Şeyhe Bağlılıkta İfrata Kaçmak ve Taassup
Bâzı cezbeli müridlerin heyecan taşkınlığı içinde söyledikleri; “Benim şeyhim bir şeyi dilerse Allah onu mutlakâ verir…” gibi sözler; muhabbet, hürmet ve bağlılığın, hadd-i lâyığından çıkarak, ifrat ve taassup derecesine varmasının bâriz bir misâlidir.
Zira Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Allâh’ın Habîbi olmasına rağmen, O’nun bile bütün duâları kabul edilmemiştir. Nitekim, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurmuştur:
“Rabbimden üç şey talep ettim. İkisini verdi, birini geri çevirdi: Rabbimden ümmetimi umûmî bir kıtlıkla helâk etmemesini talep ettim, bunu bana verdi. Ümmetimi suda boğulma sûretiyle helâk etmemesini diledim, bana bunu da verdi. Ümmetimin kendi aralarında savaşmamalarını da talep etmiştim, bu ise geri çevrildi.” (Müslim, Fiten, 20/2890)
Demek ki Rabbimiz, peygamberlerinin bile duâlarını dilerse kabul eder, dilerse etmez. Bu bakımdan kul, hangi mânevî makam ve mertebede olursa olsun, amelleri gibi duâları da Allah Teâlâ’nın kabulüne muhtaçtır.
Bu ölçü, peygamberler hakkında bile böyle olduktan sonra, peygamberler dışındakilere -velev ki onlar büyük evliyâullah’tan bile olsalar- ne derecede şâmil olduğunu iyi anlamak îcâb eder.
Bu bakımdan, Allâh’ın sevgili bir kulu, duâ ettiğinde mutlakâ kabul olacak veya bir hastaya okuduğunda kesinlikle şifâ bulacak denilemez. Zira bu gibi hususlar, her iki tarafın ihlâsının yanında, bir de Cenâb-ı Hakk’ın takdir ve murâdına uygun düşmelidir ki, arzu edilen netice hâsıl olsun.
Diğer bir husus da, hem peygamberlere hem de evliyâullâha farklı meşrep ve tasarruflar lûtfedilmiş olmasıdır. Dolayısıyla birinde öne çıkan üstün bir vasıf, diğerinde aynı seviyede bulunmayabilir. Onun için hepsinden aynı tasarrufları beklemek doğru olmaz. Zâten onların asıl vazifesi de, bu tip tasarruflar değil, gönüllerin îkaz ve irşâdıdır.
VESİLE (TEVESSÜL) EDİNEREK DUA ETMEK
Bununla birlikte, kulun duâ ederken, Allâh’ın sevdikleri olan peygamberler ve sâlih kulları vesîle edinerek, yani onlar hürmetine istemesi (tevessül), merhamet-i ilâhiyyeyi daha çok celbeder. Fakat duâda Allâh’ın sevdiklerini vesîle kılarken onların şahsından değil; yalnız Allah Teâlâ’dan istemek îcâb eder. Zira fâil-i mutlak, yalnızca Cenâb-ı Hak’tır.
Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:
“Onlar, kullarının tevbesini kabul edenin ve sadakaları alanın Allah olduğunu bilmediler mi?..”(et-Tevbe, 104)
Yine bâzı kimselerin, sâlih zâtların gıyâbında veya kabirlerini ziyaret esnâsında; “Ey filân zât! Bana şifâ ver! Benim şu ihtiyacımı gider!” gibi sözlerle, doğrudan doğruya onlardan talepte bulunmaları, şirke kapı aralayabilecek derecede büyük bir yanlıştır. Gâyet hassas olan tevhid akîdesini zedeleyebilecek bu ve benzeri câhilâne sözlerden titizlikle sakınmak gerekir. Maddî-mânevî müşküllerin hâlledilmesinde, kâinâtın sevk ve idâresinde, Allah’tan başkasının mutlak tasarrufunun bulunabileceği intibâını veren her türlü ifâdeden şiddetle kaçınılmalıdır.
EBÛ TÂLİP'İN ÖLÜMÜ: HİDAYET ALLAH'TANDIR!
Şu hâdise, bütün tasarrufların Allâh’ın dilemesine bağlı bulunduğu gerçeğini açıkça ortaya koymaktadır:
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve Müslümanların hâmîsi olan, onları yıllarca fedâkârâne bir şekilde müdâfaa eden, amcası Ebû Tâlib’in îmân etmesini Rasûlullah Efendimiz çok arzu eder ve bu hususta ısrarcı olurdu. Ebû Tâlib de, bu ısrar karşısında yeğenine:
“–Ben Sen’in hakîkatini biliyorum. Lâkin Sana îmân edersem, Kureyş’in kadınları beni ayıplar!” derdi. Yani vicdânen kabul ettiği hakîkati, kavmî asabiyetine mağlup olduğu için ikrâr edemezdi. Nihâyet Ebû Tâlib’in, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ’e son sözü şu oldu:
“–Ben, eski dîn (Abdülmuttalib’in dîni) üzere ölüyorum. Kureyş benim için ölümden korktu da dînini değiştirdi demeyecek olsaydı, Sen’in sözlerini kabul ederdim!..”2
Bu sözler üzerine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- :
“–Ben de men olunmadığım sürece senin için dâimâ istiğfarda bulunacağım!” (Peygamber Efendimiz’in bu istiğfarından hareketle müslümanların da, müşrik ataları için istiğfarda bulunmak istemeleri üzerine, Tevbe Sûresi’nin 113-114. âyet-i kerîmeleriyle bu fiil yasaklanmıştır. (Bkz. Taberî, Tefsîr, XI, 31) buyurmuş ve amcasının evinden mahzun olarak ayrılmıştır.)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ’in çok üzülüp amcası için; “Sana istiğfarda bulunacağım!” demesi sebebiyle âyet-i kerîmede şöyle buyruldu:
“(Rasûlüm!) Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin! Fakat Allah dilediğine hidâyet verir ve hidâyete girecek olanları en iyi O bilir.” (el-Kasas, 56)3
Demek ki peygamberlerin gayreti bile tek başına hidâyete eriştirmek için kâfî değildir. Cenâb-ı Hak dilerse bu gayretlere tesir bereketi lûtfeder, neticeye ulaştırır, dilerse de neticesiz bırakır.
2) Buhârî, Cenâiz 81, Menâkıbu’l-Ensâr 40; İbn-i Sa’d, I, 122-123.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Altınoluk Dergisi, Eylül 2014.