"sen Onları Simalarından Tanırsın" Ayet-i Kerimesi
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi, iffeti dolayısı ile isyeyemeyen fakirler ile ilgili nazil olan "...Sen onları yüzlerinden tanırsın." (Bakara Sûresi 273) ayet-i kerimesini anlatıyor.
İHTİYAÇ SAHİBİNİ, SÎMÂSINDAN TANIMALIYIZ.
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede;
“…Siz (diyor, sadakalarınızı, zekâtlarınızı, infaklarınızı) kendisini Allâh’a adayanlara verin…” (Bkz. el-Bakara, 273) Baştan, ilk tercih. Ondan sonra:
اَلسَّائِلِ وَالْمَحْرُومِ
(“…İsteyen ve (isteyemediği için) mahrum kalmış olan…” [el-Meâric, 25; ez-Zâriyât, 19])
Mahrumların üzerinde durmalı. Yani mahrum, iffeti dolayısıyla kendisini belli etmeyenler. Umum, onu varlıklı zanneder diyor. Fakat o diyor, taaffüf sebebiyle diyor, kendini diyor, hâlini arz etmez diyor, iffet sebebiyle diyor. (Bkz. el-Bakara, 273)
Orada Cenâb-ı Hak:
“…Sen onları sîmâlarından tanırsın...” (el-Bakara, 273) buyuruyor.
Nasıl, bir insanı, hasta insanı sîmâsından tanırsın; sevinçli insanı sîmâsından tanırsın, yoksul insanı da garip insanı da sîmâsından tanıyacaksın.
Demek ki böyle bir yürek istiyor Cenâb-ı Hak. İncelecek, zarifleşecek. “…Sen onları sîmâlarından tanırsın...” (el-Bakara, 273) buyuruyor.
Efendimiz, ne var ne yok dağıtırdı. Cömertliği sonsuzdu Efendimiz’in. Kâ‘bına varılmaz bir cömertliği vardı. Âişe Vâlidemiz buyuruyor:
Ganimetler gelirdi diyor. Hediyeler gelirdi diyor. Evimizde üç gün sıcak yemek pişmezdi diyor.
“Allah Rasûlü (inanın diyor) üç gün doyarak ölmedi arpa ekmeğiyle diyor. Geleni dağıtırdı.” diyor. (Bkz. Buhârî, Eymân, 22; İbn-i Mâce, Et’ıme, 48)
Dağıtması, O’nun açlığını unuttururdu Efendimiz’in. Dağıttıkça acıkmazdı. İki büklüm olurdu, Ashâb-ı Suffe’de ders verirken, Uhud’da, Hendek kazarken, fakat açlığını unuturdu.
Demek öyle bir, nasıl bir hizmet, nasıl bir merhamet ki açlığını unutturuyor?!.
Gelen âyet-i kerîme de… Efendimiz dağıtırdı, arkadan bir garip gelirdi. Efendimiz mahzun mahzun dururdu, gamlı gamlı dururdu. Efendimiz ona hiçbir şey veremediği için üzülürdü çok, onu boş çevireceği için. Hattâ âyet-i kerîmede, yavaşça kendisini öbür tarafa çevirirdi, utancından Efendimiz, bir şey veremediği, onun bir hâcetini göremediği için utanırdı. Cenâb-ı Hak orada buyuruyor:
“قَوْلًا مَيْسُورًا” buyuruyor.
“Eğer Rabbinden umduğun (beklemek durumunda olduğun) bir rahmet için onların yüzlerine bakamıyorsan, hiç olmazsa kendilerine « قَوْلًا مَيْسُورًا » gönüllerine sevinç verici birkaç söz söyle.” (el-İsrâ, 28)
Demek ki bir müslümanın hayatında red olmayacak. Bir çıkmaz sokak göstermeyecek. Onun derdiyle -hiçbir şey veremezse- dertlenecek. Onu teselli edecek.
- Musa Topbaş Efendi'den Bir Hâtıra
Ticarî hayattan bir hâtıra:
Rahmetli pederim Mûsâ Efendi, biz ticaretle meşgul iken gelirdi bazen. Otururdu dükkânda. Bazı garipler var, sık sık gelirdi. Ona da babamız rastladı. Tezgâhtarlardan biri de;
“–Yahu dedi, daha dün geldin, her gün gelinmez ki böyle dedi. Bâri biraz zamanlı gel!” dedi.
Rahmetli peder duydu içeriden, tezgâhtarı çağırdı:
“–Bak oğlum dedi, biz dedi, sabahleyin yedik dedi, öğleyin tekrar yedik dedi, akşamleyin tekrar yiyeceğiz dedi. Hep Cenâb-ı Hak’tan istiyoruz dedi. Hiç yoksa bu garip senden iki günde bir istiyor dedi. Ver dedi, durumuna göre az da olsa ver, fakat gönlü kırık olarak buradan gönderme!..”
Bir müslümanın gönlü bu…
Cenâb-ı Hak kendisine düşman olanın bile rızkını devam ettiriyor.
Tabi burada çok mühim, Bakara’da bir âyet var:
“Güzel söz, bağışlama; arkasından incitme gelen sadakadan daha iyidir.” (el-Bakara, 263)
Onun için sadakayı verirken incitmemek lâzım. “Bak sana sadaka veriyorum, haydi al! Bak daha dün geldin ama yine ben tekrar sana veriyorum…” Allah korusun, bu çok tehlikeli bir iş!..
Cenâb-ı Hak:
“Güzel söz, bağışlama; arkasından incitme gelen sadakadan daha iyidir.” (el-Bakara, 263)
Demek ki senin bir güzel sözün, o incitilen bir sadakadan daha iyi.
Onun için, fetihlerin, en muhteşem fetih, gönüllerin-kalplerin fethidir. Ne mutlu, kalbini-yüreğini bütün mahlûkâta dergâh hâline getirenlere… Çok mühim!..
- Kabul Edilmeyen Sadaka
Abdullah bin Câfer, bir yerden geçerken, baktım diyor, bir siyâhî köle diyor, önünde bir köpek var diyor, ekmek veriyordu diyor. Seyrettim bir müddet diyor. Koparıyordu, hayvan kapıyordu diyor. Yanına yaklaştım diyor:
“–Sen kimsin?” dedim diyor.
“–Ben köleyim.” dedi diyor.
“–Bu ekmek nedir?” dedim önündeki.
“–Bu benim günlük nafakam.” dedi diyor.
“–Peki bu köpek ne?”
“–Bu da buranın hayvanı değil, herhâlde uzaktan geldi, ilk defa geliyor, ne versem alıp yutuyor, demek ki çok aç. Bunu da bana Allah gönderdi. Beni yaratan Allah, o köpeği yaratan Allah, aynı Allah. Baktım doymuyor bir türlü, çok aç. Onun için hepsini veriyorum.” dedi.
“–Peki sen ne yapacaksın o zaman bugün?” dedim.
“–Bugün ben sabredeceğim.” dedi.
Bu, Allah Rasûlü’nün terbiyesi. Demek ki Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- nasıl terbiye etti?.. İnsan düşünmeli; “Ben bu terbiyenin neresindeyim?..”
Din nasıl bir incelik, nasıl bir zarâfet!..
İşte Molla Câmî diyor ki:
“Bir gönül al ki diyor, o sana hacc-ı ekber olsun.”
Öyle bir gönlü bul, ara o gönlü…
Yine Mevlânâ diyor ki:
“Şems diyor bana bir şey öğretti diyor. (Fakat zihnine değil, kağıda yazıp öğretmedi, kalbine öğretiyor, zihnine değil.) Eğer Celâleddin, bir üşüyen varsa dedi, sen ısınma hakkına sahip değilsin dedi bana. (Bunu benim kalbime öğretti diyor Mevlânâ…) Ben de üşüyorum diyor, muhakkak üşüyen var, ısınamıyorum bir türlü.” diyor.
Mârifetullahtan mesafe almış bir yürek…
Onun için, merhamet çok mühim. Merhamet, sende olanı, onda olmayana, ona ikram etmendir. Diğer ifadeyle merhamet, başkalarının mahrumiyetini telâfi etmendir.
Efendimiz bir gün merhametten bahsediyordu. Sahâbe dedi ki:
“‒Biz hepimiz merhametliyiz Yâ Rasûlâllah!” dedi.
“‒Yok dedi, yok dedi, esas merhamet, âm ve şâmil merhamettir. Bütün Allâh’ın mahlûkâtına şâmil merhamet.” (Bkz. Hâkim, IV, 185/7310)
Afrika’dakine merhamet, Suriye’deki garibe merhamet, kapında olan aç bir köpeğe, kediye merhamet…
En çok Cenâb-ı Hak, Rahman ve Rahîm esmâsını bildiriyor.
Ondan sonra gelen âyet:
“Eli sıkı olma!..” (el-İsrâ, 29)
Allah korusun! Burada çok şey var, Cenâb-ı Hak, “Eli sıkı olma!” Onlar Hutame’ye… Pinti yani, kendine biriktiren. İsraf, kendine harcayan; o da kendine biriktiren. İkisi de kendine dönüyor.
“Eli sıkı olma!..” (el-İsrâ, 29) diyor. Cimri olma diyor.
“Tamamen diyor, aman hepsini vereyim de gitsin, onu da deme diyor. Sonra bir hasret duyarsın.” diyor. (Bkz. el-İsrâ, 29)
Efendimiz’e gelirdi bir sahâbî, aşka gelirdi;
“‒Hepsini veriyorum.”
“‒Yok derdi. Şu kadarını ver sen, çünkü yarın, verirsin, pişman olursun. Keşke biraz kalsaydı.” dersin.
İnsanlara kızarsın. Ben verdim de onlar bana bakmıyor dersin.
Onun için dâimâ îtidal…
Yalnız Efendimiz, Ebû Bekir Efendimiz’den geleni şey yapardı, Ebû Bekir’den ne gelirse hepsini alırdı. Çünkü onun pişman olacak durumu yoktu. Yani yarın dara düşse pişman olacak durumu yoktu.
Meselâ Hazret-i Ömer’den -radıyallâhu anh- yarımını alırdı, tamamını almazdı.
“…Kınanırsın...” buyruluyor. (Bkz. el-İsrâ, 29) Tabi bu çok mühim.
Tabi bizim vermemiz, kendi îmânımızı test etmektir. Cenâb-ı Hak buyuruyor:
لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ
(“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda sarf etmedikçe, iyiliğe/birrʼe eremezsiniz…” [Âl-i İmrân, 92]) Sevdiklerinizden vermedikçe Allâh’a yaklaşamazsınız, buyuruyor.
Sana Allah veriyor, sen ne kadar veriyorsun Cenâb-ı Hakk’a? Ne kadar yaklaşmanın gayreti içindesin?..
Demek ki bu bir îman testi olmuş oluyor.
Zaten bu infak âyetleri inmeye başladığı zaman, yoksul bile çıktı dağda odun kesti Ashâb-ı Suffe talebeleri, Efendimiz’in önüne getirdi sadaka.
Câbir diyor ki:
“İmkânı olup da vakfetmeyen bir sahâbî olduğunu ben bilmiyorum.” diyor. (İbnü Kudâme, el-Muğnî, V, 598)
Onun için herkes elinden geldiği kadar… Zekât minimum, ondan öteye geçmeye gayret… Bilhassa bu, İslâm’ın zor günlerinde.
İşte görüyoruz ortalığı. Birtakım yanlış propagandalar, ateizm, deizm vs. şu bu… Akîdeler ifsat edilen bir zamandayız. Bundan biz mes’ûlüz. Biz bu gençliğe ne verdik ne bekliyoruz? Belki o bizim -Allah korusun- hesap listemize konulacak belki.
Ondan sonra gelen âyet:
“Rızkı Rabbin dilediğine bol verir…” (el-İsrâ, 30) O’nun elinde. Kör bir arsa alır, birden bire zengin olur.
“…Dilediğine daraltır. Çünkü O, kullarından haberdardır…” (el-İsrâ, 30)
Yani demek ki; Cenâb-ı Hak çok verdi; “Allah bana niye verdi bunu? Bana kimler zimmetli? Hangi müesseseler bana zimmetli? Neler yapmam lâzım?..” İnsan bu idrâkin içinde olacak.
Cenâb-ı Hak vermedi; “Bu da benim için bir hayırdır. Çünkü verse belki ben tahammül edemeyecektim. İsrafa girecektim. Ben Eyyûb -aleyhisselâm- gibi sabredeceğim, şükredeceğim…”
Cenâb-ı Hak Eyyûb -aleyhisselâm-’a “نِعْمَ الْعَبْدُ; o ne güzel kuldu…” (Sâd, 44) buyuruyor.
Fakat Allah bana verdi; Süleyman -aleyhisselâm-’a, en çok ona verdi. Ona “نِعْمَ الْعَبْدُ; o ne güzel kuldu…” (Sâd, 30) buyuruyor. Kalbi bir kasa değildi. Kalbinin kasa dışındaydı.
Velhâsıl “رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً” (“…Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak.” [el-Fecr, 28]); Cenâb-ı Hak’tan râzı olabilmek.
Ondan sonra gelen âyet çok mühim. Bugün maalesef bu çok işleniyor bu cürüm, bu cinayet çok işleniyor. Orada Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Geçim endişesiyle çocuklarınızın canına kıymayın…” (el-İsrâ, 31) İmlâk… O zaman iki şeyden câhiliye devrinde kız çocukları diri diri gömülüyordu. Biri imlâk/fakirlik dolayısıyla, ben bakamam diyordu bu kadar şeye diyordu. Bir de kimi âile; bu fâhişe olur, çünkü artık ahlâk son hadde idi. Ondan şey yapıyordu.
Cenâb-ı Hak:
“Geçim endişesiyle çocuklarınızın canına kıymayın. Biz onların da sizin de rızkınızı Biz veriyoruz (buyurdu). Onları öldürmek, gerçekten çok büyük bir suçtur.” (el-İsrâ, 31) buyuruyor Cenâb-ı Hak.
O, câhiliye devrinin işiydi. Bugün de aynı câhiliye devrinin içindeyiz. Kürtaj yapılıyor bugün. O gün nasıl kuyuya atılıyorsa…
Rahimdeki çocuk diri. Makasla onu ne yapıyor kürtaj kasabı; kolunu kesiyor, senin çocuğun, bacağını kesiyor, boynunu kesiyor, parça parça alıp çıkartıyor.
Cenâb-ı Hak:
“Diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günahı sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda.” (et-Tekvîr, 8-9)
Ona da, o kürtaj yapılana, hangi sebeple kürtaj yapıldığı sorulduğunda…
Belki o kürtaj yapılan çocuk -tabi zaruretler hariç- belki o sana baston olacak yaşlandığın zaman. Belki sana o bakacak. Kaderi biliyor musun?..
Bu da gâfilâne zamanımızda işlenen en ağır günahlardan biri. Diri diri çocuğu rahimdeyken alıp öldürmek, makasla kese kese geriye çekmek. Hafazanallah!
Tabi bu nedir? “ظَلُومًا جَهُولًا” (el-Ahzâb, 72) Hem kendisi çok “zâlim” oluyor; hem de “cehûlâ” Allah bunu niye verdiğini kendisine, idrâkinde değil. O emânet olarak veriyor. Kimi mongol doğuyor, onu da emânet olarak veriyor. Ondan seni test ediyor. Ona bakma muhabbetini veriyor sana.
Cenâb-ı Hak 32. âyette:
“Zinâya yaklaşmayın, zira o bir hayâsızlıktır. O çok kötü bir yoldur.” (el-İsrâ, 32)
Yaklaşırsan, uçurumun kenarından dolaşırsan uçurumdan aşağı düşersin. Onun için günah uçurumunun kenarından kendimizi korumamız lâzım.
Fâize yaklaştın, içine düşersin fâizin. Ya bir defa yapayım diyor, hep gelenler, yahu diyor bir defa girdim ama diyor, bir daha diyor çıkamadım diyor, malım-mülküm her şeyim gitti diyor.
Fâsıklarla beraber olmak. Yaklaşma diyor. Yaklaşırsan sen de fâsıklaşırsın…
İmam Gazâlî diyor ki; “Zihnî beraberlik zamanla kalbî beraberliği meydana getirir.” buyuruyor.
Onun için velhâsıl Allâh’ın yasak kıldığı mıntıkalardan uzak durmak lâzım.
Ondan sonra Cenâb-ı Hak -birkaç şey daha var- buyuruyor; bir cana kıymanın ne olduğunu bildiriyor. Maalesef bugün cana kıymak bugün maalesef, örf deniyor, bilmem ne deniyor, güneydoğuda kan davası deniyor, hâlâ var maalesef bir câhiliye âdeti.
Yetim hakkını Cenâb-ı Hak bildiriyor:
“Ona diyor, yetim malına diyor, güzel bir ahlâkla-niyetle yaklaşın.” diyor. (Bkz. el-İsrâ, 34)
Diğer bakımdan -ictimâî- “verdiğiniz sözü de yerine getirin” diyor. (Bkz. el-İsrâ, 34) Söz verdiğin zaman borçlusun, mecbursun. O zaman söz verme!..
Rahmetli peder bize onu tâlim ederdi:
“‒Oğlum derdi, ne vereceksen, elindekinden ver, istikbâle mâtuf söz verme! O zaman o sende olmayabilir, ödemeye mecbur kalırsın.” buyururdu.
Velhâsıl Rabbimiz’e -inşâallah-, daha çok, âyetlerin hepsi birbirinden muhteşem. Hepsi bizim için istikâmet. Hepsi Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu bize.
Kur’ân-ı Kerîm Cenâb-ı Hakk’ın kitabı. Son çağrı insanlığa. Mahlûkâta, insanlığa ders kitabı. Cenâb-ı Hak yaşamayı, yaşatmayı, tefekkürde derinleşmeyi, hikmetinden, sırrından nasîb almayı Cenâb-ı Hak cümlemize nasîb eylesin.
Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..
YORUMLAR