Seven İle Sevilenin Bir Olduğu Aşk
Muhabbet, seven ile sevileni aynîleştirir veya biri diğerini benliğinde yok eder. Muhabbet arttıkça, yöneldiği varlıkla alakalı her şeyi içine almaya başlar ve onlara nüfûz ile sirâyet eder.
Hazreti Mevlânâ Mesnevî'de “Denize kavuşan bir nehirde nehirlik biter, girdiği denizin bir parçası olur.” (c.4, 2619)
“Yediğimiz bir ekmek, bünyemiz içinde erir ve vücûdumuzun bir parçası hâline gelir. (Seven bir kimsenin varlığı da, duyduğu muhabbetin şiddeti kadar, sevdiğinde kaybolur.)” (c.1, 3166)
“Aşk olmasaydı, varlık nerden olurdu? Ekmek nasıl olurdu da kendini sana verirdi; gelir, senin vücuduna katılırdı da, sen olurdu?
Ekmek kendini sana verdi, sen oldu! Neden böyle oldu? Aşktan, istekten! Yoksa, ekmeğin senin bedeninde can olmasına yol verirler miydi?
Aşk, ölü ekmeğe bile can bağışlıyor; fânî olan canını sana katıyor, ebedîleştiriyor!” (c.5, 2012-2014)
SEVEN İLE SEVİLENİN AYNİLEŞMESİ
Muhabbet, seven ile sevileni aynîleştirir veya biri diğerini benliğinde yok eder.
Muhabbet arttıkça, yöneldiği varlıkla alakalı her şeyi içine almaya başlar ve onlara nüfûz ile sirâyet eder. Mesela bir kimseyi şiddetle seven, onun doğduğu şehre, o şehrin insanlarına veya sevdiği insanın hâllerine benzer hâller taşıyanlara, onun ismini taşıyanlara… ilh. derece derece muhabbet eder. Buna muhabbetin “şuurî derinlik” kazanması da denir. Pakistan’ın meşhur mütefekkiri Muhammed İkbal, Mevlânâ Celâleddin Rûmî’ye o kadar muhabbet hâlinde idi ki, uçağı Türk hava sahanlığına girdiği zaman heyecandan gayr-i ihtiyârî ayağa kalkmış:
“–Şimdi Mevlânâ’nın yurduna girdik!..” demiştir.
Yesrib’i, “Medînetü’n-Nebî” yapıp gönüllerde taht kurmasını temin eden unsur, bağrında şefkatle bastığı âhirzaman Peygamberinin bulunmasıdır. Hazret-i Peygamber ve onun şehri “Medîne” anıldıkça, gönüllere ılık bir meltem eser. Yine Uhud’u yüzbinlerce dağdan ayırıp sevimli kılan da Peygamber Efendimizin ona olan husûsî muhabbetidir.
"MUTLAK AŞK"
Böyle bir muhabbet, genişleyip bütün varlıkları içine aldığı zaman, onun adı “mutlak aşk” olur. Bütün varlıkların kendisine bağlanabildiği tek varlık ise Cenâb-ı Hakk’tır. Çünkü onların hepsi, Allâh’ın, hâlık (yaratıcı) sıfatından bir nebze alarak “var” olmuşlardır. Öyleyse aşkın insan anlayışına göre zirvesi demek olan gerçek aşk, muhabbetin ancak Allâh’a yönelmesi ile gerçekleşebilir. O derecede ki, Allâh’la irtibatları dolayısıyla bütün varlıklar o muhabbetin içine girerler. Hakk’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı başlar. Yılan ürkütücü olmaktan çıkar. Bu ölçüyle bakıldığı zaman mutlak aşk, ancak ve ancak Allâh’ın güç yetirebileceği bir fiildir.
Biz, Allâh’a ait başka sıfatları da çeşitli varlıklara, özellikle insana izâfe ederiz. Mesela bir kimseye “âlim” veya “âdil” deriz. Böyle derken insanın Allâh gibi ilim sahibi veya adâletli olduğunu iddia etmeyiz. Eğer bunu kasdetsek, şirk olurdu. Çünkü biz, bu sıfatları Allâh’tan başkası için kullanırken, Allâh’ın “muhâlefetün li’l-havâdis”, yani yaradılmış olan hiçbir şeye benzememe sıfât-ı ilâhiyyesini hiçbir zaman unutmayız. Bu sözlerimizle âlim veya âdil dediğimiz bir kimsenin, beşerî güç ve kapasitesi kadar bu ilâhî sıfatlardan nasib aldığını ifâde etmek isteriz. Aşk da aynen böyledir. Bu sebeble, gerçekte “âşık” da “ma’şuk” da Cenab-ı Hakk’tır.
Fânî olan insan; Allâh’ın rahmet, merhamet ve muhabbetiyle kuşattığı kâinâta, bu rahmet ve bereketin tecellîsi olan bir nasiple yönelebildiği kadar “âşık” sayılır. Bu hâle gelenin makamı, “fenâfillâh”tır. Yani o, kendi benliğini Allâh’ta yok etmiş, her türlü iddiadan arınmış, fânîliğin zirvesine ve lezzetine varmış demektir. Damla, deryânın lezzetini tattığı anda rahmet denizinden bir nasîb almış ve deryaya kavuşmuştur.
Hak dostları bu hâli ne güzel ifade ederler:
“Sen çıkınca aradan / Kalır seni Yaradan”
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Âb-ı Hayat Katreleri, Erkam Yayınları