Sıradan İşleri İbadete Nasıl Dönüştürebilirsiniz?

Şuurlu insan bir bardak suyu içerken, bir lokma ekmek yerken, bunları ruhu yani maneviyatı adına yapar ve böylece sevap kazanır, şuurlu insan en basit dünyevi işleri bile Allah Teâla’nın gözetimi altında huzur halinde yapar, edebince iş görür. Bunun aksine şuursuz Müslüman kıldığı namazdan tuttuğu oruçtan bile fayda göremez; namazda bile Allah’ı unutur da “yazıklar olsun o namaz kılanlara” itabına muhatap olur. İnsan yaptığı işi Allah adına yaparsa en basit hareketi bile ibadet olur; nefsi ile ve nefsinin keyfi için hareket ederse ibadeti bile riyakârlık ve kör taklit haline dönüşür.

Şuur Arapça’da; hissetmek, kendinin ve etrafındaki şeylerin farkında olmak, kendi hareketlerini objektif olarak gözlemleyebilmek, irade sahibi olmak gibi manalarda kullanılır. Allah Teâla’nın mahlûkatı arasında insanlar ile beraber melekler, şeytanlar, cinler de şuurlu varlık olma özelliğine sahiptir. Bu saydıklarımızın dışındaki canlıların şuuru ise sadece nesillerini devam ettirme, beslenme ve korunma gibi ihtiyaçlarla sınırlandırılmış olup, buna da şuurdan ziyade içgüdü ismi verilebilir.

İnsan dışındaki canlıların içgüdüsü Allah vergisidir, özel gayretle öğrenilmez, hâlbuki insanın şuur gücünü geliştirmesi özel gayrete ihtiyaç duyar. Daha doğrusu şuur sanki bir manevi kas gibidir ve ancak kullanılarak geliştirilebilir. Şuurlarını bilinçli bir şekilde kullanmayan insanlar kolayca farkındalıklarını kaybetmekte, yani olayları analiz etmeyi terk ederek, bu dünyaya geliş amacını unutmakta, hayatın tek amacı yeme içme ve eğlenme aktivitelerine indirgenmektedir. Bu derekeye düşen bir insan için yüksek ahlak, din, namus gibi kavramlar pek de bir şey ifade etmemektedir. Hâlbuki bu ölçekteki bu şuur seviyesi Rabbimiz tarafından insana değil diğer canlılara uygun görülmüştür. Bu sebeple Allah’ın kendine verdiği güçleri kullanmayanlar yani akıl ve şuurlarını atıl bırakanlar Kurani ifade ile kendilerini hayvanlardan bile daha kötü bir seviyeye düşürmektedirler.

Demek ki şuurun ilk seviyesi insanın bu dünyada farklı bir canlı olduğunu fark etmesi, kendisini yaratan bir Rabbin olduğuna iman ederek hayatını ilahi emirlere göre düzenlemesidir. Böyle bir mümin namaz vakitlerinde, camilerde, Ramazan ayında Rabbi ile beraber olacaktır, diğer zamanlarda ise muhtemelen kendi iç âleminin karmaşık labirentlerde sörf yapacaktır. Sufilere göre bu derecede bir şuur yani farkındalık yeterli değildir. Zira Peygamber Efendimizin ihsan hadisinde ifade ettiği dinin en üst derecesi olan ihsan mertebesi aslında bir şuur meselesidir. Bu mertebeye vasıl olan muhsin kulun, namazı, orucu, haccı ve infakı zahiren diğer Müslümanlardan farklı değildir, tek farkla ki ihsan sahibi bu amellerini farklı bir şuur boyutunda yapar, sanki Allah’ı görüyormuş gibi Rabbine kulluk eder; bu şuurdaki bir sufi Rabbimizi göremesekte O’nun tarafından daima görüldüğümüzü yakinen bilir. İhsan mertebesindeki mümine gördüğü her nesne, duyduğu her ses Rabbini hatırlatır.

RUH DÜNYANI GELİŞTİRDİKÇE ŞUURUN ARTAR

Gaflet ise insanın şuurunu yani hissedişlerini kaybetmesi, kendini otomatiğe bağlayarak, farkındalığını yitirmesidir. Sufilere göre eğer insan dünya ile meşgul olduğunda Rabbini unutuyorsa bu onun gafletine ve şuursuzluğuna işarettir. Sufilere göre “mahlûkatın her nefesinde Rabbe giden bir yol vardır” bu sebeple zikir, fikir ve tefekkürün olmadığı her nefes sufi için boşa geçmiş bir vakittir.

Peki, gafletin ve bunun zıddı olan şuurun kökenleri nerede yatar? Bu konuda en güzel cevapları sufiler vermişlerdir. Mesela İmam Rabbâni’ye göre insanda şuuru ortaya çıkaran ruhtur, insan nefsini terk edip, ruh dünyasını geliştirdikçe daha şuurlu olur. Ne var ki bu iş hiç de kolay değildir, zira Allah Teâla başlangıçta bedene alışsın diye ruha fazlaca sevme potansiyeli vermiştir. Bu sebeple ruh bedene/nefse âşık olmuş, kendi ilahi kökenini unutarak nefsin esaretine girmiştir. İmam bu meseleyi şöyle anlatır:

İşte rûh, nefse karşı olan bu aşkı, sevgisi sebebi ile kendini nefs âlemine attı ve nefse tâbi oldu. Hatta kendini unuttu ve nefs-i emmâre adını aldı. Ruhta özel bir letâfet (hafiflik ve şeffaflık) olduğu için her ne ile birleşse onun hâline bürünür. İşte, ruh kendini unuttuğu için, önceki şuur ve Allah’ı tanıma hâlini de unuttu, kendini tümüyle gaflete gömdü, karanlık hükmünü aldı. Yukarıda anlatılanlardan ruhun nefs ile birleştiği, hatta nefiste fâni ve onunla bâkî olduğu anlaşılmış oldu. Bu birliktelik devam ettiği sürece zâhirin (bedenin) gafleti, aynı zamanda bâtının (ruhun) gafleti olur. (Mektubat, c. I, m. 99)

Bu durumda İmam’a göre gafleti aşmanın ilk adımı varlığımızın nefis ve ruhtan müteşekkil iki zıt kutuptan ibaret olduğunu bilmemizdir. Sufiler arasında meşhur olan “Kendini bilenen Rabbini bilir” hadisi bu sırra işaret eder.

SIRADAN İŞLERİ İBADETE NASIL DÖNÜŞTÜREBİLİRİZ?

Zikir, fikir, tefekkür ve sohbet ile ruhunu geliştiren müminin gönlü sadece Rabbine bağlanır. İmam-ı Rabbânî’nin ifadesi ile nasıl ki normal insanlar kendilerini zorlayarak maneviyat âlemine girebilmekte ve çok kısa bir süre sonra da tekrar gaflete düşmekte ise aynen bunun gibi sülukunu bitiren sufi de kendini zorlasa da masivanın etkisine giremez, bir an olsun Rabbini unutamaz. Gaflet ehli nasıl ki namazda dahi dünyayı düşünüyorsa, arifler de dünya işleri içinde bile Rablerini düşünürler. Kanaatimce bu şuur halini en iyi özetleyen söz Gazali’ye aittir:

Gafil Müslüman ibadetleri dahi sıradan bir adet haline getirirken, şuurlu insan herkesin yaptığı sıradan işleri bile ibadet haline dönüştürür.

Şuurlu insan bir bardak suyu içerken, bir lokma ekmek yerken, bunları ruhu yani maneviyatı adına yapar ve böylece sevap kazanır, şuurlu insan en basit dünyevi işleri bile Allah Teâla’nın gözetimi altında huzur halinde yapar, edebince iş görür. Bunun aksine şuursuz Müslüman kıldığı namazdan tuttuğu oruçtan bile fayda göremez; namazda bile Allah’ı unutur da “yazıklar olsun o namaz kılanlara” itabına muhatap olur. İnsan yaptığı işi Allah adına yaparsa en basit hareketi bile ibadet olur; nefsi ile ve nefsinin keyfi için hareket ederse ibadeti bile riyakârlık ve kör taklit haline dönüşür.

ŞUUR OLMAZSA NİYET OLMAZ

Bu sebeple Peygamber Efendimiz “Müminin niyeti onun amelinden daha hayırlıdır” (Beyhakî, Şuabü’l-İman) demiştir. Zira insan bir şeye niyet ederken gafil olamaz, niyet kalp ile yapıldığı için insanın niyet esnasında kalbi ve ruhu ile şuur etmesi/hissetmesi gerekir, şuur olmazsa zaten niyet olmaz. Ama amel böyle değildir, zira insan bir amel işlerken onu niçin ve kim için yaptığını unutabilir ve “uydum kalabalığa” diyerek hareket edebilir.

Mevlana hazretleri bir amelin şuurlu ve şuursuz yapılmasını komik bir şey duyan sağırın iki kere gülmesine benzetir. Sağırın ilk gülmesi başkalarına bakarak gülmesidir. İkincisi ise işin aslını yanındakine sorarak meseleyi anladıktan sonraki gerçekçi gülmesidir.

İmam Gazali’nin tövbe bahsinde açıkladığı üzere şuursuz ve kuru taklide dayanan iman ve amelin ahirette insana faydası olmayacaktır. Hatta Gazali’ye göre Allah’a tövbe ile en zor dönenler Müslüman anne babadan doğup ta taklit ile İslam’ı yaşayanlardır. Zira onların davranışları şuursuz ve körü körüne taklidden ibarettir ve onlar bu kötü durumlarının da farkında değillerdir.

ŞERİATA UYGUN OLARAK YAPILAN HER ŞEY ZİKİRDİR

İmam Gazali’nin sözlerine bir destek mahiyetinde olarak çoğumuzun din dışı zannettiği amellerle ilgili İmam Rabbânî’nin şu sözleri son derece manidardır:

Ey oğlum! Vakitlerimizi Cenâb-ı Hakk’ı zikretmekle geçirmeliyiz. Alış-veriş de olsa, yüce şerîata uygun olarak yapılan her şey zikir kabul edilir. Bütün hâl ve hareketlerimizde şerîata uymalıyız ki bunların hepsi zikir sayılsın. Zira zikir, gafleti yok etmektir… Allah Teâlâ’nın emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından kaçınmak yolundaki her şey zikre dâhildir. Şartlarına uyularak yapılan alış-veriş de zikirdir... Ancak Allah Teâlâ’nın bizzat ismi ile yapılan zikir daha süratli tesir eder, O’nun sevgisini doğurur ve çabuk kavuşturur.

Bununla birlikte gafletten kurtulmanın ve her işimizde şeriata kolayca uyabilmenin sırrı zikrullahtan geçer. İmam’a göre Allah Teâla’nın isimlerini zikir insanda Rabbine karşı bir sevgi oluşturur ve bu sevgi insanı çok daha hızlı şekilde şuurlandırır.

Bu sebeple tüm tarikatlarda olduğu gibi Nakşilikte de zikrullah salikin en önemli manevi gıdasıdır. Rabbimizden niyazımız bizi gafletten kurtarıp ticaretten, iş hayatından ibadet hayatımıza her konuda bilinçli hareket etmeyi bizlere nasip etmesi ve bizleri kör taklitten kurtarmasıdır.

Kaynak: Prof. Dr. Süleyman Derin, Altınoluk Dergisi, 365. Sayı, Temmuz 2016

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.