Sevenlerinin Dilinden “Sâhibü’l-Vefâ” Musa Efendi (r.a)
Sevenlerinin dilinden “Sâhibü’l-Vefâ” Musa Efendi'nin (r.a) ahlakı, irşadı, ibadet hayatı, cömertliği, infakı, vefası, muhabbeti...
Musa Topbaş Efendi kimdir? Musa Topbaş Efendi nasıl bir insandı? Musa Topbaş Efendi’nin ahlakı, irşadı, ibadet hayatı, cömertliği, infakı, vefası, muhabbeti nasıldı? Sevenlerinin dilinden Hace Musa Topbaş Efendi -rahmetullahi aleyh-
Sevenlerinin Dilinden Musa Efendi kitabını temin etmek için tıklayınız...
ALİ HÜSREVOĞLU İLE HÂCE MUSA TOPBAŞ HAKKINDA
Kendine Bir Makam Vermeden Yaşadı
-
Musa Efendi üstadımızla ne zaman ve hangi vesile ile tanıştınız?
ALİ HÜSREVOĞLU: Sami Efendi üstadımız on beş yıl süreyle Sandıklı kaplıcalarına yaz mevsimlerinde gelirlerdi. Son gelişleri benim on dört yaşında olduğum yıla rastladı. Evimize elli metre mesafede bulunan merhum Rıfat Akşit abimizin misafiri idiler. Bu sohbette sadece Sami Efendimizi görüp elini öptüğümü hatırlıyorum. Bu gelişlerinden maksat kardeşliğin Ege bölgesine yayılması idi. Denizli, Isparta, Burdur, Afyonkarahisar gibi illerdeki insanlar Sandıklı’ya gelirler, görürlerdi. Cavid Sarı abimiz her gelenle ilgilenir, mutlaka memnun eder, öyle uğurlardı. O dönemler tek parti dönemi değildi, nispeten rahatlama vardı. Fakat sıkıntının nereden ve nasıl geleceğini kestiremezdiniz. Devamlı ihtiyatlı olmak gerekiyordu. Kaplıca ortamı böyle buluşmalar için uygun bulunurdu.
Ancak bu yıldan sonra (1970) Musa Efendimiz geldiler. İlk görüşüm Rıfat Akşit abimizden sonra ev sahipliğini devralan merhum Cavid Sarı abimizin evinde oldu. Bu kutlu evin oturulacak yerleri tamamen dolduktan sonra merdivenler de çevre illerden sohbet için gelenlerle doluydu. Musa Efendimiz kaplıcada kalmazlardı. Anadolu’ya çıktıkları esnada uğrarlar, bir veya iki gece kalıp devam ederlerdi. Kütahya’da oldukları bir defasında takibe maruz kaldıklarını, polisin sıkıştırdığını, fakat ellerinde bulunan kumaş kartelasını göstererek pazarlama için çıktıklarını söyleyerek durumu kurtardıklarını anlatmışlardı.
Sandıklı’ya her teşriflerinde görürdük. Lise bitiminde Konya Yüksek İslam Enstitüsü’nü kazanmıştım. Babam “bu sene gönlüm benimle kalmanı istiyor” dedi. Her şey, her zaman bulunur, fakat baba duası her zaman bulunmaz” diyerek tereddütsüz kaldım. O sene İmam-Hatip lisesindeki hadis hocam bize misafir geldi. Söz arasında “Hiç üzülme, seneye İstanbul’u yazarsın, orada Sami Efendi var” dedi. Bu sözü hiç şüphesiz Allah söyletiyordu.
Ertesi sene İstanbul’a gittim. Her pazar günü öğle namazından sonra Erenköy’ün geniş kabul edilen evlerinde sohbet olurdu. Sami Efendimizin yanında Musa Efendimiz muhakkak bulunur, güne göre müsait olan bir veya iki kişi de bulunabilirdi. Bir sohbette bulunduktan sonra bir hafta sonraki öğle sonrasını beklemek hayli zor işti. İple çekerdik.
Bu sohbetler genellikle Musa Efendimizin talimatına göre yönetilirdi. Bu, şu anlama geliyordu: Katılacaklar namaz sonrası gelirler, herkese birer çay verilir, bitiminde büyüklerimiz gelirler, tarif edildiği renkte iki veya üç çay verilir, sohbet esnasında yudumlarlar. Sıhhati müsaitse sohbeti Sami Efendi yapar, değilse Musa Efendiye verir, o yapardı.
Bu sohbetlerde kimsenin soru sormasına ihtiyaç bırakılmaz, kimin ne gibi takıntısı varsa o mutlaka çözülür, öyle dağılırlardı. Musa Efendimiz zaman zaman şunu söz konusu ederlerdi: “Üstadımıza birkaç defa soru sormak istedim, “teslimiyetli bir ihvanın soru sormasına ihtiyaç yoktur” buyurmuşlardı.”
-
Musa Efendi’nin size en çok tesir eden hususiyetleri nelerdi?
HÜSREVOĞLU: Şöyle başlayalım: Hazret-i Mevlânâ Şems-i Tebrîzî ile halvette iken Sultan Veled kapıyı tıklayıp “Efendim Şam’dan talep geldi, şeyh istiyorlar” diyor. Şems-i Tebrîzî “ben mürid isteyecekler diye korktum. Şeyh istiyorlarsa şehirden birini gönderin, orayı idare eder. Fakat mürid istiyorlarsa ya senin, ya benim gitmem lazım” diyor.
Bu sözü boş lakırdı saymazsak bir benzerini de Hz Nakşbend söylüyor: “Her sabah dergâhın kapısına başımı koyardım, şeyhim basar geçerdi. Şimdi görev bize düştü, bir baş koyan olur mu diye bakıyorum, göremiyorum. Bunların hepsi de şeyh olmuşlar” diyor.
Sami Efendimizin ifadesiyle “Topbaş Musa Efendi’ye bu pencereden bakacak olursak bir mürid tam tamına nasıl olması gerekiyorsa öyleydi. Üstadı hakkında yazdığı eserde O’ndan: “yeryüzünde mevcut bütün mahlûkattan kendisini daha ednâ görürdü” diye bahsediyor. Yani kendisini bir makamda görmez, Allah’ın kulu olma vasfını hiçbir zaman unutmazdı. Üstadından şartına göre istifade ile Musa Efendi de aynı asaletle kendine bir makam vermeden yaşadı, Allah’ın ona yüklediği vazifeyi mükemmel yerine getirdi.
Bu konuyu doğru anlamak için onun üstadına nasıl hizmet ettiğinin bilinmesi zaruridir. Bunu müstakil bir makalede açıklamıştım.
-
Hâce Musa Efendi üstadımızın irşâd çizgisini belirleyen en fârik vasıflar nelerdi?
HÜSREVOĞLU: Bu zor bir soru. Mesleğinde en başarılı hoca, eğer talebe öğrenmek istemiyorsa yapabileceği hiçbir şey yoktur. Hz. Geylani’nin meşhur bir sözü var: “Siz ne kadar almak isterseniz o kadar veririm” diyor. Birileri ona verilen görevi tartışma konusu yaptılar, kendilerini farklı yerlere savurdular. Ancak onun üstadına tam bağlılıkla dosdoğru bir yolda olduğunu görenlerden istifade etmeyen olmadı. Dediğini tutup da zarar eden hiç olmadı. İnsanlar farklı farklı. Birisi Peygamber Efendimize soruyor: “Yâ Rasûlullah, bizden kimisi kendi kabilesine itibar sağlamak, kimisi kahramanlık göstermek için kimisi de başka bir maksatla savaşıyor/ çalışıyor. Bunlardan hangisi Allah yolundadır?” Efendimiz, “Kim Allah’ın sözü üstün gelsin diye çalışıyorsa işte o Allah yolundadır” buyuruyor.
Peygamber Efendimizi başından beri gördüğü tanıdığı halde Ebu Süfyan’ın içi Teym oğullarından Ebu Bekir’in hilafette ne işi var diye kavrulurken Üsame ordusunun yola çıkarılmasını gördükten sonra işin bu kadar basit olmadığını, bunun halisane bir İslam davası olduğunu anladığını ifade ediyor. İçindeki câhilî takıntılar istendiği şekilde temizleniyor mu? Elbette hayır. En azından direnci kırılıyor. Ebu Süfyan hilafeti Ebubekr için bir makam, bir fırsat, bir rant basamağı olarak görüyordu. Ancak Ebubekr: “Hilâfette benim rahatım yoktur. Allah’a itaat ettiğim sürece bana itaatle mükellefsiniz. Değilsem mükellef değilsiniz” demişti. O dönemde bu söz o gibi kimseler için bir anlam ifade etmiyordu.
Birileri sanki çok iyi şeyler yapıyor edasıyla gerçekten hizmet edenleri durmadan tenkit ve tenkıs ederlerdi. Musa Efendinin bunlardan içi daralıp “münafıkların eli boş, hizmet edenleri tenkit etmekten başka işleri yok” buyurmuşlardı.
İrşad çizgisi oldukça netti. Kurallar zaten belirli idi. Ancak bu kuralların hiçbirinin göz ardı edilmeden yaşanan zamana doğru uyarlanması gerekiyordu. Onu mükemmel yaptı.
-
Sanat ile uğraşan bir büyüğümüz olarak Musa Efendi üstadımızın sanata ve sanatçıya alâkası hakkında neler söylemek istersiniz?
HÜSREVOĞLU: Bir insanın yazısının o insanın karakterinin aynası olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Bu açıdan bakıldığında hayatının tamamı nizam ve intizam içinde olması hasebiyle Latince ve Türkçe yazısı mükemmeldi. Her ikisini de seyre doyamazdınız.
Raif Yelkenci gibi âlim bir sahafın iş yaptığı dönemlerde kıymetine paha biçilmez sayısız hat eserini satın almış, zengin bir koleksiyon oluşturduğunu söylemişti. Ancak Sâmi Efendi ile tanıştıktan sonra dünyada olası bütün güzelliklerin gözünden silindiğini ifade etmişlerdi. Yıllar içinde topladığı bu eserleri münasebet düştükçe faydalanacağını düşündüğü kimselere hediye edip dağıtmıştı.
Afyonkarahisarlı işadamı merhum Ahmed Akosman umreye geldiği sırada muhterem üstadı ziyaret etmiş, Fehmi Efendinin yazdığı büyük boy hilyelerden birinin kendisinde bulunduğunu, onu Raif Yelkenci’den satın aldığını, on beş sene süreyle tezhipçi bulamadığını, sonunda yine Raif beyin bulup delalet ettiğini anlatmıştı. Biz İstanbul’a dönüşümüzde kendisini Yeşilköy’deki devlethanelerinde ziyaret edip paha biçilmez on beş kadar hilye içinde Fehmi Efendi hilyesini de ziyaret etmiştim.
Meş’um harf inkılabından sonra sadece Cağaloğlu yokuşunda üçyüz kadar hattatın bulunduğunu zaman zaman dile getiren Hâmid Aytaç’la ilgilenmiş, hat sanatının hayattan çıkarılıp imha edildiği bir dönemde eski bir handaki odasını kapatmayan bu vefâkâr hattata destek olma maksadıyla hem rik’a dersi almış, hem de değerli yazılar satın alarak ona desteğini sürdürmüştür. Vefatından yıllar sonra kabir taşının yapılıp yapılmadığını sormuş ve yapılmasını sağlamıştır. Bu ve benzeri davranışları onun gerçek anlamda “vefâkâr” olduğunun şâhididir.
Yalnız fakir Medine-i Münevvere’de olduğum yıllarda Hâmid beyin bir talik beytini kartpostal olarak kandil tebriki için göndermişti. Beyt şöyleydi:
Bedbaht ona derler ki elinde cühelânın
Kahr olmak için kesb-i kemâl ü hüner eyler
Yani senin orada muhatabın olanlar hat sanatının inceliklerini ve değerini bilmezler. Moralini bozma, huzurlu yaşa demek istiyordu. Hâlbuki ehl-i hüneri takdir eylemek de hünerdir anlamında bir söz daha vardı. Ancak böyle bir nesil Osmanlıyla beraber uzaklara gitti. Tekrar gelir mi? Ümit kesilmez.
Evlenen ve yuva kuran gençlere Kelime-i Tevhid veya Âyetülkürsi levhaları hediye ederlerdi.
-
Müslümanca yaşama sanatını; kalb-i selim, akl-ı selim ve zevk-i selim’e sahip olmak şeklinde ifade edebileceksek Musa Efendi’nin hayatı ne tür hususi çizgilere sahipti?
HÜSREVOĞLU: Soruda sayılan bu üç özellik de onda mevcuttu. “Her nimete mazhar olan hasede maruz kalır” mealinde bir atasözü var. Fakir aslında bir makalemi yazarken zât-ı âlîlerinden “Sabır Dağı” olarak söz etmek istedim fakat nasılsa dalmışım. Tam anlamıyla bir sabır âbidesiydi. Sayısız ve gereksiz ve de mesnetsiz aksi davranışlara ve kronik hasedlere maruz kaldı. En zor günlerinden birinde “kardeş, fakire şunları ve şunları yapanların hiçbirine gönlümde bir şey taşımıyorum” demişti. Çektiği akıl almaz çileyi yakından bilenler pek çoktur. Allah’a tam bağlı selim bir kalp ile bu üzüntülerin ve sıkıntıların üstesinden geldi. Kalb-i selîme sahip olmayan bir kimsenin bunu başarması mümkün değildir.
Kalb-i selîm varsa akl-ı selîm de vardır. Bu ikisi varsa zevk-ı selim doğar. Hayatının herhangi bir safhası bu üç özelliğin onda mükemmel bulunduğunun aynasıdır. Eskiler, “giyinişine göre sayılışın” derlerdi. Bir Müslüman lükse mübtela olmamalı, fakat haline göre mutlaka temiz ve düzgün giyinmelidir. İmkânı olmasına rağmen hiçbir zaman lükse kapılmamış, daima temiz ve düzgün giyinmiştir.
Yaşadığı ortam yine mutlaka tertipli, düzenli olmaya mecburdu. Geçenlerde “üzerinizden çıkardığınız elbisenizi rastgele bir yere bırakmayın, yoksa onu şeytan kullanır” mealinde bir hadis-i şerife rastladım. Büyüklerimizin üzerlerinden çıkardıkları elbiseyi dürmeden veya yerine asmadan yatak veya sedir üzerine bıraktıkları herhalde hiç olmamıştır. Bunlar basit veya önemsiz şeyler mi? Asla değil. Hayatın basit görülen bu davranışlarını kendilerine kabul ettiremeyenler pejmürdelikten kurtulmuyorlar, darmadağın yaşamaya ve çevrelerini taciz etmeye devam ediyorlar.
Medine-i Münevvere/Harem-i Şerif’te iftar sofraları açılmaya başlandığında muhterem üstadın sofrası tek düzgün sofra idi. Altmış tabaktan bir tanesi ne ileride, ne geride idi. O dönemde buna benzer tek sofra bulunmuyordu. Altmış kişilik ilk sofra Harem yönetiminden takdir ve tebrik aldı. Sonra beş sofra daha açıldı, üçyüz altmış kişi iftar etti.
Zaman zaman şunu söylerdi: “Allah bugün soğan ekmek vermişse lezzetle yer, şükredersin. Fakat sofra düzgün hazırlanmalıdır. Bu insana değer vermek anlamına gelir.”
Onun zevk-i selimini anlatmak için herhalde bütün hayatını anlatmak gerekir. Tanımayan bu sözleri abartı zannedebilir, mazur görürüz.
Sorunun başında “Müslümanca yaşamak”tan bahsediliyor. Hazret-i Ömer döneminde bu iş kolay. Öyle veya böyle Müslüman olacaksın, olmasan da sesin çıkmayacak. Fakat ateizmin tavan yaptığı, millî ve manevi değerlerimizin hayattan dışlandığı, Allah demenin suç olduğu dönemlerde düz bir Müslüman değil, şartına göre Müslüman yaşamak herhalde Allah adamlarının işidir.
-
Sosyal ilişkilerde ince ve hassas olmanın getirdiği bir kırılganlık ve naiflikten söz edilebilirse acaba Musa Efendi üstadımız bunu nasıl dengeliyordu?
HÜSREVOĞLU: Büyük şâirimiz Yahyâ Kemal’e “dünyaya ikinci defa gelseniz ne olmak istemezdiniz?” diye soran gazeteciye “şâir olarak gelmek istemezdim” cevabını vermiş. Başladığı şiiri sanatın zirvesine taşımayı hedeflemiş şair her bir şiiri için bir çileye girmeye mecburdur. Bir beytinde,
“Yalnız duyan yaşar” sözü derler ki doğrudur,
“Yalnız duyan çeker” derim, en doğru söz budur” diyor.
Eğer bu dünyaya yolunuz düşmüşse öyle veya böyle katlanacaksınız. Ancak sizin inandığınız temel değerler hayatınızdan her geçen gün kopup kaybolmaya devam edecekse, hayat sizin için her gün biraz daha kararmaya, sevimsizleşmeye devam edecektir.
Medine’de iken muhterem üstadın baba dostu merhum Cafer Fakih’i ziyaretten çıktığımızda: “artık hayat bu zat için ne kadar zor. Kendine göre tek gönül dostu kalmadı” demişti.
Bu Cafer amca beş yaşında iken trenle Medine’ye gelmiş ve orda kalmış. Hayatı boyunca Osmanlı eserleri ve İstanbul özlemiyle göz hapsinde yaşadı. Görgü ve hayat tarzı itibariyle İstanbullu bir Medine Türkü idi.
Tabii Musa Efendi görevi gereği güneş gibi herkesi aydınlatma durumunda idi. Bu ışıktan kimi az alır, kimi çok. Bunu zaman zaman böyle ifade ederlerdi.
-
Musa Efendi üstadımızın hayat modelinden zamanımız insanına ne tür dersler çıkarabiliriz?
HÜSREVOĞLU: Bu soru oldukça zor bir soru. Bu soru üzerinde derin düşünüp bir proje yapmak gerekir. Önce zamanımız insanının profili çıkarılmalı, sonra onun örnek hayatı doğru anlaşılmalı, birbirine uzak iki uç nasıl buluşturulur çözüm aranmalıdır. Bu cevabı anlamak için Altınoluk mecmuasında ilk yayınlanan “Cemiyetimizde Altmış Yıllık Edeb Farkı” başlıklı yazısı yayınlanalı otuz altı sene geçmiş. Bu yazıyı yazarken mutlaka içi üzülmüştür. Şimdi bizim kuşağın da mevcut nesille irtibatı/ortak dili kalmadığını düşünecek olursak işimiz hayli zor.
Biz yazı için kâğıt seçerken epeyce düşünürüz. Şunu yazmak istiyoruz ama elimizdeki kâğıt uygun mu, değil mi deneme yaparız. Mesela gazete kâğıdına yazamayız. Aherlenmiş olsa bile yazamayız. Ama elimizdeki kâğıdın durumu böyle ise uçuk hayallere kapılmadan biz bu kağıdı nasıl işe yarar hale getirebiliriz, onu araştırmalıyız. Bunun da çaresi “kalbin Allah’a yönlendirilmesinden geçiyor. İşte bu nurdan insanların hayatı bu maksada adandı, öyle yaşadılar, Hakk’a öyle kavuştular.
MUZAFFER IŞIKVEREN İLE HÂCE MUSA TOPBAŞ HAZRETLERİ ÜZERİNE
Dirayetli, Adaletli ve Merhametliydi
-
Sizi tanıyabilir miyiz?
MUZAFFER IŞIKVEREN: 1956 Bursa doğumluyum. Babam ve annem Batı Trakya, İskeçeli. 1946 yılında Bursa’ya göç etmişler. Ama hâlâ İskeçe’de akrabalarımız vardır. Hayata küçük yaşta simit satma ile başladık. Sonra berber çırağı olduk. Babam inşaatçıydı. İnşaat işi de yaptık. Aile işi olarak makine imalatı yapıyoruz. Başka işlerimiz de var ama esas işimiz eğitim. Hizmetini gördüğümüz Kur’an kurslarımız, anaokullarımız, kreşlerimiz var.
-
Sami Efendi ve Musa Efendi ile tanışıklığınız nasıl başladı?
IŞIKVEREN: Berber çıraklığı yaptığımız ustamız ihvandan, Allah’ın lütfu, Ali Efendi diye Arnavut kökenli, güzel, muhterem bir insandı. Allah rahmet eylesin. Berber çıraklığı yaparken bizi sohbetlere götürmeye başladı. Sami Efendi ve Musa Efendi’yi orada tanıdım. Ustamızın Musa Efendi’ye olan yakınlığı, muhabbetinden dolayı Allah bize Musa Efendi’nin yakını olmayı nasip etti.
-
Musa Efendi Üstadımızın Sami Efendi’ye Bursa’daki hizmetine nezaret ettiniz, herhalde?
IŞIKVEREN: Sami Efendi’nin Bursa’daki odasını Rafet Bilaç ve Şaban Büyükdere ağabeyler ile temizliyorduk. İşte seccadeyi şöyle dür, yatağı böyle topla, terlikleri şöyle koy, koltuğu şöyle çevir, havluyu böyle tut. Musa Efendi bize tek tek öğretiyordu. Genciz diye bizi içeriye, öne salıyorlardı. Hizmet etmeyi Musa efendiden öğrenmek lazım.
-
Musa Efendi’nin Sami Efendi’ye hizmeti nasıldı?
IŞIKVEREN: Üstadımız, Sami Efendi’ye çok özen gösterirdi. Bursa’daki evinde kaldığı zaman çok farklı bir hale bürünürdü. Mesela o zaman hâcethane bahçede idi. Sami Efendi rahat etsin diye, onun yoluna hususi lambalar koymuş, merdivenleri tekrar yaptırmıştı. Üstadın her işiyle meşgul olurdu. Havlunun nasıl tutulacağını bile gösterirdi. Akşam iş bittikten sonra yatak odasının kapısının dibinde takım elbisesi ile hazır vaziyette beklerdi. Gece olunca başını duvara yaslar, o şekilde uyurdu. Yer döşemeleri tahta olduğu için Sami Efendi kalktığında, Musa Efendi ayakta elinde havlu, hazır kapıda bekliyor olurdu. Tahiyyatta oturuyor gibi dizlerin üstüne otur, başını da daya duvara, ne kadar uyuyabilirsin ki! Sami Efendi uyandığında güzel takım elbisesi ile karşılamış olacak, her gece böyleydi. Evlerinde belki 5-6 tane hizmetli, bahçıvanı, şoförü, her şeyi olan bir insan, bu kadar rahatı bırakıyor, Sami Efendi’ye hizmet için her şeye katlanıyor.
-
Musa Efendi’de sizi en çok cezbeden neydi?
IŞIKVEREN: Üç şey: Dirayet, merhamet, adalet. Dirayetliydi; şunu şöyle yapalım, istişare eder, istişare neticesine de kimseyi itiraz ettirmez, ona göre aradaki mesafeyi ayarlardı. Etrafındakilerle nasıl hareket edilecek, sohbet yaparken salon nasıl ayarlanacak, hep belliydi.
Adaletliydi. Başta ailesine. Valide hanım, Fatma Feride hanımefendi, Allah yattığı yeri cennet bahçesi eylesin, Osmanlı hanımefendisiydi. Ona mesela her gün vakit ayırırdı, “hakkı vardır” derdi. “Biz 51 yıl evli kaldık, ama hep nişanlı hayatı yaşadık” sözünü hiç unutmam. Hiç birbirlerini kırmadıklarını söylerdi. Hâlbuki Fatma Feride Hanım, sert mizaçlı, otoriter bir hanımefendiydi. Onu sultanım diyerek, hemen her gün bir yere gezmeye götürürdü. Termosta çayı, sandalyeleri, çerezi, meyvesi vs. her şeyi hazır mı diye kontrol eder, sonra valideye haber verir, Uludağ yoluna ya da bir dere kenarına, bir mesire yerine giderler, otururlar bir meyve yer, bir çay içerler, dönerlerdi. En başta hanımının hakkını verirdi.
Merhameti zaten tarife gelmez. İnsan, hayvan herkes bundan nasibini alırdı. İstanbul’daki kedileri malum. Bursa’da da kedisi vardı. Bu kedi bir gün kapının önünde bir arabanın altında kaldı. Yavrusu vardı bir tane. “Bunu sana emanet ediyorum” dedi. Biz o kedi yavrusuna “Emanet” adını taktık. Başladık evimizde beslemeye. Ama kedi evin içinde olmayacak, evin bahçesinde olacak; buna dikkat ederdi. Emanet’i, dört buçuk ay sonra İstanbul’a gittiğimizde sordu; unutmamış. “Duruyor efendim, getireyim haftaya isterseniz” dedim, “getir” dedi. Kediyi arabaya aldık İstanbul’a götürdük. Şöyle bir baktı; beslenmiş temiz, tüyleri yıkanmış. Hoşuna gitti, “Hayvanata merhametli olacaksın” dedi.
-
Medine ve Mekke günlerinden de biraz bahsedebilir misiniz?
IŞIKVEREN: Ravza’da bir yürüyüşü var. Otur, seyret. Herkes Ravza’yı ziyaret eder ama Musa Efendi’ninki başkadır. Nasıl? Biz namaza gideriz, ya öncesinde ya da sonrasında ziyaret ederiz değil mi? Musa Efendimiz öyle yapmazdı. Ziyarete özel bir zaman tahsis ederdi. O zaman öncesinde güzelce bütün ev halkına bütün abdest aldırır, en güzel elbiseler giyilir, kokular sürünülür, ziyarete öyle hususi gidilirdi. Öyle iki işi birden çıkarayım, yoktu.
Ziyarette önce selam verirdi. Selamdan sonra şöyle vakarlı bir şekilde yürür, yanındaki duyacak şekilde salât u selâm getirdi. Efendimiz Aleyhisselam’ın huzuruna gelince ayakta, elleri yanda, boynu bükük böyle bir rabıtalı şekilde dururdu.
Medine halkına çok hürmet gösterirdi. Bunlar Efendimizin komşuları ve inşallah akrabalarıdır derdi. Hiç kimseye yük olmak istemezdi Ravza’da. Otopark dışarıda, oradan Bâb’üs-Selam’a kadar yürürdü. Keçeden bir tane seccadesi vardı, katlanmış koltuğun altında, bir elinde de ayakkabıları… Kimseye ayakkabısını, bastonunu, seccadesini vermezdi. Medine-i Münevvere’de bilhassa Ravza’nın etrafında birisi el öpmeye falan kalkarsa ‘bu makamda kimsenin eli öpülmez. Bu makamda sadece Rasulullah Efendimiz aleyhisselâma iltifat edilir’ derdi.
Umre’den evvel muhakkak dinlenirdi. “Umre ibadetini zinde yapmak lazım” derdi. “Adam uzun yoldan gelmiş, bir an önce yapalım, bitirelim, aradan çıkaralım diyor. Hâlbuki umre için geldik, bunun hakkını vermek lazım. İstirahat edelim, yorgunluğumuzu atalım, şöyle zinde bir vaziyette çıkalım, umremizi yapalım” diye nasihat ederdi.
Melek gibi tavaf ederdi. Kimseye dokunmazdı. Yerde bir parça taş, çöp görsün alırdı, aldırırdı. Birinin ayağına dokunur da, Allah’ın misafirleri rahatsız olur diye… Duaların sakin bir sesle okunmasını isterdi. Şimdi herkes bağıra bağıra, birbirine duyurmak için okuyor. Bir keresinde evradını da tavafta yaptığına şahit oldum.
Kimseye rahatsızlık vermez, arada döner Kâbe’ye bakar. Ne zaman Altınoluk’un karşına gelse şöyle bir durur, “Elhamdülillah Ya Rabbi, memleketimize, yurdumuza, milletimize, devletimize zeval verme” diye güzel bir dua ederdi. Bunu Türkiye tarafına Yavuz Sultan Selim Han’ın döndürdüğünü, aslında oluğun Makam-ı İbrahim tarafına aktığını söylerdi. Sultan Yavuz hem oluğu altından yaptırıyor, hem de Suriye Şam Türkiye yönüne döndürüyor.
Hacer-ül Esved’i öpeceğim gibi bir derdi yoktu. Bir de sık sık söylerdi etrafındakilere; Hz. Ömer dermiş ya: “Bilirim ki bir taşsın, Cennet’ten gelmiş olsan da bir taşsın. Rasûlullah Efendimiz’in seni selamladığını görmeseydim ben de selamlamazdım.” Genellikle Altınoluk’un tam tersine yani Rükn-ü Yemani tarafına oturmayı severdi. Yüzünü de Türkiye’ye döndürüyordu böylece.
Kâbe’de de Medine-i Münevvere de bol bol namaz kılardı. “Buralarda namazınız bol olsun” derdi. Adı ne olursa olsun, önemli değil, ama bol secde yapın. Kendisinin de gece namazı boldu. Uzun müddet namaz kılar, biraz dinlenir, gene kalkar, gene kılardı. Bazen kalkmama mani olmasın diye ilaçlarını almazdı. Bazen ağladığı olurdu. Bir seferinde sordum, ne düşünüyordunuz ağlarken dedim. “Ümmet-i Muhammed’in kader kurbanlarına zulmediyorlar Muzaffer şu anda” dedi. Kim bilir, onlara neler malum oluyor.
-
Üstadımızla böyle nazlı bir münasebetiniz var. Rahat da soru soruyordunuz herhalde?
IŞIKVEREN: Ben sorardım, çekinmezdim. Mesela camide genellikle sol tarafta arkada dururlardı. Kafama takıldı, sordum. “Efendim ön safı methetmişler, sağ tarafı methetmişler, siz arka sol tarafa geçiyorsunuz.” “Doğru, dedi; onlar methedilmiş, zaten nefis bekliyor işte bunu. Sen de hayırlılardan oldun diye… Biz ona pay vermeyeceğiz. Kendimizi bu cemaatin en hakiri olarak göreceğiz” dedi.
Bir gün kendisine “istirahate çekilirken iki rekât namaz kılıyorsunuz, bu nedir” diye sordum. Tebessüm etti. Bak bugün karnımız doydu, evimizin ihtiyacı karşılandı, işlerimiz yerinde, akıl ve beden sağlığımız yerinde, memleketimiz, vatanımız, milletimiz, iman nimeti, bunların hepsine teşekkür ediyorum. Kuru teşekkür olmaz. Namazla teşekkür… Ardından dedi tövbe istiğfar ederiz… Hani anne babalarımızdan öğrendiğimiz gibi; elimden, dilimden, gözümden, kulağımdan, vesair azalarımdan… Ardından Seyyid-ül İstiğfar… Ardından da biraz Kelime-i Tevhid…
Tesbih çekerken: “çok ağır gidiyorsunuz, niye” diye sordum. “Geçmiş günün her anını hatırlamaya gayret ediyorum” dedi. Arkadaşımın yüzüme bakmadım; estağfirullah el azim… Komşuma selam vermedim; estağfirullah el azim. Park yerine biraz geniş girdim, ötekini sıkıştırdım; estağfurullah el azim. Evde sert konuştum; estağfirullah el azim... Geçmiş günün muhasebesini yapıyor. Bunları yaparken niyaz ve yakarış halindeydi. “Kelime’i Tevhid çekerken, Allah ile kendini, kendi gönlünde buluşturacaksın” derdi.
Allah dostları hiç unutmuyorlar. Bunu da sordum kendisine. “Niye böyle” dedim. Bir dedi, haram yemezler. İki dedi, harama bakmazlar. Üç dedi, haram konuşmazlar. Dört, hayatlarına haram yiyeni sokmazlar. Musa Efendi çok dikkat ediyordu haram mevzusuna. Haram yeme, harama bakma, haram konuşma ve haramzade ile düşüp kalkma. Önem verdiği bir duası da “Ya Rabbi zürriyetimi namaz kılanlardan eyle” idi.
Gemlik’te fabrikaların misafirhanesinde kaldığımız günlerde bir grup gider, diğeri gelirken arada boşluk oluyordu. O boşluk esnasında baş başa kaldığımız bir zamanda nazlanma sadedinde: ‘Efendim! Sahabe-i Kiram hazeratından bazıları Peygamber Efendimizden özel olarak dua ya da nasihat istemişler. Ben de sizden özel olarak nasihat ve dua istiyorum. Ne olur bunu benden esirgemeyin’ dedim. Böyle baktı, tebessüm etti ve konuşmaya başladı: ‘Bir, muhakkak kaderine razı ol. Dünyada ve ahirette rahat edersin. Niçin, nasıl, neden sorularını hiç sorma. Allah muhakkak senin hakkında en hayırlısını takdir etmiş, vermiştir, ayarlamıştır. Baştan zor bile gelse, olmayacak şeyler de olsa kaderine razı ol. İki, bu dünyada yaşarken ölümü sakın aklından çıkarma. Ölümü ve ihsan dediğimiz, Allah beni görüyor düsturunu. Allah beni görüyor şuuru olduğu zaman, zindanda da olsan, en güzel mesire yerinde de olsan fark etmez. Çünkü Allah’la berabersin. Allah o zaman sana sırrından sırrına inşallah akıtır. Bu ikisi hayatının düsturu olsun.” Akabinde de “Allah seni kemalât makamına da erdirsin’ diye de dua etmişti.
-
Bu sayımızın kapak konusu Musa Efendi’nin şahsında Müslümanca Yaşama Sanatı. Bu konuda neler söylersiniz?
IŞIKVEREN: Zevkli bir insandı. Hayatın her deminden zevk alırdı. Yürüyüş yaparken ağaca bakar, kökünü inceler, gövdeyi inceler, güzel bir şekilde tefekkür ederdi. Önüne bir çiçek koy, o çiçeği sonuna kadar incelerdi. Birisi şöyle güzel bir takım elbise giysin, bir de kendine yakıştırsın, şöyle bir bakardı. Tebessüm eder ne güzel yakışmış diye memnun olurdu. Sanki kendi giymiş gibi.
Deniz kenarlarını, mesire yerlerini, dere kenarlarını, sükûnetli yerleri çok severdi. Deniz kenarında uzun uzun denize bakar, tefekkür eder; “bu deryanın altında bir hayat var, kaç çeşit canlı yaşıyor, hepsinin de rızkını Cenabı Allah veriyor” diye tatlı tatlı anlatırdı. Gökyüzüne de bakıp, yıldızlarla ilgili bir sürü malumat verirdi. Sanki astronomi uzmanı gibi tek tek yıldızları anlatırdı.
Çok merhametli ve ince düşünceliydi. Babam Medine-i Münevvere’de, vefatından bir buçuk ay evvel Musa Efendi’nin yanına gitmiş. ‘Musa Bey bana ders mi vereceksin, salavat mı vereceksin, kelime-i tevhid mi vereceksin, ne vereceksen ver.’ demiş. Babam saf, dobra bir insan. Bir şeyden haberi yok. Ona oturup güzel güzel dersleri tarif etmiş. Allah Allah, nasıl sevindim buna. Babamın vefatından sonra ziyarete geldi. ‘İnşallah güzel vaziyette gitti baban’ dedi. ‘Benim de ağabeyim Hulusi Topbaş’ın Sami Efendi’ye bağlanması hayatının son 15 gününde oldu. Ama ağabeyim Eyüp Sultan’da Cuma namazının ikinci rekâtında ruhunu teslim etti. Ama 15 gün evvel Sami Efendi’ye bağlandı ya ona öyle seviniyorum ki anlatamam’ diye teselli etti beni.
-
Son sözlerinizi alabilir miyiz?
IŞIKVEREN: Büyükleri herkes anlatıyor, ben de anlatıyorum. Aslında herkes kendini anlatıyor. Allah yollarından ayırmasın. Şimdi Kurban geliyor. Onunla ilgili de birkaç şey söyleyeyim. Kurbana çok itina ederdi. Hiç sert çekmeyeceksin, üzmeyeceksin, yumuşak davranacaksın, boğazını okşayacak, seveceksin, bıçağı hiç göstermeyeceksin… Bir seferinde havlunun ucundan bıçağın sapının ucu birkaç santim gözükmüş. ‘Bıçak gözüküyor’ diye uyarmıştı. Bıçak çok keskin olmalı, usta olmalısın, bir seferde işi bitirmelisin. O’nun kurban ibadeti; kıbleye çevrilmesi, vekâleti, tekbirleri, gözün havluyla bağlanması gibi her hususta ciddi bir merasimdi yani.
Bir seferinde yağmur yağıyordu. Yine ayakta sanki kıyamda namazda duruyor gibi duruyordu. Ellerini önüne bağlıyordu, çünkü ibadet sayıyordu kurban kesim merasimini. ‘Efendim siz biraz şöyle saçak altında durum ıslanmayın’ dedim. ‘Kesme şeker değiliz ki eriyelim, bırak Allah’ın rahmeti üzerimize yağsın’ dedi. Kurban kesiminden sonra dua ettik: ‘Ya Rabbi üstadımıza hayırlı uzun ömür, sağlık, sıhhat ve afiyet ver’ dedim. Hemen kolumu tutarak müdahale etti; ‘Hayırlı uzun ömür boş. Hizmet üzere hayırlı uzun ömür istemek lazım. Son ana kadar hizmete devam’ dedi.
Kaynak: Altınoluk Dergisi Temmuz 2020, Sayı: 413
Sevenlerinin Dilinden Musa Efendi kitabını temni etmek için tıklayınız...