"şehit Olmak İstiyorum" Diyen Osmanlı Paşası

Sultan 2. Abdülhamid zamanında ordu kumandanı olan Abdülezel Paşa, ak sakallı olduğu bir dönemde Yunan saldırısına karşı, cenk meydanında gençleri dahi geride bırakan ibretlik bir direniş sergiledi. 

Sultan 2. Abdülhamid zamanında ordu kumandanı olan Abdelaziz Paşa'nın, paşalık yaptığı yıllarda Osmanlı Devleti, dıştan ve içten birçok tehlikeyle karşı karşıya bulunmaktaydı ve bu durum, devleti bir hayli yıpratıyordu. Böyle bir ânı kendileri için bulunmaz bir fırsat addeden Yunanlılar da arâzilerini genişletmek arzusuyla harekete geçtiler.

İlk olarak Girit’e asker çıkardılar. Ardından adadaki Türk ahâlîye akıl almaz işkence ve katliamlara giriştiler. Bunun üzerine Osmanlı Devleti, altı gün içinde adanın boşaltılması yolunda Yunanistan’a bir nota verdi. Ancak Yunanistan’ın buna kayıtsız kalması üzerine harp îlân etti.

PAŞA, ASKERLERİNİN HÂLİNE DAYANAMADI

Abdülezel Paşa da, bu harpte Alasonya ordusunun 2. Tugay kumandanı olarak va­zi­felendirildi. O esnâda Yunan kuvvetleri, taarruz hareketlerinin neticeye ulaşabilmesi için Osmanlı hududuna saldırmış bulunuyordu.

Abdülezel Paşa der­hâl harekete geçerek serhadde ulaştığında hudut kulelerindeki Osmanlı askerleri, etraflarını kuşatan Yunan kuvvetleri ile kahramanca bir mücâdele içinde idiler. Üzerlerine yağmur gibi yağan top gülleleri ve mermileri karşısında herhangi bir gerileme göstermeyen kuledeki yiğit askerler, fedâ-yı cân ederek bir bir şehâdet şerbetini içiyorlardı.

Bu hazin hâli gören Paşa, o an yiğitlerin yardımına koşmaya çalıştıysa da düşmanın kesif top ateşinden dolayı bir türlü kulelere yaklaşamadı. Merhamet ve şefkatle dolu gönlü hem mahzun hem de gazaplı bir hâlde atını sağa sola sürerek:

“–Aman yâ Rabbî! Kardeşlerimiz cayır cayır yanarak şehîd düşüyorlar. Şu yiğit vatan evlâtları kulelerde mahvolacaklar. Âh bir akşam olup ortalık kararsa da, kendilerine yardım edebilsek!..” diye çırpındı ve akşamı zor etti.

PAŞANIN, SAVAŞIN SEYRİNİ DEĞİŞTİREN KONUŞMASI

Nihâyet ortalık kararır kararmaz da bir tabur asker aldı, kulelerde bulunan fedâkâr ve yiğit gâzileri kurtardı. Ertesi gün ise büyük bir hücum başlattı. Kendisi de bil-fiil harbe iştirâk ederek kahraman yiğitleriyle beraber yıldırım gibi düşman üzerine atıldı. «Allah, Allah» nidâlarıyla harbin akışına kapılıp en ön safa geçti. Bunun üzerine telâşlanan yanındaki kumandanlar, yetmiş yaşlarındaki ak sakallı bu kumandana kör bir düşman kurşununun isâbet etmemesi için:

“–Paşa Hazretleri! Düşman mermileri etrafınızda uçuşuyor; ne olur biraz geri çekilseniz!..” dediler.

Fakat yüreği nice gazâlarda pişmiş, cesur ve gözüpek bir kumandan olan Abdülezel Paşa, bu îkâza yiğitçe:

“–Ey gâziler! Bilirsiniz ki eceli gelmeden hiç kimsenin ömrü hitâma ermez. Elli yıldır muhârebe meydanlarında bu gerçeğe defalarca şâhid oldum. Ayrıca bilesiniz ki yıllardır şu gönlüm şehîd olmak aşkıyla yanıp tutuşmaktadır. Hâl böyleyken benden, yerimi terk edip de geri çekilmemi sakın ola istemeyin!..” şeklinde, ders verici tâ­rihî bir mukàbelede bulundu.

 

Bu sözlerinden sonra hızla düşman saflarına doğru at süren Pa­şa’­nın ardından bir kasırga gibi esen Osmanlı askerlerinin bu şiddetli hücûmu karşısında Yunanlılar tutunamayıp kaçmaya başladılar. Bir delikanlı çevikliği içinde serî hamle ve hareketlerle askeri pek mükemmel bir şekilde sevk eden Paşa, büyük bir sürûra gark olmuş bir vaziyette hücûma devam ediyordu.

İşte bu esnâda alnına gelen bir kurşun, onun yıllardır arzuladığı ilâhî bir nîmet olan şehâdete vesîle olarak hakkında ikinci bir sürûr oldu. Paşa, bu sürurla şehâdetin ulvî kanlarına bürünerek rahmet ve vuslat iklîmine kanat açtı.

Cesed-i fânîsini atından indirip toprağa koyduklarında, bu sürûrun izleri dudaklarında hâlâ mevcuttu. Bu, yüce sevgiliye şehîdlik şan ve şerefiyle kavuşmanın tatlı bir tebessümüydü. Zaten memleketine son ziyâretinde yakın bir ahbâbına şöyle demişti:

“–Allah Teâlâ, bana hâfızlık nîmeti ve paşalık gibi iki rütbe bahşetti. Şimdi bir üçüncüsünü istiyorum ki, o da şehîdlik rütbesidir!”

Nitekim bu duâsı kabûl olmuş olacak ki, şehîdlik rütbesi de kendisine ihsân edildi.

Rahmetullâhi aleyh!

Kaynak: Osman Nuri Topbaş / Osmanlı, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.