Selman-ı Farisi’nin (r.a.) Hayatı

KİM KİMDİR?

Altın Silsile’nin ikinci halkası, İranlı ilk Müslüman, hakîkate adanmış bir ömür: Selmân-ı Fârisî’nin (r.a.) hayatı...

Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh- (Altın Silsile 3) - Sesli Kitap

“Selmân” ismini ona, Allah Resûlü vermiştir. Güzel ahlâkı, kalbî ve rûhî derinliği sebebiyle Selmân-ı Pâk, Selmânü’l-Hayr, Selmânü’l-Hakîm ve Selmânü’l-Muhammedî diye de isimlendirilmiştir. Kendisine nesebi sorulduğunda, Hak’ta fânî olduğunu gösteren şu güzel cevâbı vermiştir:

“–Ben Selmân bin İslâm’ım!” Yani İslâm’ın oğlu Selmân…

SELMAN-I FARİSİ (R.A.) HİKAYESİ

Selmân (r.a.), Cenâb-ı Hakk’ı arama azim ve gayretinin nice ibretlerle dolu hikâyesini, talebesi İbn-i Abbâs Hazretlerine şöyle anlatmıştır:

“Ben, Isbahan’ın Ceyy isimli köyünde yaşardım. Babam köyümüzün dînî lideri idi. Hayatta en çok sevdiği kişi bendim. Bu aşırı sevgisi sebebiyle beni yanından hiç ayırmaz, kız evlâdı gibi dâimâ evde tutardı. Babamın dîni olan Mecûsîliğe (Ateşperestliğe), kendimi o kadar kaptırmıştım ki, ateşe bakma işini bile üzerime almıştım. Onun bir an olsun sönmesine izin vermezdim…

Bir gün babamın işi olduğu için çiftliğimize beni gönderdi. Yolda bir hristiyan kilisesine rastladım. Merakla yaptıklarını seyrettim ve; «Vallâhi bu bizim dînimizden daha hayırlıdır.» deyip Güneş batıncaya kadar oradan ayrılmadım. Çiftliğe ise hiç gitmedim. Onlara: «–Bu dînin aslı nerededir?» dedim. Şam’da olduğunu söylediler.

Akşamleyin babam durumu öğrenince, kaçmamdan korktuğu için ayağıma bir bukağı (kelepçe) vurdu ve beni eve hapsetti. Kilisedeki hristiyanlara; «Yanınıza Şam’dan bir ticaret kâfilesi geldiği zaman bana bildirin!» diye haber gönderdim. Nihâyet hristiyan tüccarlar ile Şam’a gittim. İlim yönünden en üst seviyedeki din adamının kim olduğunu sorup öğrendim ve hemen yanına vardım:

«–Ben bu dîne girmek, senin yanında kalıp kilisede hizmet etmek ve seninle birlikte ibadet etmek istiyorum.» dedim ve kilisede kalmaya başladım.

Şam Piskoposu (baş papazı) kötü ve muhteris bir adamdı. Hristiyanlara sadaka vermelerini emreder, toplanan malları kendisi için biriktirir, yoksullara bir şey vermezdi. Böylece yedi küp dolusu altın ve gümüş biriktirmişti. Yaptıklarını gördükçe kinleniyordum. Nihâyet bir gün öldü. Hıristiyanlara:

«–Bu, kötü bir adamdı. Sadaka vermenizi emreder, getirdiklerinizi kendine saklar, yoksullara bir şey vermezdi!» dedim ve hazinesini gösterdim. O zaman:

«–Vallâhi biz onu aslâ gömmeyiz.» dediler. Ölüsünü astılar ve taşa tuttular! Onun yerine kiliseye başka bir din adamı getirdiler. Cemaati içinde ondan daha fazîletli, onun kadar dünyayı hiçe sayan, âhirete rağbet eden, gece gündüz ibadet eden bir kimse görmedim. Bu zât vefât edeceğinde ben ona:

«–Ey kıymetli din adamı! Ben senin yanında bulundum. Senden önce hiç kimseyi, seni sevdiğim kadar sevmedim! Görüyorsun ki sana Allâh’ın emri gelmiş durumda. Bana ne yapmamı ve kime gitmemi tavsiye edersin?» dedim.

«–Evlâdım! Buralarda benim yolumda giden bir kişi bilmiyorum. Sâlih insanlar ölüp gittiler. Yaşayanlar da dînin aslî hükümlerini değiştirip çoğunu da terk ettiler. Yalnız Musul’da bir zât vardır. O, benim tuttuğum yol üzeredir. Sen onun yanına git!» dedi.

Bu muhterem zât vefât edince Musul’daki dostunun yanına gittim. O ölünce, tavsiyesi üzerine Nusaybin’deki, ondan sonra da Ammûriye (Eskişehir yakınlarında bir yer)’deki zâtın yanına gittim. Ammûriye’de bir miktar davar sahibi de oldum. Nihâyet oradaki din adamına da Allâh’ın emri gelip çattı. Bana:

«–Evlâdım! Vallâhi bugün yeryüzündeki insanlardan yanına gitmeni tavsiye edebileceğim, bizim düşüncemizde olan hiç kimse bilmiyorum! Fakat Âhir Zaman Peygamberi’nin gelmesi çok yaklaşmış, gölgesi üzerimize düşmüştür! O Peygamber, İbrahim u’ın dîni üzere gönderilecektir. Kendisi Arap topraklarında zuhûr edecek, iki kara taşlık arasındaki hurma bahçeleri bulunan bir yere hicret edecektir. O, hediyeden yer, sadakadan yemez. O’nun iki kürek kemiği arasında da peygamberlik mührü vardır. Eğer o diyarlara gitmeye gücün yeterse git, hemen yola düş!» dedi.

Bir müddet sonra Kelb Kabîlesi’nden bâzı tüccarlarla karşılaştım. Onlara:

«–Beni Arap diyârına götürünüz, ben de ücret olarak şu davarlarımı size vereyim.» dedim, kabûl ettiler. Vâdi’l-Kurâ’ya vardığımızda bana zulmettiler ve beni köle olarak bir Yahudîye sattılar. Oradaki hurma ağaçlarını görünce; «Burası Âhir Zaman Peygamberi’nin hicret yurdu mu acabâ?» diye ümitlendimse de tam kānî olmadım. Sonra, Kurayzaoğulları’ndan sahibimin amcaoğlu geldi ve beni satın alıp Medîne-i Münevvere’ye götürdü. Vallâhi Medîne’yi görür görmez oranın hicret yurdu olduğunu anladım…

Bir gün hurma ağacının üstünde çalışıyor, sahibim de ağacın gölgesinde oturuyordu. O esnâda amcasının oğlu gelip:

«–Allah, Evs ve Hazrec kabîlelerinin belâsını versin! Vallâhi onlar Kubâ köyünde, Mekke’den gelen ve peygamber olduğunu iddiâ eden bir zâtın başına toplanmışlar!» dedi. Bunu işitir işitmez beni öyle bir titreme tuttu ki, neredeyse efendimin üzerine düşecektim:

«−Ne dedin? Ne dedin?» diyerek hemen hurma ağacından indim. Sahibim kızdı, bana şiddetli bir tokat vurup;

«–Seni ne ilgilendirir? Sen işine bak!» dedi. Akşam olunca, biriktirmiş olduğum az miktarda bir yiyeceği de yanıma alıp Kubâ’da bulunan Rasûlullah (s.a.v.)’e gittim:

«–Sen’in sâlih bir zât olduğunu işittim. Etrâfında da muhtaç ve kimsesiz sahâbîlerin varmış! Yanımda sadaka olarak ayırdığım bâzı şeyler vardı. Durumunuzu öğrenince sizi buna daha lâyık gördüm!» diyerek o yiyecekleri kendisine takdîm ettim. Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz ashâbına:

«–Alınız, bunu yiyiniz!» buyurdu ve kendisi ondan yemedi. Kendi kendime; «Bu bir!» dedim.

Sonra O’nun yanından ayrılıp yerime döndüm. Yine bir şeyler biriktirdim. O esnâda Allah Resûlü de Medîne’ye gelmişti. Yanına varıp:

«–Senin sadakadan yemediğini gördüm. Bu, sana ikram olmak üzere hazırladığım bir hediyedir!» dedim. Resûlullah bu defa ondan yedi ve ashâbına da yemelerini söyledi. «Bu iki!» dedim.

Bir gün Allah Resûlü bir cenâze münâsebetiyle Cennetü’l-Bakî’ye gitmiş, ashâbının arasında oturuyordu. Üzerinde, her tarafını bürüyen iki parça ihram vardı. Huzûr-i âlîlerine çıkıp selâm verdim. Sonra da Peygamberlik Mührü’nü görebilir miyim diye arka tarafına geçtim. Allah Resûlü niyetimi anlayıp sırtındaki ridâyı sıyırdı. Mührü görür görmez tanıdım, üzerine kapanıp öptüm ve ağlamaya başladım. Âlemlerin Efendisi r:

«–Bu tarafa dön!» buyurdular. Gelip önlerinde oturdum. Başımdan geçenleri anlattım. Benim bu kıssamı ashâbının da işitmiş olması, Rasûlullah (s.a.v.)’i pek memnun etti…” (Ahmed, V, 441-444; İbn-i Hişâm; I, 233-242; İbn-i Sa‘d, IV, 75-80)

Efendimiz: “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyuruyorlar. (Buhârî, Edeb, 96) İşte Selmân (r.a.) da nice çilelere katlanarak ömrü boyunca aradığı sevgilisine kavuşmuştu. Artık yegâne arzusu, dâimâ Allâh’ın Habîbi’nin yanında olmak ve O’nun emrinde hareket etmekti. Ondaki bu iştiyak ve sadâkati gören Allah Resûlü:

“–Selmân! Kölelikten kurtulmak için efendin ile antlaşma yapsan olmaz mı?” buyurdular.

Bunun üzerine Selmân t, çukurlarını da kazmak şartıyla üç yüz hurma fidanı dikmek ve kırk ûkıyye[1] altın vermek üzere anlaştı. Rasûl-i Ekrem de ashâbına:

“–Kardeşinize yardım ediniz!” buyurdular. Kimi on, kimi on beş, kimi yirmi, herkes imkânı nisbetinde yardımda bulundu. Allah Rasûlü r:

“–Ey Selmân! Fidanların çukurlarını kazıp bana haber ver de onları kendi ellerimle dikeyim!” buyurdular. Selmân (r.a.) şöyle der:

“…Fidanlardan bir tâne bile tutmayan olmadı. Her biri senesinde meyve verdi ve meyvesi yendi.

O günlerde Resûlullah’a mâdenlerin birinden tavuk yumurtası kadar altın getirilmişti. Onu mübârek diline sürdü ve:

«–Al, Cenâb-ı Hak bununla senin borcunu ödeyecektir!» buyurdular. Altını aldım. Alacaklıya ondan tartıp tartıp verdim. Vallâhi o küçük altın külçesinden tam kırk ûkıyye tarttım. O öyle bereketliydi ki, sanki o altın ile Uhud Dağı’nı tartmış olsaydım, muhakkak altın daha ağır gelirdi!”

Selmân (r.a.) artık Hendek ve sonrasındaki bütün seferlerde hep Peygamber Efendimiz’in yanındaydı.[2]

Diğer bir rivâyette Hazret-i Selmân’ı (r.a.), Peygamber Efendimiz’in emriyle Hazret-i Ebûbekir’in satın alıp azâd ettiği de ifâde edilir.[3] Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in yardımıyla kölelikten kurtulduğu için ona “Mevlâ’n-Nebî” yani Hazret-i Peygamber’in âzadlısı da denilmiştir.[4]

Selmân (r.a.) artık gece gündüz Efendimiz (s.a.v.)’den hiç ayrılmayan Ashâb-ı Suffe’ye dâhil olmuştu.

Selmân (r.a.), fıtraten çok temiz yürekli ve mütevekkil bir zât idi. Her ne pahasına olursa olsun, Hicaz’dan doğacak hidâyet güneşinin işrâkı esnâsında orada bulunmak istemiş ve bunun için sayısız meşakkatlere katlanmıştı. Onun bu ibretli hayat hikâyesi, bizim için; Hakk’ı ve hakîkati aramanın, bu uğurdaki fedâkârlığın ve îmânı aşkla yaşama heyecanının canlı bir misâlidir. Biz de bu dünyada Efendimiz’i ne kadar sever, hâl ve davranışlarımızda O’nunla ne kadar beraber olabilirsek, kıyâmetin o zor ve meşakkatli gününde -inşâallah- o kadar O’nun yakınında oluruz.

Ebû Hüreyre (r.a.) anlatır:

Peygamber Efendimiz’in yanında oturuyorduk. O esnâda Efendimiz’e Cumâ Sûresi nâzil oldu.

(Allah Teâlâ, Peygamber’ini) mü’minlerden henüz kendilerine yetişmemiş bulunan diğer insanlara da göndermiştir. O, Azîz’dir, Hakîm’dir.” (el-Cum’a, 3) âyet-i kerîmesine gelince ben:

“–Bu âyet-i kerîmede bahsedilen diğer insanlar kimlerdir ey Allâh’ın Resûlü?” diye sordum. Suâlimi üç defa tekrarlayıncaya kadar bana cevap vermediler. Aramızda Selmân-ı Fârisî (r.a.) de vardı. Rasûlullah mübârek ellerini Selmân (r.a.)’ın sırtına koydular ve şöyle buyurdular:

“–Şayet îman Süreyyâ Yıldızı’nın yanında olsaydı, bunun milletinden bir kısım yiğitler (yine de) ona ulaşırlardı.” (Buhârî, Tefsîr, 62/1; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 231)

“EHLİ BEYTİMİZDENSİN” MÜJDESİNE MAZHAR OLAN SAHABİ

Selmân’ın (r.a.) Allah yolundaki fedâkârlıkları, Peygamber Efendimiz’e muhabbeti ve Sünnet-i Seniyye’ye bağlılığı, onun Ehl-i Beyt’ten sayılmasına vesîle olmuştur. Selmân (r.a.), her hâliyle ve bilhassa da Allah yolundaki fedâkârâne gayretleriyle öyle güzel bir numûne şahsiyet hâline gelmişti ki, Ensâr ve Muhâcirler:

“−Selmân bizdendir.” diyerek onu paylaşamaz olmuşlardı. Rasûlullah da hem onların arasını bulmak, hem de Selmân’ı (r.a.) taltîf etmek için:

“–Selmân bizdendir, Ehl-i Beyt’tendir!” buyurdular.[5]

Nitekim Rasûlullah şöyle buyurmuşlardır:

Dikkat edin, benim dostlarım babamın âilesi değildir. Benim asıl dostlarım, Allah Teâlâ ve sâlih mü’minlerdir.” (Müslim, Îmân, 366; Buhârî, Edeb, 14)

“Şüphesiz benim asıl dostlarım müttakîlerdir.” (Ebû Dâvûd, Fiten, 1/4242)

Selmân (r.a.)'ın, Rasûlullah Efendimiz’in yanındaki mevkii, çok farklıydı. Sahâbîler, Peygamber Efendimiz’e bir şey sormak istediklerinde, Hazret-i Selmân’ı (r.a.) araya koyarlardı. Zira o, Allah Rasûlü ile nasıl konuşulacağını çok iyi bilirdi.

Hazret-i Ayşe şöyle der:

“Bâzı geceler Selmân-ı Fârisî, Rasûl-i Ekrem’le başbaşa kalırlardı. Neredeyse Rasûlullah ile bizden çok görüşürdü.” (İbn-i Abdi’l-Berr, el-İstiâb, II, 636; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 510)

Hazret-i Selmân (r.a.) şöyle anlatır:

“Ben hasta iken Allah Resûlü  ziyaretime gelmişti. Çıkarken:

«Ey Selmân! Allah sıkıntılarını gidersin, günahını affetsin! Ölünceye kadar dînine kuvvet, bedenine sıhhat ihsân eylesin!» buyurdular.” (Heysemî, II, 299)

Selmân-ı Pâk (r.a.), hayatı boyunca sadaka yememiş,[6] kimseden bir şey kabûl etmemiştir.[7]

Hazret-i Ömer, Dîvan Teşkilâtı’nı kurunca, Selmân-ı Fârîsî’ye (r.a.), Hazret-i Hasan ile Hüseyin’e (r.a.) verdiği kadar tahsîsat bağlamış, yani onu da Ehl-i Beyt’ten kabûl etmiştir.[8] Fakat zâhid bir gönle sahip olan Selmân (r.a.), bu tahsîsâtı sadaka olarak dağıtıp hurma liflerinden ördüğü hasır ve sepetleri satmak sûretiyle geçimini temin etme yolunu tercih etmiştir.[9]

SELMAN-I FARİSİ’NİN (R.A.) FAZİLETLERİ

Selmân-ı Pâk (r.a.); âlim, zâhid, dünyaya değer vermeyen, lüks ve israftan uzak duran, alçak gönüllü, güzel ahlâklı, parlak zekâya sahip, kahraman ve fedâkâr bir sahâbî idi. Rasûlullah Efendimiz’e husûsî bir yakınlığı vardı. Peygamber Efendimiz zamanında fetvâ veren sahâbîlerden biriydi. Hayatı boyunca İslâm’ı bulmak ve onu insanlara öğretmekle meşgul olmuştur. Fârisîlerin ilk Müslüman olanıdır.[10]

Bir gün Allah Rasûlü:

“–Allah Teâlâ bana dört kişiyi sevmeyi emretti ve kendisinin onları sevdiğini haber verdi.” buyurmuş ve Hazret-i Ali, Ebû Zer, Mikdâd ve Selmân’ı (r.a.) zikretmişlerdir. (Tirmizî, Menâkıb, 20/3718)

CENNETLE MÜJDELENEN ÜÇ SAHABİ

Yine Rasûlullah Efendimiz:

“Cennet şu üç kişiye müştâktır: Ali, Ammâr ve Selmân!” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Menâkıb 34/3797)

Ashâb-ı kirâm, Hazret-i Selmân’a (r.a.) giderek kendileri için duâ taleb ederlerdi.

Zulüm gören insanlar, ona giderek şikâyetlerini arz ederlerdi.[11]

Yine o, kendisinden ilim alınması tavsiye edilen âlim sahâbîlerdendi.[12]

Selmân’ın (r.a.) evine gelen bir kişi, içeride bir kılıç ve Kur’ân-ı Kerîm’den başka bir şey göremeyince çok şaşırmıştı. Selmân (r.a.) ise, önünde ulaşılması zor ve meşakkatli bir yerin, yani âhiretin bulunduğunu, oraya sâlimen varabilmek için mallarını harcadığını söyledi.

SELMAN-I PAK KİMDİR?

Selmân (r.a.), Rasûlullah Efendimiz’in saçlarını traş ettiği için berberlerin pîri kabûl edilmiş ve kendisine “Selmân-ı Pâk” denilmiştir.

Selmân (r.a.), Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in vefâtından sonra Medîne-i Münevvere’den ve Hazret-i Ebû Bekir’in sohbetinden ayrılmadı. Ebûbekir (r.a.) ile çok yakın münâsebetleri oldu. Ondan feyz aldı. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde çok yüksek derecelere ulaştı.

Bir taraftan da güzîde talebeler yetiştiriyordu. Meselâ Ebû Saîd el-Hudrî, İbn-i Abbâs, Evs bin Mâlik (r.a.) gibi kıymetli sahâbîler, onun talebeleri arasında idi. Ebû Hüreyre (r.a.) da ondan hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Tâbiînin büyüklerinden ve o zaman Medîne-i Münevvere’de Fukahâ-i Seb’a denilen yedi büyük âlimden biri olan Kâsım bin Muhammed Hazretleri de, Selmân-ı Fârisî’nin (r.a.) talebelerindendir. Onun derslerinde ve mânevî sohbetlerinde inkişâf edip kemâle ermiştir.

Selmân (r.a.), irtidat (dinden dönme) hâdiseleri esnâsında hazırlanan ordunun en ön safında yer almış ve öncü kuvvet olarak savaşmıştır.[13]

Selmân (r.a.), Hazret-i Ebûbekir’i vefâtından evvelki son hastalığında ziyaret etmiş ve:

“–Bana tavsiyelerde bulun!” demişti. Ebûbekir (r.a.) da:

“–Allah dünya nîmetlerini sizin önünüze serecek. Ondan ancak ihtiyacın kadarını al!..” diye başlayıp ona birtakım nasihatlerde bulundu.[14]

Selmân (r.a.), Hazret-i Ömer zamanında ise İran fetihlerine katıldı. İranlı olduğu için, ordunun önünden giderek Farsları kendi lisanlarıyla İslâm’a dâvet etti ve Allâh’ın dînini anlattı. Savaşın şiddetlendiği anlarda, İslâm askerlerinin moralini artıracak konuşmalar yaptı ve onlara âhiret gününü hatırlattı. İranlıların âdetleri hususundaki geniş bilgi ve tecrübeleriyle de İslâm ordusuna çok faydası dokundu.

Zaman zaman askerî birliklere kumandanlık yaptı. Kuşattığı kale halklarına hücûm etmeden önce mühlet tanıdı ve Peygamber Efendimiz’den işittiği gibi, onları evvelâ İslâm’a dâvet edip Farsça olarak şöyle hitâb etti:

“–Ben sizden bir kimseyim, İranlıyım. Görüyorsunuz, Araplar benim emrim altında ve bana itaat ediyorlar. Müslüman olduğunuz takdirde, bizim haklarımız aynen size de verilecek; sizin yapmanız gereken vazifeler, bizimkilerle aynı olacaktır. Dîninizde kalmak isterseniz, cizye vermek şartıyla sizi serbest bırakırız...”[15]

SELMAN-I FARİSİ’NİN (R.A.) İBADET HAYATI

Bir gün Selmân (r.a.) Allâh’ı zikreden bir topluluğun arasında bulunuyordu. O esnâda oradan geçmekte olan Rasûlullah, onları görünce bulundukları yere doğru yöneldi. Yanlarına yaklaştığında ashâb-ı kirâm, Rasûlullah Efendimiz’e olan hürmetleri sebebiyle sükût ettiler. Allah Rasûlü:

“–Ne hakkında konuşuyordunuz? Ben sizin üzerinize inen rahmeti gördüm de bu hususta size ortak olmayı arzu ettim!” buyurdular. (Hâkim, I, 210/419)

Selmân (r.a.), gece karanlığı bastığında namaz kılmaya başlardı. Namazdan yorulursa, diliyle Allâh’ı zikrederdi. Bundan da yorulursa Allâh’ın varlığının, birliğinin delilleri ve azamet-i ilâhiyye üzerinde tefekkür ederdi. Bir müddet sonra kendi kendine:

“–Dinlendin artık, haydi namaza kalk!” derdi. Bir müddet namaz kılınca diline:

“–Yeterince dinlendin, haydi Allâh’ı zikret!” derdi. Gecenin büyük bir kısmı böyle geçerdi.[16]

Başta Hazret-i Ömer olmak üzere bütün ashâb-ı kirâm, Selmân’ın (r.a.) Allâh’a kulluğundaki vecd, heyecan ve huşû hâline imrenmişlerdir.

SELMAN-I FARİSİ’NİN (R.A.) TEVAZUU

Selmân (r.a.), samimî, mütevâzı ve geçim ehli bir Hak dostu idi. Kimseye külfeti olmazdı. Son derece mahviyet sahibiydi.

İran’ın Medâin şehri fethedilince, Hazret-i Ömer Selmân-ı Fârisî’yi (r.a.) oraya vâli tâyin etti. Selmân (r.a.) insanlara son derece âdil ve nâzik davrandığı için halk tarafından çok sevilip sayıldı. Aslî vatanında ve kendi kavmi arasında, kıymetli sözleri ve hikmetli nasihatleriyle, güzel hâli ve örnek yaşayışıyla dâimâ İslâm’ı tebliğ etti. İlmi, fazîleti, güzel ahlâkı ve üstün gayretleri sebebiyle İslâm orada sür’atle yayıldı.

Selmân (r.a.) Medâin vâlisiyken, Şam’dan Teymoğulları Kabîlesi’ne mensup bir kimse gelmişti. Yanında bir yük de incir getirmişti. Hazret-i Selmân’ın sırtında sâde bir elbise, bir de aba vardı. Şamlı, onu tanımıyordu. Onu bu hâlde görünce de:

“–Gel şunu taşı!” dedi.

Selmân (r.a.) gitti, yükü sırtlandı. Halk kendisini görünce tanıdı. Adama:

“–Yükünü taşıyan bu zât vâlidir!” dediler. Şamlı derhâl:

“–Özür dilerim, seni tanıyamadım.” dediyse de Selmân (r.a.):

“–Zararı yok, yükü gideceğin yere götürünceye kadar bırakmayacağım.” dedi.[17]

Yükü bırakınca da sahibine şu nasihatte bulundu:

“–Benden sonra artık hiç kimseyi kesinlikle hakir görme![18]

Bir gün bir şahıs, Selmân (r.a.)’ın yanında kendini medhediyordu. Hazret-i Selmân söz alarak şöyle dedi:

“–Bana gelince, ben bedenî olarak necis ve sevimsiz bir sudan, yani nutfeden yaratıldım. Vefâtımdan sonra da bedenim kokuşmuş bir cîfe hâline gelecek. Ondan sonra da, amellerin tartıldığı mîzânın başına gideceğim. Eğer, hasenâtım ağır basarsa, işte o zaman ben kerîm ve değerli biri olurum; yok hafif gelirse, kötülerin en kötüsü olurum.”[19]

Bir kişi Selmân-ı Fârisî’nin (r.a.) hamur yoğurduğunu görmüştü. Buna çok şaşırdı ve:

“–Hizmetçin nerede?” diye sordu. Selmân (r.a.) şöyle dedi:

“–Onu bir iş için gönderdim; iki işi de ona vermeyi münâsip görmedim. Hem onu bir işe göndermek, hem de buradaki işini yapmamak doğru olmaz, haksızlık olur!”[20]

Maaşını aldığında ondan bir şey yemezdi. Kendi elinin emeği ile geçinirdi. Bir dirheme hurma yaprağı alıp sepet örer, onu üç dirheme satardı. Bunun bir dirhemini yaprak aldığı yere verir, bir dirhemini tasadduk eder, bir dirhemiyle de âilesinin ihtiyaçlarını karşılardı.[21]

Biraz para kazandığında onunla et veya balık alır, sofrayı hazırladıktan sonra cüzzamlı hastaları dâvet eder ve onlarla birlikte yerdi.[22]

SELMAN-I FARİSİ’NİN (R.A.) FİRASETİ

Rasûlullah, Hazret-i Selmân ile Ebu’d-Derdâ’yı (r.a.) kardeş yapmıştı.

Bir gün Selmân (r.a.) ile kardeşi Ebu’d-Derdâ (r.a.) aynı kaptan yemek yiyorlardı ki tabak ve içindeki yemek tesbîh etmeye başladı.[23]

Yine böyle bir ziyaret esnâsında Selmân (r.a.) kardeşi Ebu’d-Derdâ’nın (r.a.) hanımını oldukça eskimiş elbiseler içinde gördü ve:

“–Bu hâlin ne?” diye sordu. Kadın:

“–Kardeşin Ebu’d-Derdâ (r.a.) dünya malına ve zevklerine önem vermez.” dedi. O esnâda Ebu’d-Derdâ (r.a.) hazırlattığı yemeği Hazret-i Selmân’a ikram edip:

“–Buyurun, yemeğinizi yiyin, ben oruçluyum.” dedi. Selmân (r.a.):

“–Sen yemedikçe ben de yemem!” diye karşılık verdi. Bunun üzerine Ebu’d-Derdâ (r.a.) sofraya oturup yemek yedi. Gece olunca Ebu’d-Derdâ (r.a.) teheccüd namazı kılmaya hazırlandı. Selmân (r.a.) ona:

“–Uyu!” dedi. Ebu’d-Derdâ (r.a.) uyudu. Bir müddet sonra tekrar kalkmaya davrandı. Selmân (r.a.) yine:

“–Uyu!” diyerek onu kaldırmadı. Gecenin sonlarına doğru Selmân (r.a.):

“–Şimdi kalk!” dedi ve birlikte kalkıp tesbihatta bulundular ve namaz kıldılar. Sonra Selmân (r.a.), Ebu’d-Derdâ’ya (r.a.)şöyle dedi:

“–Senin üzerinde Rabbinin hakkı vardır, nefsinin hakkı vardır, âilenin hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını ver!”

Ebu’d-Derdâ (r.a.), Rasûlullah Efendimiz’e gidip olup biteni anlattı. Fahr-i Kâinât Efendimiz:

“–Selmân doğru söylemiş.” buyurdular. (Buhârî, Savm 51, Edeb 86)

Diğer bir rivâyette Allah Resûlü Ebu’d-Derdâ’ya (r.a.):

“–Selmân senden daha âlimdir!” buyurmuşlardır. (Heysemî, III, 199-200; Hânî, Hadâik, s. 297)

Selmân (r.a.) din kardeşliği hukûkuna çok riâyet ederdi. Hattâ vâlisi olduğu Medâin’den tâ Şam’a kadar yürüyerek gidip kardeşi Ebu’d-Derdâ’yı (r.a.) ziyarette bulunurdu.[24]

Selmân (r.a.) çok yer gezip farklı tecrübeler elde ettiği için geniş bir kültüre sahipti. Farsça ve Arapça’ya ilâveten Rumca ve İbrânîce de bilirdi.

Hendek Harbi’nde hendeğin kazılmasını, Tâif kuşatmasında da mancınık ve debbâbe[25] kullanmayı tavsiye etmiş ve bunların yapımını bizzat gerçekleştirmiştir.[26]

SELMAN-I FARİSİ’NİN (R.A.) TAKVASI

İki kişi Hazret-i Selmân’a selâm verip:

“–Sen Rasûlullah’ın sahâbîsi misin?” diye sordular. O da:

“–Bilmiyorum.” cevâbını verdi. Gelenler, acaba yanlış birine mi geldik diye tereddüt ettiler. Selmân (r.a.) sözlerini şöyle tamamladı:

“–Ben Rasûlullah’ı gördüm, O’nun meclisinde bulundum. Ancak Allah Rasûlü’nün asıl sahâbîsi, O’nunla birlikte Cennet’e girebilen kişidir.[27]

Ebu’d-Derdâ (r.a.), Hazret-i Selmân’a; “Mukaddes topraklara gelsin!” diye mektupla haber göndermişti. Selmân (r.a.) da ona şöyle cevap verdi:

“Toprak hiç kimseyi mukaddes kılmaz! İnsanı kudsîleştirecek olan şey, onun amelidir. Duyduğuma göre tabîb olmuş, insanları tedâvi ediyormuşsun! (Yani kadı olmuş, insanların dâvâlarını halledip ihtilâflarını karâra bağlıyormuşsun!) Eğer isâbetli hüküm verip insanların derdine devâ bulabiliyorsan ne mutlu sana! Yok böyle değil de tabiplik taslıyor, ehil olmadığın hâlde kadılık yapıyorsan, yanlış bir hüküm vererek bir kişiyi mânen öldürüp de Cehennem’e girmekten sakın!”

Bundan sonra Ebu’d-Derdâ (r.a.) iki kişi arasında hüküm verdiğinde, onlar dönüp giderken arkalarından bakar ve:

“–Geri dönün ve meselenizi bana tekrar arz edin, bir yanlış anlama olmasın! Vallâhi ben yanlış hüküm vererek bedbaht bir kadı olmaktan korkuyorum!” derdi.[28]

Selmân (r.a.) başka bir mektubunda kardeşine şu tavsiyelerde bulunmuştur:

“Hayr; mal ve evlât çokluğuyla değildir. Asıl hayr, hilminin artması ve ilminin sana fayda vermesidir. Bulunduğu mekân insana ibadet sevâbı kazandırmaz. Sen Allâh’ı görüyormuş gibi ibadet et ve kendini ölülerden say! (Yani ölmeden evvel ölüme iyi hazırlan!)”[29]

SELMAN-I FARİSİ’NİN (R.A.) VEFATI

Selmân (r.a.), vefâtı yaklaştığında hanımına:

“–Daha evvel sana verdiğim misk kesesini getir! Onu biraz suyla karıştırıp etrâfıma serp! Biraz sonra misafirlerim gelecek. Onlar yiyip içmezler, ancak güzel kokuyu severler.” dedi. (Meleklerin güzel kokudan hoşlandıklarını kastediyordu.)

Hanımı, onun bu arzusunu yerine getirip dışarı çıktı. Bir ses işitip geri döndüğünde, Selmân-ı Fârîsî Hazretlerinin vefât etmiş olduğunu gördü. Allah ondan râzı olsun![30]

SELMAN-I FARİSİ (R.A.) NE ZAMAN VE NEREDE VEFAT ETTİ?

Hicrî 34 veya 36, milâdî 654 veya 656 senesinde Medâin’de şehîden vefât etti.[31]

Selmân (r.a.) uzun bir ömür sürmüştür. Vefât ettiğinde geriye bıraktığı malı, yirmi beş - otuz dirhem tutarında üç dört parça eşya idi.[32]

SELMAN-I FARİSİ’NİN (R.A.) KABRİ NEREDEDİR?

VI. Murad tarafından tamir ettirilen türbesi, Bağdat yakınlarındaki Selmân-ı Pâk kasabasındadır.[33]

SELMAN-I FARİSİ’NİN (R.A.) HİKMETLİ SÖZLERİ

  • “Gece olunca insanlar üç hâl üzere olurlar: Kimi lehine olanı yapar, aleyhine olanı yapmaz. Kimi, aleyhine olanı yapar, lehine olanı yapmaz. Kimi de ne lehine ne aleyhine hiçbir şey yapmaz.

Yani bâzı insanlar, diğer insanların gafletini ve gecenin karanlığını fırsat bilir, bundan istifâdeyle kalkar, abdest alıp namaz kılar, geceyi amel-i sâlihlerle ihyâ ederler. İşte bunlar, lehlerine olanı yapmış, aleyhlerine olanı terk etmişlerdir.

Kimileri de, insanların gafletinden ve gecenin karanlığından istifâde ile Allâh’ın haram kıldığı fiilleri işler, nefsânî arzularıyla geceyi ziyan ederler. Bunlar da aleyhlerine olanı yapmış, lehlerine olanı terk etmişlerdir.

Diğer bir kısmı ise sabaha kadar uyumuş, geceyi gafletle geçirmişlerdir. Onlar da ne lehlerine ne de aleyhlerine bir şey yapmamışlardır.”[34]

  • “Kalp ile cesedin durumu, âmâ ile kötürümün durumu (birbirine yardımcı olması) gibidir. Kötürüm:

«–Şurada bir meyve görüyorum, ama uzanıp alamıyorum. Beni oraya götür de onu alayım.” der. Bunun üzerine âmâ onu kaldırıp götürür. O da, meyveyi koparır, hem kendisi yer, hem de âmâya yedirir.”[35]

  • “Bir mü’minin dünyadaki hâli, hekimi yanında olan bir hasta gibidir. Hekim, onun hastalığını da bilir; ilâcını da. Hasta, zararlı bir şey istediği zaman, hekimi ona mânî olur ve:

«–Sakın ha ona yaklaşma; onu alırsan seni helâk eder!» der. Hastalıktan kurtuluncaya kadar onu zararlı şeylerden uzak tutar ve nihâyet ağrıları dinip iyileşir.

İşte mü’minin hâli de böyledir. O, başkalarına verilen dünyalıklardan pek çok şeye kavuşmak ister; fakat Allah Teâlâ onu dâimâ nefsânî arzularından uzaklaştırır, tâ ki bu hâl üzere canını alıp Cenneti’ne koyar.”[36]

[Mekke’de mü’minler zulüm altındaydı ve çok cefâ görüyorlardı. Çeşitli ülkelerde ticaret yapıp bol kazanç elde eden müşriklere bakıp;

“–Kâfirler sereserpe rahat rahat geziyorlar. Bizler ise Cenâb-ı Hakk’a kulluk gayretinde olduğumuz için büyük mahrûmiyetlere mâruz kalıyoruz.” dediler. Bunun üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu:

“İnkârcıların (refah içinde) diyar diyar dolaşması, sakın seni aldatmasın! Azıcık bir menfaattir o, sonra onların varacakları yer Cehennem’dir. O ne kötü varış yeridir!” (Âl-i İmrân, 196-197)[37]

Rasûlullah Efendimiz de şöyle buyurmuşlardır:

“Âhirete göre dünya, sizden birinizin parmağını denize daldırmasına benzer. O kişi parmağının ne kadarcık su ile döndüğüne bir baksın!” (Müslim, Cennet, 55)

Mü’minin dünyada karşılaşıp da sabır ve rızâ ile tahammül ettiği sıkıntı ve meşakkatler, ilâhî imtihan îcâbıdır. Cenâb-ı Hak, bunlar vesîlesiyle ya kulunun günahlarını affeder veya mânevî derecesini yükseltir. Dolayısıyla başa gelen meşakkat ve iptilâları sabır ve rızâ ile karşılayabilmek, kâmil kalplerin sanatıdır…]

  • “Yapabiliyorsan, çarşı-pazara ilk giren ve oradan en son çıkan kişi olma! Çünkü orası şeytanın savaş alanı olup bayrağını oraya diker.”[38]
  • “Cenâb-ı Hakk’a karşı gizli gizli günah işlediysen, gizli gizli itaat ve istiğfâr et! Açıktan günah işlediysen, açık açık itaat ve istiğfâr et ki birbirlerini silsinler.”[39]
  • “Üç şey beni güldürdü, üç şey de ağlattı. Şunlara güldüm:
  • İnsan dünya için ümitlerle doludur; hâlbuki ölüm onun peşindedir.
  • İnsan gâfil bir şekilde yaşar, hâlbuki kendisinden gâfil kalınmaz, her hâli kaydedilir. Kirâmen Kâtibîn melekleri her an tespit hâlindedir.
  • Bâzı insanlar kahkaha ile gülerler. Hâlbuki gafletleri sebebiyle Cenâb-ı Hakk’ın gazabını mı celbediyor, yoksa O’nu râzı mı ediyorlar bilmezler.

[Nitekim, Rasûlullah Efendimiz, gülmekte olan bâzı insanların yanına varmıştı. Onlara; “–Cennet ve cehennemden bahseden kitap aranızda olduğu hâlde siz gülüyor musunuz?!” buyurdular. Oradakilerden hiçbirini, vefât edinceye kadar bir daha gülerken gören olmadı. (Heysemî, X, 307)]

Şu üç şey de beni ağlattı:

  • Rasûlullah ve ashâb-ı kirâm gibi güzîde ahbâbdan ayrılmak, onların rûhânî ikliminden uzak kalmak,
  • Ölüm ânındaki dehşet verici hâdiseler,
  • Cennet’e mi, yoksa Cehennem’e mi gideceğimi bilmeden Âlemlerin Rabbi’nin huzûruna çıkmak.”[40]

[Rasûlullah Efendimiz, nefsânî lezzetleri kökünden söküp atan ölümü çok çok hatırlamamızı emretmektedir.[41] Kıyâmet gününde ise Cenâb-ı Hak, herkese kitabını verip okumasını emredecek ve; “…Bugün hesap sorucu olarak kendi nefsin sana kâfîdir.”[42] buyuracaktır. O gün ilâhî mahkemede eller, ayaklar, deriler, gözler, kulaklar ve yeryüzü konuşacak, velhâsıl dünyada doldurduğumuz kaset o gün yeniden seyrettirilecek.]

  • “İlim engin bir deryâ, ömür ise kısadır. İlimden, (öncelikle) dîninle alâkalı ihtiyaç duyduğun kadarını al!..”[43]
  • “Allah için mütevâzı ol! Zira kim Allah için dünyada mütevâzı olursa Cenâb-ı Hak kıyâmet gününde onun kadrini yüceltir.”[44]
  • “Zâhidin maîşeti ibadettir.”
  • “Namaz ölçek gibidir, (bir mü’minin Allâh’a yakınlığının ölçüsüdür). Kim ölçüyü tam tartarsa ona da karşılığı tam olarak verilir. Kim de eksik bırakırsa, Cenâb-ı Hakk’ın Mutaffifîn Sûresi’nde ölçüyü eksik tartan hîlekârlara yönelttiği tehdit herkesin mâlûmudur!”[45]

[Selmân’ın (r.a.) işaret ettiği âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“İnsanlardan alırken ölçüp tarttıklarında tam, onlara vermek için ölçüp tarttıklarında ise noksan yapan hîlekârlara yazıklar olsun! Onlar düşünmezler mi ki, büyük bir günde (hesap vermek için) diriltilecekler! Öyle bir gün ki, insanlar o günde Âlemlerin Rabbi’nin huzûrunda dîvan duracaklardır.” (el-Mutaffifîn, 1-6)]

  • “Sırat köprüsü kurulur. Onun, usturanın ağzı gibi ince ve keskin olduğunu gören melekler;

«–Yâ Rabbî, bunun üzerinden kimi geçireceksin?!» derler. Cenâb-ı Hak da;

«–Ondan ancak benim istediğim kişiler geçirilecektir.» buyurur.”[46]

  • “Bu ümmet, ahitlerini bozmaları sebebiyle helâk edilecektir.”[47]
  • “Kıyâmet günü günahı en çok olanlar, Allâh’ın yasakladığı haram konuşmalara en çok dalanlardır.”[48]
  • “Bir kişi bir sinek yüzünden Cennet’e girdi. Diğeri de bir sinek yüzünden Cehennem’e atıldı:

Önceki ümmetlerden iki kişi, puta tapan bir kavme uğramışlardı. Onların yanına kim gelirse mutlakâ putlarına kurban kestirirlerdi. Gelenlerden birine:

«–Bir şey kurban et!» dediler. O ise:

«–Yanımda bir şey yok.» dedi.

«–Bir sinek bile olsa kurban et!» dediler. O da bir sinek kurban edip geçti ve Cehennem’e müstahak oldu. Diğerine de:

«–Bir şey kurban et!» dediler. O ise:

«–Ben Allah’tan başka kimseye kurban kesmem!» dedi. Onu şehîd ettiler, o da Cennet’e girdi.”[49]

  • Selmân (r.a.) namaz kılmak için temiz bir yer arıyordu. Hikmet ehli bir kadın:

“–Önce temiz bir kalp elde et, sonra istediğin yerde namazını kıl!” dedi. Bu söz Selmân t’ın hoşuna gitti. Kadına:

“–Hikmetli bir söz söyledin!” buyurdu.[50]

[1].1 ûkıyye yaklaşık 128 grama tekâbül eden bir ağırlık ölçüsüdür.

[2] Bkz. Ahmed, V, 443-444; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 419; İbn-i Abdilber, II, 634-638; Aynî, Umde, XIII, 116.

[3] Hâkim, III, 692/6543; Beyhâkî, Delâil, II, 91.

[4] Hâkim, III, 691/6539; Mizzî, Tehzîbu’l-Kemâl, XI, 247.

[5] Hâkim, III, 691/6541; Heysemî, VI, 130; İbn-i Hişâm, III, 241; İbn-i Sa‘d, IV, 83.

[6] İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, I, 541; Şârânî, Tabakātü’l-Kübrâ, Beyrut, tsz., I, 23; Hânî, Hadâik, s. 295.

[7] İbn-i Abdi’l-Berr, el-İstiâb, II, 635.

[8] Taberî, Târîh, III, 614; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 331-332.

[9] Bkz. İbrahim Hatiboğlu, “Selmân-ı Fârisî” mad., DİA, XXXVI, 442.

[10] Ebû Nuaym, Hilye, I, 185.

[11] Ebû Nuaym, Hilye, I, 201.

[12] Hâkim, III, 304/5183.

[13] Sâbir Abduh İbrahim, Selmân el-Fârisî, Bağdat, tsz. s. 35.

[14] Beyhakî, Şuab, VII, 365; İbn-i Sa‘d, III, 193.

[15] Tirmizî, Siyer, 1/1548.

[16] Hânî, Hadâik, s. 294.

[17] İbn-i Sa‘d, IV, 88.

[18] İbn-i Asâkir, XXI, 433; Zehebî, Siyer, I, 546.

[19] Hânî, Hadâik, s. 295.

[20] Mâmer bin Râşid, Câmi, X, 393/19464.

[21] İbn-i Sa‘d, IV, 89; Hânî, Hadâik, s. 295.

[22] Ebû Nuaym, Hilye, I, 200.

[23] Beyhâkî, Delâil, VI, 63; İbnü’l-İmâd, Şezerâtü’z-Zeheb, I, 209-210.

[24] Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, s. 127, no: 346.

[25] Debbâbe: Askerlerin altına girip, düşman oklarından korunarak kale duvarına yaklaşmak ve duvarı delmek için kullandıkları seyyar bir savaş âleti. Üzerine hayvan derisi kaplanır. Tankın ilk hâli olduğu söylenebilir.

[26] Beyhâkî, Delâil, V, 161; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 348; Vâkıdî, II, 445-447.

[27] Heysemî, VIII, 40-41; Zehebî, Siyer, I, 549.

[28] Muvatta’, Vasiyet, 7.

[29] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 510.

[30] Bkz. İbn-i Sa‘d, IV, 92; Ebû Nuaym, Hilye, I, 207.

[31] Hânî, Hadâik, s. 298; Müslim, İmâre, 165.

[32] Ahmed, V, 438; Ebû Nuaym, Hilye, I, 197.

[33] İbrahim Hatiboğlu, “Selmân-ı Fârisî” mad., DİA, XXXVI, 442.

[34] İbn-i Asâkir, XXI, 446; Zehebî, Siyer, I, 549-550.

[35] Ebû Nuaym, Hilye, I, 205.

[36] Ebû Nuaym, Hilye, I, 206.

[37] Bkz. Vâhidî, Esbâbü’n-Nüzûl, s. 143; Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, IX, 132.

[38] Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 100.

[39] Hânî, Hadâik, s. 298.

[40] Ebû Nuaym, Hilye, I, 207.

[41] Bkz. Tirmizî, Zühd, 4; Nesâî, Cenâiz, 3.

[42] el-İsrâ, 14.

[43] Ebû Nuaym, Hilye, I, 189.

[44] İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VII, 120/34663.

[45] Abdürrazzâk, Musannef, II, 372/3750.

[46] İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VII, 59/34195.

[47] İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VII, 543/37817.

[48] Ebû Nuaym, Hilye, I, 202.

[49] Ebû Nuaym, Hilye, I, 203.

[50] Ebû Nuaym, Hilye, I, 206.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları