Şeyh Şamil’in Sultan Abdülaziz’den İsteği
Yazar Bahadır Yenişehirlioğlu, Osman Nuri Topbaş’ın kaleme aldığı Tarihe Yolculuk eserinden “Mecelle, Abdülaziz Han’ın Arzusu, Babam Kalksaydı...” kesitlerini seslendiriyor. Erkam Tv hesabına abone olarak video serisini takip edebilirsiniz…
MECELLE NEDİR? - Mecelle Ne Demek?
Osmanlı İmparatorluğu’nda Tanzîmat’tan sonra, Ahmed Cevdet Paşa’nın başkanlığındaki bir heyet tarafından Hanefî mezhebi esas alınarak hazırlanan ve İslâm hukūkunun muâmelâta dâir hükümlerinden, bu hükümlerle ilgili çeşitli içtihatlardan meydana gelen ilk medenî kānun ve bu kānunla ilgili maddeleri içine alıp bâzı resmî mekteplerde ders olarak okutulan eser, Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye. (Kaynak: lugatim.com)
Târih Baba, Sultan Abdülaziz zamanında, Cevdet Paşa riyâsetinde “Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliye” nâmıyla bir heyet teşkil edilerek “Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye” ismiyle o meşhur ve büyük hukuk âbidesinin vücûda getiriliş safhalarını anlattı. Bu hareketin, Fransız Medenî Kânûnu’nun iktibas yoluyla aynen alınmasını engellemiş olmasına rağmen, gördüğü büyük alâka ve takdir sebebiyle Fransız İlimler Akademisi’nin, heyetin reisi olan Ahmed Cevdet Paşa’yı bir altın madalya ile taltif ettiğini[1] bildirdi.
Genç buna da çok şaşırdı. Büyük âlim Ahmed Cevdet Paşa’nın ilmî dirâyetine, edebî kâbiliyetine, cesâretine, karakter ve şahsiyetine hayran kalmamak mümkün değildi. O, bir milletin esas kânunlarını böyle birden bire değiştirmenin o milleti imhâ hükmünde olacağını biliyordu.[2]
Târih Baba, Sultan Abdülaziz’in tevâzu, mahviyet, mes’ûliyet şuuru ve vatan muhabbeti gibi güzel hasletlerini sergileyen bir hâtırasını nakletti:
ABDÜLAZİZ HÂN’IN ARZUSU
Abdülaziz Hân, Avrupa’ya davet teklifine “evet” dedikten birkaç gün sonra mâbeynci Hâfız Mehmed Bey’e tam bir samimiyetle içini döker ve şu beyanda bulunur:
“...Zaman zaman ne isterdim bilir misin? Ya Kapalıçarşı’da ya Asmaaltı’nda küçük bir dükkânı olan esnaf, ya da bir zanaatkâr olayım. Sabah evimden çıkayım, işime geleyim. Akşam Allâh ne kâr verdiyse onunla çoluk çocuğumun nafakasını alayım. Atıma değil, hattâ eşeğime bineyim, yorgun argın, amma kafamın içi bin bir dertle dolmamış olarak evime geleyim. Hanımım güler yüzle, çocuklarım sevgiyle beni karşılasın. Yıkanıp sofranın başına geçeyim, çorbamızı zevkle içelim. Kimsenin derdi bize illet olmasın. Yüreklerimiz rahat, büyük mes’elelerden uzak, kendi hâlimde yaşayıp gideyim.
Şu Âlî ile Fuad paşalar, ille de, Frengistan’a gitmeli derlerken de, ne isterdim bilir misin? Cebinde harçlığı olan, hâli-vakti yerinde, unvansız, makamsız kişi olarak Avrupa’ya gitmek! Ben de istemez miyim oraları görmeyi? Amma gelgelelim bu koskoca devletin pâdişâhısın, cümle âlemin gözleri senin üzerinde. Adım atışın, bakışın, dudaklarının kıpırdayışı bile merak uyandırır. Gelen elçilerin hâlini görürsün. Ya onların memleketlerinde, halk ortasında rahat nefes alabilir misin? Neylersin ki tahtta bulunmanın da bir esâreti var.”
BABAM KALKSAYDI…
Sultan Abdülaziz zamânına âit bir hâdise daha vardı ki, o da çok hissiyât yüklü idi. Yıllarca Kafkasya’nın istiklâli için bir an bile fütur getirmeden mücâdele vermiş olan büyük dâvâ adamı İmam Şâmil, nihâyetinde Ruslara esir düşmüştü. Bir oğlunun Çar nezdinde rehine kalmasına mukâbil, hacca gitmek maksadıyla Rusya’dan ayrılmasına müsâade edilmişti. Şeyh Şâmil âilesi ve kalabalık maiyyeti ile önce İstanbul’a geldi ve Sultan Abdülaziz Han merhum tarafından samîmî ve parlak bir merâsimle karşılandı.
Sultan Abdülaziz, bütün teşrîfat kâidelerini ve saray an’anelerini bir kenara bırakarak Şeyh Şâmil’i Dolmabahçe Sarayı’nın kapısında karşıladıktan sonra:
“–Babam Sultan Mahmud mezarından çıksa idi, ancak bu kadar sevinç ve heyecan duyabilirdim!..” diye Kafkasya’nın kahraman müdâfiine karşı rûhundan taşan hudutsuz muhabbet ve hayranlığını ifâde etti.
Osmanlı Hükümdârı, Dağıstan’ın muhteşem arslanını nasıl ağırlayacağını bilemiyor, bunu temin için hazîne-i hümâyununu ve her türlü ihsanlarını büyük bir cömertlikle önüne seriyordu.
“–Benim muazzez ve mükerrem misafirim! Size memleketimin her tarafı açıktır. Gerek pek kıymettâr olan mübârek şahsınız, gerekse evlâd ü ıyâliniz hakkında her türlü arzularınızı yerine getirmek bizzat benim ve hükûmetim için en zevkli ve vicdânî bir vazîfe olacaktır.” diyordu.
Şeyh Şâmil, Sultan Abdülaziz’in bu iltifatları karşısında çok duygulandı, derin bir hissiyatla teşekkür ettikten sonra ne kendisi, ne de evlâtları için hiçbir maddî arzusu bulunmadığını, tek bir emeli varsa, onun da Medîne’ye gitmelerine ve orada kurb-i Rasûlullâh’ta (Allâh Rasûlü’nün yakınında) ikâmet ve ibâdetine müsâade buyurmaları olduğunu söyledi.[3]
Târih Baba son olarak halkın Sultan Abdülaziz’i çok sevdiğini, vefâtını öğrendiklerinde; “Babamız öldü!” feryatlarıyla sokaklara döküldüklerini[4] anlattı.
Delikanlının gönlü, artık sürûr ile hüznün birleştiği bir kap hâline gelmişti. Dalgın bir şekilde Târih Baba’nın ardında yürümeye devâm etti. Târih Baba, ona dönerek:
“–Haydi evlâdım! Şimdi en dirâyetli sultanların sonuncusu olan koca bir sultanı, II. Abdülhamid Hân’ı ziyaret edelim.” dedi.
Dipnotlar:
[1] Ord. Prof. Ebu’l-Ulâ Mardin, Medenî Hukuk Cephesinden Ahmed Cevdet Paşa, İstanbul, 1948.
[2] Bkz: Cevdet Paşa, Tezâkir, II, 62-63.
[3] Bkz. Târık Mümtaz Göztepe, Dağıstan Arslanı İmam Şâmil, İstanbul, 1994, sh. 425 vd.
[4] Yavuz Bahadıroğlu, Osmanlı Padişahları Ansiklopedisi, İstanbul 1986, III, 678.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Tarihe Yolculuk, Erkam Yayınları
YORUMLAR