Seni Çok Özledim Dedeciğim
Hüdhüd kuşuydu ibibik, başında bulunan güzel tüylerin hikmeti anne ve babasına duyduğu hürmettendi. Yüzlerce evladı vardı dedemin, onu özleyip su kuyusu arayan bir ibibiktim ben de.
Gözlerim kapalı, aklımdan geçen konuşmalar yavaş yavaş susarken kalbimin sesini duymaya başladım. Oysa kapı kapanıp sohbet başlayana kadar bugünü sıradan bir gün zannetmiştim. Dedemin karşısına oturacak, buğulu müşfik bakışlarını, beyaz sakalını seyrederken onu kucaklamak isteyecek, anlattıklarını unutmamak için dikkat kesilecektim.
Musa Efendi’yi görmek, sohbetinde bulunmak isteyen sevenleri tam zamanında evin kapısını çaldılar. Salon kalabalık ama ferahtı. Onun yanında birçok kere iki zıtlığın yan yana gelebildiğine şahit olmuştum. “Evladım, kapıyı kapayın ve bundan sonra gelen kimseyi içeri almayın” dedi. Dudakları kıpırdadı, dua ettiğinden emindim. Sonra Besmele çekti ve “Sessiz sohbetten alınan farklı bir feyiz vardır. Zaman zaman Sami Efendimiz de tefekkür sohbetleri yapardı” diyerek gözlerini kapadı. Dudaklarını birbirine kenetlediğinde konunun ciddiyetini ve sizden bir şey beklediğini anlardınız. Şaşkındım. Kimse kıpırdamıyor, odada çıt çıkmıyordu. Öksürüp tıksıran olmadığı gibi birbirine bakıp anlatılanları onaylar gibi başını sallayan kardeşler, kızına “al işte ben sana demedim mi” bakışı atan anneler boyunlarını eğmiş sessizliği dinliyorlardı. Onlarca gürültü saklıydı içimizde ve her biri teker teker sustuğunda kalbimizin sesini duyduk.
Yıllardan beri katıldığım sohbetlerin en etkilisiydi. Aklımıza güvenen bir nesil olarak kalplerimizi işitmez olmuştuk.
Kalp bir atış, bir vuruş değildi, içinde fıtratın sırlarını saklıyordu ve gerçekten onu dinlediğimizde asla naslara karşı bir şey söylemediğinin farkına varıyorduk.
BİR KUTU GAZOZ
Annem bu yolu sonradan bulup kıymetini bilen kadınlardandı. Yıllar sonra torunuyla evlenip gelin olarak geleceğim Medine’deki daireye, babamın en hürmet ettiği amcasını ziyarete gidiyorduk. Yedi yaşındaydım, kız kardeşimle oyuncakçıda gördüğümüz bebekleri konuşurken annem “Oyuncak düşüneceğinize Musa Amca’nın yanında edeceğiniz duaları düşünün, Allah’ın sevgili kullarının yanında Rabbiniz‘den istediğiniz dualar kabul olur bana da dua edin” dedi.
Kuba’da küçücük pencereleri olan bir apartmana girdik. Sedirle kaplı salonda oturuyordu. Tek tek hepimizin hatırını sordu. Pek çok yetişkinin yaptığından farklı büyüklerle ilgilendiğinden daha çok ilgilendi çocuklarla. Sanki annemler değil de bizdik çağrılan. Çocuklar kendilerini önemli hissederdi yanında. O gün de, yıllar sonra hasta yatağında yatarken de ne zaman olursa olsun en değer verdiği misafiri zannederdiniz kendinizi. Ziyarete gelenlere hediyeler verirdi. Sıradan şeyler olmazdı itinayla paketlenen hediyelerde. Size özel düşünülerek seçilen eşyalar ve inci gibi zarif yazısıyla adınıza yazılan bir not çıkardı.
Mis kokulu kurabiyeler, meyve suları geldi ikram olarak. Ev ahalisi de onun kadar güler yüzlü ve misafirperverdi. Beyaz keten örtülü tepside bir kutu gazoz geldi önüne. Yavaşça doldurdu bardağına. Köpükler yükselirken ben annemden aldığım bilgiye güvenerek bana da gazoz ikram etmeleri için bildiğim bütün duaları ederken Musa Amcam tatlı tatlı bana ve kardeşime bakıp “Alın bakalım bu gazozu paylaşın” dedi.
O günden sonra kız kardeşimle odamızı, patenimi, bisikletini, kederimizi paylaştık…
SESSİZ SORUNUN CEVABI
Her hafta ziyaretine giderdik. Ne kadar halsiz olursa olsun gözündeki ışıkla, yumuşak bakışlarıyla severdi torunlarını. Kocaman gönlüne hepimizi ve binlercesini sığdırmıştı. Asla laubali olmadan ciddiyetle konuşurdu. Vakarlı duruşunun arkasında mimiklerine gizlenirdi sevgisi. Bilirdik! Allah’ın hoşuna gitmeyen bir şey yapan en yakını da olsa taviz vermeden uyarılacak.
Dünya nimetleri hakkında bilgili ve zevkliydi. Kumaşın iyisini, hatların güzelini, zarif porselenleri uzaktan görse tanır ama ehemmiyet vermez, kendine gelen kıymetli hediyeleri ehillerine verirdi. Sözlerine daima Allah kelamıyla başlardı. On kişi bir salonda Musa Efendi’yle otursa hepsi kendisi için bir tavsiyede bulunduğunu söyler, muhabbetlerinden ders çıkarırdı. Dedemin tavsiyeleriyle yolumu çizmek benim için bir güvence, sığınılacak bir limandı. Bazen direk sorardım sorularımı bazen de annemin öğrettiği gibi kalbimle. Cevap hiçbir zaman gecikmezdi.
İlk bebeğimi bekliyordum. Kız olursa ismi hazırdı. Arabadan inmeden önce keşke çok güzel yaşamış birini anlatsa da onun adını koysam diye düşündüm. Kapılarını çaldık. Açılmadı. Bir daha çaldık ve hayatımızda ilk defa kapıyı Musa Dedem açtı. Beyaz sakalları nur gibi boynuna dökülmüş, yanakları pembe beyaz, gözleri ışıl ışıldı. Sesli güldüğünü hiç görmemiştim ama neşelendiğinde tebessüm eder, dudakları arasından dişleri görünürdü. Yine mütebessimdi. Şeffaf, damarları gözüken elleriyle başında ona küçük gelen komik bir takkeyi ve üstündeki eski yıpranmış ama tertemiz cüppeyi gösterip “Üstümdekiler kimin bilin bakalım” dedi. Her tahminimizde duyulmayan kahkahalarla oynuyordu karnı. Taha’l-Harîrî ve Taha’l-Hakkârî Hazretlerinin cübbesi ve sarığıydı üstündekiler. Bahçeden çıkarken Mehmet Sami Bey ile aynı anda birbirimize dönüp “Oğlan olursa adı Taha olsun” dedik. İkimiz de birbirimize söylemeden aynı şeyleri düşünmüştük.
İki ay sonra ezanını kulağına okurken dudakları minik bebeğe değdi ve Musa Taha dedemin sakallarına sarılmış gözlerinin içine baktığında onun için dua etti. Aralarındaki bağ o gün kurulmuştu. Ziyaretine gittiğimizde dedem bazen meşgul olur, Anadolu’dan gelen misafirleriyle özel görüşürdü. Sadece Musa Taha girerdi kapısı kapalı odaya ve hiç konuşmadan dizinin dibinde oynar, çocukluğunun en sakin ve uslu zamanlarını bu odada geçirirdi. Büyüklerin düzenli, dakik, saygılı olmasını bekleyen dedem çocuklara yumuşak ve müşfikti. Bunu hisseden minikler sohbet sırasında kedi gibi ona yanaşır, kucağına başını koyup uyur, mıknatıs gibi ona çekilip sakinleşirlerdi. Musa Efendi’nin kalbindeki denge masumların hissettiği, birçok kere de dile getirdikleri, sohbetinde bulunanlara sirayet eden gözle görülür bir muammaydı.
DEDEYE ÖZLEM
Kucağında uyuyan çocuklara her zaman özendim. Bazen elini öptükten sonra avucunu bir an başımın üstüne koyar birkaç saniye dururdu. Babama sarıldığım gibi sıkı sıkı sarılmak ister, vakarlı duruşundan çekinirdim. Son defa Üsküdar’daki köşkte vedalaştım, bembeyaz örtüsüne bürünmüş Rabb’ine gidiyordu. Çıt çıkmıyordu bahçede, kedileri hüzünlü, son defa kokladığı güller mahzundu. Gerekmedikçe konuşmadı kimse. Yıllar önce sûkût sohbetinde öğrendiğim gibi kalbimle konuştum. Neden cesaretimi toplayıp sarılamadığımı sordum kendi kendime, İçime ukdeydi dedemi kucaklayamamak.
Cevap yıllar sonra gecenin üçte biri geçip baykuşlar uyuduğunda geldi.
Mehmet Sami Bey her zaman tertipli ve temiz olan arabasını dedesi için birkaç saat uğraşıp hazırlamış, arka koltuk aralığına bir kutu selpak, beyaz güller ve o zamanlar nadir bulunan en sevdiği kokuyu yerleştirip ayağının altına kuzu postu sermişti. Yollar boştu, nereye gittiğimizi bilmiyordum. Evlendiğim gün Üsküdar’daki köşkün bahçesinde bizi karşıladığı günkü kadar genç ve neşeliydi dedem. “Ah dedeciğim sizi çok özledim. Bu sefer müsaadeniz olursa size sarılacağım” dedim. Gülümsedi, yumuşacık omuzlarına dokunup başımı göğsüne dayadım. Kokusu burnumda, gözlerimi açarken sesi kulaklarımda yankılanıyordu: “Vay ibibik vay!”
Hüdhüd kuşuydu ibibik, başında bulunan güzel tüylerin hikmeti anne ve babasına duyduğu hürmettendi. Yüzlerce evladı vardı dedemin, onu özleyip su kuyusu arayan bir ibibiktim ben de.
Kaynak: Hande Topbaş, Altınoluk Dergisi, Erkam Yayınları