç böyle gazaplanmadı; bundan sonra da böyle gazaplanmaz. Rabbim, o ağaca yaklaşmamı ya[1]sakladı, ama ben O’nu dinlemedim. Asıl benim şefâate ihtiyâcım var; âh benim nefsim, âh benim nefsim! Siz başkasına gidin; Nûh’a gidin.” diyecek. Onlar da Nûh’a gidecek:

“Ey Nûh! Sen yeryüzü halkına gönderilen resûllerin ilkisin. Allah Teâlâ sana “çok şükreden kul” demişti. İçinde bulunduğumuz perişan hâli görmüyor musun? Başımıza gelenleri görmüyor musun? Rabbinin huzûrunda bize şefâat etmeyecek misin?” diyecekler. O da:

“Bugün Rabbim çok gazaplı. Daha önce hiç böyle gazaplanmadı; bundan sonra da böyle gazaplanmaz. Asıl benim şefâate ihtiyâcım var; âh benim nefsim, âh benim nefsim!”

Enes ibni Mâlik’in rivâyetine göre Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurdu: “Nûh, yaptığı hatâyı bilmeden Rabbinden oğlunun kurtarılmasını istediğini söyleyecek.”1

Kur’ân-ı Kerîm’de bu olay şöyle anlatılmaktadır: “Nûh Rabbine şöyle yalvardı: ‘Rabbim! Oğlum benim âilemdendir. Senin vaadin de elbette gerçektir. Ve Sen hüküm verenlerin en âdilisin.’ Allah şöyle buyurdu: ‘Ey Nûh! O aslâ senin âilenden değildir. Çünkü onun yaptığı çok kötü bir iştir. Ayrıca, hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi sakın Benden isteme! Câhillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum.’ Nûh da: ‘Rabbim! Aslını bilmediğim şeyi Senden istemekten yine Sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen her şeyi kaybedenlerden olurum.’ dedi.”2

Anlaşılan Nûh Peygamber: “Âileni ve iman edenleri gemiye al!”3 emrini alınca, bütün âilesinin kurtulacağını ümid etti ve bu sebeple Cenâb-ı Hakk’a: “Rabbim! Oğlum benim âilemdendir.” diyerek O’na âilesini kurtaracağı yolundaki va’dini hatırlatmak istedi. Hz. Nûh, tufandan sonra oğlunun âhiretteki durumunu düşünüp üzülmüş ve onun bağışlanması ümidiyle Cenâb-ı Hakk’a böyle yalvarmış da olabilir.

Ebû Hüreyre radıyallahu anhın rivâyetine göre Hz. Nûh şöyle diyecek:

“Benim bir duâm vardı; onu da kavmimin aleyhine kullandım. Siz başkasına gidin. İbrâhim’e gidin; çünkü o Halîlullah’tır.” Onlar da İbrâhim’e giderek: “Sen, Allah’ın peygamberisin, bunca insan içinde Allah’ın tek dostu sensin. Rabbinin huzûrunda bize şefâat et! İçinde bulunduğumuz perişan hâli görmüyor musun?” diyecekler. O da:

“Bugün Rabbim benzeri görülmedik şekilde gazaplıdır.” diyerek Hz. Âdem ve Nûh gibi kendi hatâsını dile getirecek ve vaktiyle söylediği üç yalanı1 hatırlattıktan sonra ‘Asıl benim şefâate ihtiyâcım var; âh benim nefsim. Ben şefâat edecek durumda değilim; fakat siz Mûsâ’ya gidin. Çünkü o Cenâb-ı Hakk’ın kendisiyle konuştuğu kimsedir (Kelîmullah’tır)” diyecek.

Bir başka rivâyete göre Hz. İbrâhim sözünü şöyle tamamlayacak: “O, Allah Teâlâ’nın Tevrât’ı verdiği, kendisiyle konuştuğu, doğrudan konuşmak için huzûruna aldığı kimsedir”2

Peygamber aleyhisselâm sözüne şöyle devam etti:

Onlar da Mûsâ’ya gelecekler. Fakat Mûsâ:

“Ben şefâat edecek durumda değilim.” diyerek yaptığı hatâyı3 ve birisini öldürdüğünü söyleyerek1 ‘Asıl benim şefâate ihtiyâcım var; âh benim nefsim; fakat siz Îsâ’ya gidin. Çünkü o, Allah’ın rûhu ve kelimesidir.” diyecek.

Onlar da Îsâ’ya gelecekler; fakat Îsâ:

“Ben şefâat edecek durumda değilim. Siz Muhammed sallallahu aley[1]hi ve selleme gidin. O, gelmiş geçmiş bütün günahlarını Cenâb-ı Hakk’ın affettiği kimsedir.” diyecek.

“Mahşer halkı bana gelecek; ben de: ‘Şefâat etmeye yetkili benim’ diyeceğim. Rabbimin huzûruna çıkıp şefâat için izin isteyeceğim; bana izin verilecek. Rabbimi görür görmez secdeye kapanacağım.”2

Başka bir rivâyet ise şöyledir:

“Arş’ın altına geleceğim, Rabbime secdeye kapanacağım.”3 Diğer bir rivâyet şöyledir:

“Rabbimin huzûrunda duracağım. Nasıl olduğunu şimdi bilmemek[1]le beraber, Rabbimin bana ilhâm edeceği övgülerle O’na hamdü senâ edeceğim.”4

Başka bir rivâyete göre Efendimiz şöyle buyurdu:

“Allah Teâlâ, daha önce hiçbir peygambere öğretmediği en güzel hamdü senâyı bana ilhâm edecek.”

Ebû Hüreyre radıyallahu anhın rivâyetine göre Resûl-i Ekrem sözüne şöyle devam etti:

“Sonra Allah Teâlâ bana hitâben:

‘Yâ Muhammed! Secdeden başını kaldır! Ve iste! İstediğin sana ve[1]rilecek. Şefâat et, şefâatin kabul edilecek.’ buyuracak. Ben de başımı secdeden kaldıracağım ve:

“Yâ Rabbî! Ümmetimi bana bağışla! Yâ Rabbî! Ümmetimi kurtar!” diye yalvaracağım. O zaman Rabbim bana:

“Yâ Muhammed! Ümmetinden hesaba çekilmeden Cennet’e girecek olanları, Cennet kapılarının en sağındaki Bâbü’l-eymen’den içeri al! Onlar, başkalarıyla beraber Cennet’in diğer kapılarından da gireceklerdir.” buyuracak.1

Kādî İyâz’ın Sahîh-i Müslim’e yazdığı şerhte belirttiğine göre, Cennet’in sekiz kapısı olup adları şöyledir: Namaz kapısı, Sadaka kapısı, Oruç (Reyyân) kapısı, Cihâd kapısı, Tövbe kapısı, Öfkesini yenip insanların kusurlarını bağışlayanlar kapısı, Râzı olanlar kapısı ve sorgusuz suâlsiz Cennet’e girecek olan mütevekkilere ait Eymen kapısı.2

 Bazı hadis şârihleri, Cennet’in sekiz kapısı arasında şunları da saymışlardır: Hac kapısı, Zikir kapısı, Umre kapısı, Duhâ kapısı, Ferah kapısı, Sabır kapısı.3

Enes ibni Mâlik’in rivâyet ettiği hadiste, Ebû Hüreyre tarafından rivâyet edilen bu ilâve yoktur. Bunun yerine, Peygamber aleyhisselâmın şöyle buyurduğu belirtilmiştir: “Sonra secdeye kapanacağım. Bana şöyle buyurulacak:

“Yâ Muhammed! Secdeden başını kaldır! Söyle, sözün dinlenecek. Şefâat et, şefâatin kabul edilecek. İstediğin sana verilecek.” Ben de:

“Yâ Rabbî! Ümmetimi bana bağışla! Yâ Rabbî! Ümmetimi kurtar!” diye yalvaracağım. Bana şöyle buyurulacak:

“Haydi git, kalbinde buğday (veya arpa) tanesi kadar îmân eseri olanları Cehennem’den çıkar.” Ben de gidip emredileni yapacağım.

Yani Fahr-i Âlem Efendimiz’in, kalbinde, (kalp ile yapılan amellerden) fakirlere şefkat, Allah korkusu bir şey yapmaya niyet etmek gibi îmân eseri olanları Cehennem’den çıkarmasına izin verileceği ifâde buyurulmaktadır.

Sonra tekrar Rabbimin huzûruna çıkacağım ve yine bana ilhâm edi[1]len o hamdü senâlar ile Rabbimi öveceğim.” Resûl-i Ekrem bundan önce söylediklerini aynen tekrarladıktan sonra sözüne şöyle devam etti: “Bana şöyle buyurulacak:

“Haydi git, kalbinde hardal tanesi kadar îmân eseri olanları Cehennem’den çıkar.” Ben de gidip emredileni yapacağım. “Sonra tekrar Rabbimin huzûruna çıkacağım. Aynı şekilde yalvarıp geri kalan ümmetimin Cehennem’den çıkarılmasını isteyeceğim. Bana:

“Kalbinde hardal tanesinden daha az, çok daha az, azdan da az îmân eseri olanları Cehennem’den çıkar.” buyurulacak, ben de bana emredileni yapacağım.”

Resûlullah Efendimiz dördüncü defa Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna çıktığında kendisine:

“Secdeden başını kaldır! Söyle, sözün dinlenecek. Şefâat et, şefâatin kabul edilecek. İstediğin sana verilecek.” buyurulacağını söylemiştir. O zaman Allah’ın Elçisi şöyle diyecek:

“Yâ Rabbî! Lâilâhe illallah diyenleri Cehennem’den çıkarmama izin ver. Allah Teâlâ şöyle buyuracak:

“Lâilâhe illallah diyenleri Cehennem’den çıkarmak üzere şefâat etme yetkisi sana verilmemiştir. Ancak Ben, kudretime, büyüklüğüme, azametime ve ululuğuma yemin ederim ki, lâilâhe illallah diyenleri Cehennem’den Ben çıkaracağım.”1

Tâbiîn müfessirlerinden Katâde bin Diâme es-Sedûsî’nin (v. 117/735) Enes ibni Mâlik radıyallahu anhdan rivâyetine göre Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna üçüncü veya dördüncü çıkışımda ki bunu tam bilemiyorum, şöyle diyeceğim: ‘Yâ Rabbî! Geride sadece Kur’ân-ı Kerîm’deki emrinle ebediyen Cehennem’de yanacak kimseler kaldı.”2

Kur’ân-ı Kerîm’in ebediyen Cehennem’de kalacaklarını söylediği kimseler kâfirler ve münâfıklardır. Bu hadîs-i şerîfin bir benzeri, ashâb-ı kirâmdan Hz. Ebû Bekir, Ukbe bin Âmir, Ebû Saîd el-Hudrî ve Huzeyfe İbnü’l-Yemân tarafından rivâyet edilmiş olup, onların herbiri şöyle demiştir:

“Mahşer halkı Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme gelecek; Allah Teâlâ ona şefâat izni verecek. Emânet ve sıla-i rahim Sırat’ın iki yanında ayakta duracak.

Emânet; emânete riayet edenlere şâhitlik edecek, emânete hiyânet edenleri de Cenâb-ı Hakk’a şikâyet edecek. Aynı şekilde sıla-i rahim de, akrabasını koruyup gözetenlere şâhitlik, akrabalık bağlarını koparanları da Allah Teâlâ’ya şikâyet edecektir.

Kaynak: Kadı İyaz, Şifa-i Şerif

İslam ve İhsan

ŞEFAAT VAR MI? ŞEFAAT NASIL OLACAK?

Şefaat Var mı? Şefaat Nasıl Olacak?

PEYGAMBER EFENDİMİZİN ŞEFAATİ

Peygamber Efendimizin Şefaati

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.