Şeyh Sâdî Hazretleri Günahtan Çekinmeyen Âlimi Kime Benzetiyor?
Şeyh Sâdî Hazretleri günahtan çekinmeyen âlimi kime benzetiyor? Kibre sevkeden ilmin vebâli nedir? İlim ve takva dengesi nasıl olmaldır? Kuran'da ilim hangi vasıfta zikredilir?
Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:
“İlim, şeytanla savaşmak için bir silâhtır. Silâhlı bir insanın düşmanla savaşmayıp ona esir düşmesi, daha büyük bir utanç sebebidir.”
“Yoldan çıkmış zavallı bir câhil, günahtan çekinmeyen âlimden daha iyidir. Çünkü o (câhil), körlüğü sebebiyle yoldan çıkmıştır, öbürü (yani âlim) ise iki gözü gördüğü hâlde kuyuya düşmüştür.”
“Günahtan çekinmeyen âlim, elinde meşale tutan köre benzer. Herkese yol gösterir, fakat kendisi göremez.”
Zihnini ilimle doldurmuş, fakat nefsini hamlıktan kurtaramamış bir insan, hayatta karşılaştığı imtihanlarda, ilmiyle âhenk teşkil edecek olgunlukta hâl ve davranışlar sergileyemez. Dolayısıyla da câhil bir insandan farkı kalmaz. Cehâletten daha beteri ise, bile bile hakîkati gizlemek ve sırf nefsinin hoşuna gitmediği için doğruyu reddedip yanlışta ısrar etmektir.
Hakîkaten, nice bilgili kimse vardır ki, yaptığının yanlış olduğunu bilmesine rağmen, nefsini aşamadığı ve hırslarına yenik düştüğü için, birçok câhilin dahî yapmayacağı hatalara sürüklenmiştir. Meselâ Kârun, önceleri sâlih biriydi. Tevrâtʼı en iyi tefsir eden âlim bir kişiydi. Fakat Cenâb-ı Hakkʼın lûtfettiği ilim ve serveti kendinden bilerek şımardı. Bunların birer imtihan vesîlesi olduğunu unutacak kadar kibir şaşkınlığına ve gurur ahmaklığına dûçâr oldu. Mala-mülke olan ihtirâsı sebebiyle, Cenâb-ı Hak onu güvendiği hazineleriyle birlikte yerin dibine geçirerek helâk etti.
Yine İsrâiloğulları içinde, kendisine keşif ve kerâmetler bahşedilmiş, âlim ve velî biri olarak bilinen Bel‘am bin Bâûrâ da nefsinin hevâsına uyarak dünyaya meyletti; ihtiraslarına mağlup olduğu için, o yüksek mânevî hâlini kaybetti; neticede kahr-ı ilâhîye dûçâr olmaktan kurtulamadı.[1]
Câhiliye müşriklerinin ileri gelenlerinden şâir Velid bin Muğîre de Kurʼân-ı Kerîmʼin Allah katından indirilmiş mûcizevî bir kitap olduğunu vicdânen kabul ettiği hâlde nefsâniyeti gereği reddetmişti. Büyük bir gurur ve kibir hamâkatiyle;
“–Kureyş’in büyüğü ve efendisi olarak ben ve Sakîf’in efendisi Ebû Mes’ûd dururken Muhammed’e mi vahiy indirilecek?! Hâlbuki biz bu iki şehrin büyüğüyüz!” dedi.[2] Yani Cenâb-ı Hakkʼın Kurʼân-ı Kerîmʼi kime indireceği hususundaki takdîrine -hâşâ- bir yanlışlık izâfe etme cür’et ve ahmaklığına sürüklendi.
Melʼun şeytan da, cehâleti/bilgisizliği yüzünden ilâhî gazaba dûçâr olmadı. Bilâkis o, gayet bilgili biriydi. Fakat bu bilgisi, onu gurur ve kibre düşmekten, neticede Allâhʼın lânetine giriftâr olmaktan kurtaramadı.
KİBRE SEVK EDEN İLMİN VEBÂLİ
Mevlânâ Hazretleri Mesnevî’sinde bu hakîkate şöyle temas eder:
“Hünerli, bilgili kişi iyidir ama, İblis’ten ibret al da (bilgisi, vahiyle âhenk teşkil etmeyen o bilgili kişiye) pek değer verme. Unutma ki, Hakk’ın rahmetinden kovulmuş olan mel’un İblis, yüz binlerce yıl Allâh’ın en yakınlarındandı, meleklerin emîri idi. Bilgisi ve ibadeti ile gurura kapıldı, nazlandı, Âdem -aleyhisselâm- ile uğraştı. Onu küçük gördü de pislik gibi rezil oldu gitti.”
Gerçekten, insanı kibre sevk eden, sonunda da mânen helâke sürükleyen bir ilim, zâhiren güzel ve faydalı şeylerden ibâret olsa bile, hakîkatte ağır bir âhiret vebâlinden başka nedir ki?
Kendini Hazret-i Âdemʼden üstün gören şeytan, ilâhî emre teslîm olup itaat etmek yerine, kendi akıl ve bilgisine güvenerek Allâhʼın emrini sorgulayıp Oʼnunla cidâle kalkıştı. Tıpkı bunun gibi, bugün de akıl ve ilim sayesinde hakka râm olacağı yerde gurur ve kibir şaşkınlığına dûçâr olan bazı “din âlimi” etiketli bedbahtların, kendi dindarlıklarını sorgulamak yerine, dinlerini sorguladıklarına şahit oluyoruz. Vahye tâbî ve teslîm olmak yerine, onu güyâ akıl ve bilim terâzisine vurup, nâkıs akıllarıyla kavrayamadıkları ilâhî hakîkatlere;
“‒Bunlar tarihseldir, nâzil oldukları zamana mahsustur, günümüzde geçersizdir.” diyerek, iptal mührü vurma cürʼetine kalkıştıklarını görüyoruz.
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede;
“…Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar…” (Fâtır, 28) buyuruyor. Yani gerçek bir âlimde öncelikle, “takvâ / Allah korkusu” şarttır. Kurʼân-ı Kerîm, ancak böyle bir kulu “âlim” diye tarif ediyor. Dolayısıyla Allah’tan korkmadan, Rasûlʼünden utanmadan, kendi nâkıs akıllarını yegâne hakîkat ölçüsü zannedip, dîni onun süzgecinden geçirerek, aklına uyanı alan, uymayanı atan gâfillerin, Kurʼân ve Sünnetʼte medhedilen ilim sahiplerinden sayılması mümkün değildir.
İLİM VE TAKVA DENGESİ
Hikmet ehlinin buyurduğu gibi:
“Kim ilmini artırır da ona denk olarak dünyada zühd ve takvâsını artırmazsa, o ancak Allâh’a olan uzaklığını artırmış olur…” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, II, 169)
İlmi zihne depolayıp onu hayatına tatbik etmemek de kuru bir hamallık ve faydasız bir yorgunluktan ibârettir. Nitekim bildikleriyle amel etmeyen ve “az bir dünyalık” karşılığında Allâhʼın âyetlerini satan, yani ilâhî hakîkatleri dünyevî menfaatleri için çarpıtan Benî İsrâil âlimlerini, Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede; “kitap yüklü merkepler”e[3] teşbih etmektedir. Yani bir âlimde ilim var, fakat amel ve takvâ yoksa, âkıbeti hüsrandır.
Sahâbe-i kirâmdan Abdullah bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- şöyle demiştir:
“İlim, çok hadis bilmekten değil, haşyetten (Allah korkusundan) ileri gelir.” (Taberânî, Kebîr, IX, 102)
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- vefât ettiğinde, yine Abdullah bin Mes’ûd -radıyallâhu anh-:
“–İlmin onda dokuzu gitti.” buyurmuştu.
Bunun üzerine sahâbe-i kirâm kendisine:
“–Daha içimizde âlimler var!” dediler.
İbn-i Mes’ûd t ise:
“–Ben mârifet ilminden bahsediyorum.” cevâbını verdi.
Hakîkî mânâda ilmi artan birinin, mârifetullahʼtan da nasîbi artmalıdır. Yani ilmin mutlak menbaı olan Cenâb-ı Hak karşısındaki haşyet ve takvâ duyguları da inkişâf etmelidir.
KURAN'DA İLİM HANGİ VASIFTA ZİKREDİLİR?
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “ilim” tâbiri, kişiyi Allah karşısında takvâ ve haşyet duygularına sevk eden bir vasıfta zikredilmektedir. Âyet-i kerîmede buyruluyor:
“Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, âhiret azâbından sakınan ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkârcı gibi) midir? (Rasûlüm!) De ki: «Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?» Ancak akl-ı selîm sahipleri ibret ve öğüt alır.” (ez-Zümer, 9)
Şayet bir kimsede mârifetullah ve onun neticesi olarak takvâdan eser yoksa, isterse on tane fakülte bitirmiş, kütüphaneler dolusu kitap okumuş, çantasını diploma tomarlarıyla doldurmuş olsun, Allah indinde câhil demektir.
Zira cehâlet, dünyevî bilgileri bilmemek değildir. Asıl cehâlet, Cenâb-ı Hakkʼı bilmemektir. Yani Allâhʼın lûtfuyla var olup yine Oʼnun nîmetleriyle perverde olduğu hâlde, bütün bu nîmetleri bahşeden yüce kudreti yeterince tanımamaktır.
Nitekim Cenâb-ı Hak, insanın menfî husûsiyetlerine dâir, âyet-i kerîmede;
“…Muhakkak ki o (insan), zalûm (çok zâlim) ve cehûl (çok câhil)dir.” (el-Ahzâb, 72) buyuruyor.
Mârifetullah ve takvâdan nasîb alamamış bir insan “zalûm”dur; en büyük zulmü de kendine yapar; zira ebedî istikbâlini kendi eliyle mahveder.
İkinci olarak da “cehûl”dur. Yani “Niçin dünyaya geldi, kimin mülkünde yaşıyor, geliş niye, gidiş niye, bu akış nereye?..” bunların tefekküründen uzaktır. Sayısız hikmet tecellîleriyle dolu bu cihan dershânesinde en büyük cehâlet, Allâhʼı unutmaktır.
Maalesef bugünkü seküler ilim anlayışı, Allâh’ın kâinâta koyduğu maddî ve fizikî kanunların, yani aslında kevnî âyetlerin keşif ve tespitinden öteye geçmiyor. Böylece o kanunları yaratan Allâh’ı bilmek demek olan “mârifetullah” safhası, yani işin özü ve âdeta can damarı göz ardı ediliyor. Topluma ilâhî sanatın tezâhürleri anlatılıp bunların Sanatkâr’ı olan Allâh’a kalben intikâlin eğitimi verilmiyor. Böylece, yarım ve noksan bir ilim anlayışı oluşturuluyor.
Hâlbuki mâneviyattan mahrum bir şekilde, tek taraflı verilen eğitim, noksandır. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, eğitimde madde ve mânâ dengesini sağlamak elzemdir.
Günümüzde, üniversiteyi bitirmiş, yüksek tahsil yapmış, bilgili, kültürlü nice gençler görüyoruz. Fakat ne hazindir ki Kur’ân ve Sünnet kültüründen yeterince haberleri yok. Yaptıkları tahsilin de, Kur’ân ve Sünnet’te medhedilen “ilim” olduğunu zannediyorlar.
Hâlbuki insanın zihnini ve kalbini Allâh’a götürmeyen, O’nun kudret ve azametini idrâke ulaştırmayan bilgiler, kişiye belki bu dünyada bir etiket ve meslek kazandırır, fakat onu ebedî saâdete eriştiremez. Kişiyi Hak katında makbul kılacak olan, onun diploması değil, kalbindeki takvâsıdır.
Dolayısıyla dînî tahsil bile olsa, zemininde takvâ hassâsiyeti yoksa, yani dînî ilimler de sırf akılla okunup kalben hazmedilmemişse, bu da bir nevî “faydasız ilim” mâhiyetindedir.
Zira dînî tahsil; ne marangozluk, ne demircilik, ne inşaatçılık mesleklerinin tahsiline, ne de mâneviyattan uzak akademik kariyer çalışmalarına benzer. Cenâb-ı Hakkʼın dînini tahsil etmek, ilme ilâveten irfân ister, hâl ister, amel ister, muhabbet ister, edep ve tâzim ister.
İlim, hâl ile kıymet kazanır; hâl de muhabbetle elde edilir. Bir mekanik ilmi öğrenir gibi dînî ilimler öğrenilemez. Aksi hâlde buz üzerine yazılan bir yazı gibi, Güneş vurduğu zaman erir gider.
Şunu da unutmayalım ki dindar olmak, dinle ilgili bütün meseleleri ezbere bilmek değildir. Farzları, vâcipleri, sünnetleri saymakla, birkaç kitaptan imtihan olup geçmekle, dînî tahsil kemâle ermiş olmaz. Dünyevî bir ilim veya mesleği öğretir gibi dîn öğretilemez.
Meselâ Siyer-i Nebî, kuru bir kronoloji bilgisinden ibaret değildir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- nerede doğdu, ne zaman hicret etti, hangi savaşları yaptı, ne zaman vefât etti, gibi kitâbî bilgiler, Siyer-i Nebî’yi bilmek değildir. Böyle zâhirî bilgilerden ibâret bir Siyer tahsili, insanların hayatlarına müsbet bir yön verme hususunda, arzu edilen neticeyi temin edemez.
Asıl Siyer tahsili, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sergilediği örnek davranışları, güzel ahlâkı, Kur’ân’ı tâlim aşkını, İslâmʼı tebliğ gayretlerini; ibret nazarıyla okumak, anlamak ve yaşamaya çalışmaktır. O’nun hissiyâtından, fikriyâtından, istikâmetinden, gönül dokusundan hisseler almaya gayret göstermektir.
Aksi hâlde sırf zihinde arşivlenip kalbe inmeyen, îman, ibadet, ahlâk ve davranışları güzelleştirmeyen bir dînî ilim tahsili bile “faydasız ilim” muhtevâsına girmekten kurtulamaz.
Bunun içindir ki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz dâimâ, Allah’tan faydalı ilim istemiş ve faydasız ilimden Oʼna sığınmıştır.[4]
Mevlânâ Hazretleriʼnin şu îkâzı ne kadar mânidardır:
“Çok âlim vardır ki irfandan nasîbi yoktur. (Bilgileri zihnine istifleyerek) ilim hâfızı olmuştur da, (kalben sığ kaldığı için) Allâh’ın sevdiği bir dostu olamamıştır!”
Rabbimiz, rızâ ve muhabbetine vesîle olacak bir ilim ve irfan tahsilini, bizlere de nesillerimize de nasip ve müyesser eylesin. Âmîn!..
Dipnotlar:
[1] Bkz. el-A‘râf, 175-176.
[2] Bkz. İbn-i Hişâm, I, 385.
[3] Bkz. el-Cum’a, 5.
[4] Bkz. Müslim, Zikir, 73.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2024 – Ekim, Sayı: 464